Perşembe, Nisan 18, 2024

Reading’de bir gün-İngiltere Yazıları VI

Reading Hapishanesi mutlaka görülmesi gereken bir yer zira yola bakan duvarlarından birinin üstünde Banksy’nin çok güzel bir resmi var: Daktilo kâğıtlarını birbirine iliştirerek duvardan atlayıp firar eden bir mahpus.

Bu İngiltere seyahatimde boş bir gün bulunca istasyona gittim ve Reading trenine bir bilet aldım.

Reading’e dair hiçbir şey bilmiyordum bu kararı verirken ama bazen kervan yolda düzülür.

Kırk beş dakikalık yolculuğun son on dakikasına kadar Modiano okuyor, sadece geçtiğimiz durakların adlarına bakmak için kafamı kitaptan kaldırıyordum.

Reading’e birkaç durak kala neler yapabileceğime dair biraz bakındım ama gezerken benim içsel bir pusulam vardır, ona güvenerek yürür de yürürüm, zaten en sonunda aradığım şeyi -ne olduğunu bilmeme rağmen- mutlaka bulurum.

İstasyondan çıkıp merkeze doğru birkaç adım attığınızda çok etkileyici bir bina çıkıyor karşınıza, bu tabii ki Belediye Binası -Town Hall- şimdilerde Reading Müzesi olarak kullanılıyor -yapımına 1786’da başlanmış.

Ben arkeolojiden hiç anlamam, dolayısıyla tarihin bir aşamasında bu topraklardan çıkan “çanak çömleğin”, bilumum kemiğin ne anlama geldiğini çözemiyorum, öyle olunca da girdiğim müze eğer sanat değil de arkeoloji ağırlıklıysa beni bir türlü içine çekemiyor.

Reading Müzesi de içine çekmedi ama çıkınca da uzaklaştırmadı, çünkü hayranlık uyandırıcı bir yapı bu.

Öğrendiğime göre, bu cepheye son şeklini veren (1875) Alfred Waterhouse’muş, Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi ile görme fırsatı bulamadığım Manchester’daki Belediye Binası onun eserleriymiş, eh, Waterhouse’a iş ver gerisini dert etme.

Reading’de mutlaka görülecek yerlerin başında İç Savaş’ta yıkılan manastırın kalıntıları geliyor.

1121’de I. Henry yaptırmış burayı.

Anlaşılan bu manastır, şehrin hayatında faalken varlığıyla yıkıldıktan sonra da yokluğuyla ciddi bir yer tutmuş.

Nehir kenarında yer aldığından manastırın rahiplere ekmek üretmek için kullandıkları bir su değirmeni de varmış ama o da sekiz yüz elli sene bilfiil çalıştıktan sonra, 1963’te, yıkılmış.

1530’daki canlandırmalarına bakınca manastırın göze hoş gözüken bir bina olduğunu söyleyebilirim.

Manastırın yanında cezaevi var -bunun da işlevine yakınlarda son vermişler, 2013’te, ama buna üzülemeyeceğim.

Fakat bu cezaevi bugünlerde mutlaka görülmesi gereken bir yer zira yola bakan duvarlarından birinin üstünde Banksy’nin çok güzel bir resmi var: Daktilo kâğıtlarını birbirine iliştirerek duvardan atlayıp firar eden bir mahpus.

Böylece, hayatımdaki ilk Banksy eserini Reading’de görmüş oldum.

Bu cezaevi, Banksy’den çok eşcinsel olduğu gerekçesiyle buraya kapatılan Oscar Wilde’ın yazdığı muhteşem Reading Zindanı Baladı ile bilinir.

“Eşcinsellik suçunu” işlediği için hapse atılan Wilde, “Her insan öldürür sevdiğini / Gene de ölmez insan” diyerek aşk üzerine en muhteşem şiirlerden birini yazmıştı.

Belki de Banksy’nin daktiloyla cezaevi duvarlarını aşan mahkumu Oscar Wilde’a bir göndermedir.

Şimdi kalıntıların diğer tarafına gidelim, orta büyüklükte bir parka geldik: Forbury.

Bu parkın içine iki dünya savaşında, ayrıca Afganistan’da, Gelibolu’da, İspanya İç Savaşı’nda ve şurada burada ölen “kahraman” askerler için anıtlar dikilmiş.

Askeri ve askeri operasyonları yüceltmek bana göre bir şey değil, çok sevimsiz buluyorum ama bu ülkede nereye gitsem karşıma askerlerin kahramanlığını, vefasını, çektiklerini anlatan ve unutmamamızı buyuran anıtlar görüyorum.

Bununla birlikte, İngiltere “militer” bir ülke de asla değil.

Şimdi kalıntıların diğer tarafında, orta büyüklükte bir parka geldik: Forbury. Bu parkın içine iki dünya savaşında, ayrıca Afganistan’da, Gelibolu’da, İspanya İç Savaşı’nda ve şurada burada ölen “kahraman” askerler için anıtlar dikilmiş.

“Militarizm”, karşı çıkılacak çok şey olmakla beraber, biraz yukarıdan dayatılan bir ideoloji gibi görünür bana, modası geçti mi asla tasfiye olmasa da günlük siyasette terk edilmesi kolaydır.

İngiltere’de bu sanki “saygı” adı altında aşağıdan yukarı geliyor gibi, militarizm öylesine içselleştirilmiş ki bildiğimiz militarizm olmaktan çıkmış, dönüşmüş, hatta bir ölçüde ona karşı olmuş, emperyalizmin bir gerekliliği olarak meşruiyet kazanmış.

Ama şu askerlerin nerede öldüklerine bakınca bütün dünya var da bir İngiltere yok, bu da beni düşündürüyor.

Mesela bir heykel veya resim görüyorsunuz, kim diye bakıyorsunuz, zengin biri çıkıyor ama bu serveti çok kısa bir sürede işte Hindistan’da veya benzer bir yerde yaptığını okuyorsunuz.

Şimdi bu sömürgeciye ben muteber insan, iyi müteşebbis muamelesi yapamıyorum ama bu tarih de yaşamın bir parçası olarak ortada bir sorun teşkil etmeden duruyor.

İçselleştirilmiş emperyalizmden kast ettiğim aslında bu.

Türkiye de bir imparatorluk bakiyesi ama bütün bu hamasi nutuklara ve seremonilere rağmen, belki de hiç sömürgeci olmadığı, denizaşırı emperyalizm dönemini ıskaladığı için sanki açığı militarizme abanarak kapatmaya çalışıyor gibi.

İngiliz Milletler Topluluğunu düşünün, bir de Türkiye’nin sağa sola yayılmaya çalışan milliyetçilik histerisi haritalarını…

Neyse, parka gelip biraz soluklanmak için oturunca lafı gene çok uzattım.

20 Haziran 2020 günü Khairi Saadallah adlı 25 yaşındaki Libyalı bir sığınmacı, eline aldığı mutfak bıçağını tekbirler eşliğinde üç kişiye gelişigüzel saplayınca dünyanın gözü şimdi bizim lafladığımız bu parka çevrildi.

Dönüşte, gar lokantasında-“Three Guineas, Üç Gine”- imzaları olduğunu söyledikleri bir yemek yedim. Ve İngilizlerin nasıl olup da mutfak alanında bu kadar vasat olduklarına yine akıl sır erdiremedim.

Kendi halinde oturan insanları sadece eşcinsel oldukları için canavarca bıçaklayıp öldüren mücahidin nasıl oturma izni alabildiği çok tartışılmış.

“Allah cihadımı kabul etsin,” demiş yakalandıktan sonra, “cennetle ödüllendirileceğini” söylemiş, telefonundan IŞİD’in fotoğrafları çıkmış.

Artık bu parkın tarihinde Afganistan’da savaşıp ölen askerler için yapılan devasa aslan heykeli kadar bu cinayet de yer tutacak.

Parkın girişinde İkinci Dünya Savaşı’nda ölen askerler için de bir anıt var ve birçok yerde olduğu gibi altında yapay gelincik çiçekleri koymuşlar.

Malum, Müttefik ordusundaki pek çok asker Flander’daki gelincik tarlalarında hayatını kaybetmişti.

Bu çiçekler de o günlere bir gönderme, hatırlayış.

Parktan kalkıp merkeze değil de kanala -Blakes Lock- doğru gidelim.

Burada Fisherman’s Cottage -Balıkçı Kulübesi- adlı çok sevimli bir lokanta var.

Pek ismiyle müsemma bir yer olduğunu söyleyemeyeceğim çünkü balık yerine acılı Tayland yemekleri yapıyor.

Sahibi Çiğdem Hanım aileden lokantacıymış, matrak bir kadın, Dominik’e tatile gitmiş, sonra beş sene lokanta işletip geri dönmüş.

Bir süre Bodrum’da da lokanta işletmiş ama artık başına ne geldiyse Türkiye’ye dair her şeyden nefret etmiş -rakıdan bile!

Ablası gibi o da Reading’e yerleşmiş.

Başka kentlerde dolaşmanın en güzel tarafı yepyeni insan manzaralarıyla karşılaşmak bence.

Yemeğin yanında güzel bir Malaga birası içtim.

Anlattığım bölümler haricinde günün tamamını Reading’in merkezinde saatlerce yürüyerek geçirdim.

Dönüşte, gar lokantasında-“Three Guineas, Üç Gine”- imzaları olduğunu söyledikleri bir yemek yedim.

Ve İngilizlerin nasıl olup da mutfak alanında bu kadar vasat olduklarına yine akıl sır erdiremedim.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI