Cuma, Mart 29, 2024

Prince charming!-İngiltere Yazıları V

Neyse biraz İngiliz şıklığının içinde dolandım ama tam çıkacakken şeytan dürttü, kravat reyonu, alır mısın almaz mısın, bir an durup Hayat Hanım gibi etiketini kurcalamadan alıyorum dedim, aldım anasını satayım.

Londra sokaklarında başıboş dolaştığım saatler boyunca aklımda “geleneğin modernize edilerek bugüne taşınması” düşüncesi vardı hep.

Mesela, arada bir soluklanmak için girdiğim veya şimdi bu yazıyı yazdığım pub’ın en büyük ortak özelliği, hepsinin müşterilerine içkiyle birlikte bir tarih satması.

Salisbury diye bir yerde oturuyorum şu an, menüde “Tarihçemiz” diye iki paragraflık açıklama ihmal edilmemiş.

Bir ara, bu minör tarihleri kayda geçireyim diye düşündüm sonra her barın kendini anlattığı bir tarihçesi olduğunu fark ettim ve bu birlikteliği tek tek tarihlerden daha önemli buldum.
Burada hem eski usul “Pale Ale” bira içerek yazı yazıyorum hem de mekânın bana verdiği hissiyatı düşünüyorum.

Sadece bir-iki-beş-on yerle sınırlı değil, hemen her yerde bu “bir ayaklarının mazide olduğu intibaını” sana geçiriyorlar.

O ürünü, sonradan görme şıkır şıkırlığında bir yerde satmak yerine sana kültür içinde harmanlayıp satıyorlar.

Son kertede, İngiltere bence işte bu: Geleneği yozlaştırmadan bugüne taşımak: Kraliçe’nin durumu farklı mı sanki?

Böylece, bira içerken gözünün önüne Oscar Wilde’ın da burada oturup birasını yuvarladığı geliyor, Liz Taylor’la Richard Burton da burada, derken bira ile birlikte bir kültürün devamlılığını da satın aldığını hissediyorsun.

Uzun yürüyüşüme Salisbury’de yazı yazmak için mola vermeden önce Charing Cross’taki sahaflara uğradım, Hermann Göring’in biyografisini 2 pound’a alırken içimden “Charing Cross sahaflarından alışveriş yaptın!” düşüncesi geçiyordu çünkü bu sahaflardan alışveriş yapmak da bir gelenek ve sen onu bozmadan, yozlaştırmadan, bugüne taşıyorsun.

Son kertede, İngiltere bence işte bu: Geleneği yozlaştırmadan bugüne taşımak: Kraliçe’nin durumu farklı mı sanki?

Charing Cross dedim, buradan devam edeyim.

Embankment Place’in hemen yanında bir pub gördüm, adının Sherlock Holmes olması beni çok cezbetti ve hemen daldım içeri, fıçıda gördüğüm “Sherlock Holmes Pale Ale” daha da cezbetti, hemen ısmarladım.

İki katlı bu pub’ın üst katında halka açık objeler sergileniyor, Bay Holmes’in üst katta bir de özel odası var.

Hikâyelerin birinde Sherlock Holmes ile Doktor Watson buradaki otele geliyormuş çünkü.
Dünyada Sherlock Holmes Vakfının izin verdiği üç tane böyle oda varmış, diğer ikisi Avrupa’daymış ve özel koleksiyonmuş, onlardan biri ise Arthur Conan Doyle’un büyük torununa aitmiş; bu “büyük”ler birden çoktur.

Peki, yaşamayan bir insana dair bunca obje neden sergilenir, odalar neden kurulur?

Bunun cevabını iki-üç durak ötede arayalım ve Baker Street 221 numaraya gidelim.

Böylece Sherlock Holmes’ün bugün müze olarak ziyaretçi akınına uğrayan evine geldik.

Bir adam düşünün, aşağı yukarı yüz elli senedir her yaştan, her kültürden insanın ilgisini çekiyor, birlikte çeşitli maceralara atılıyorlar. Ama bu adama yaşamıyor diyoruz. Yaşayan kim? Biziz; işte siz, ben… Kapımızı çalan yok.

Bir adam düşünün, aşağı yukarı yüz elli senedir her yaştan, her kültürden insanın ilgisini çekiyor, onların hayatlarına giriyor, birlikte çeşitli maceralara atılıyorlar…

Ama bu adama yaşamıyor diyoruz.
Yaşayan kim?
Biziz; işte siz, ben… Kapımızı çalan yok.
Hangimiz daha gerçeğiz acaba?

Bir de “gerçek bizi” ne kadar insanlara gösterdiğimiz var ki o konuya burada girmek istemiyorum hiç.

O evi oraya koyarak sadece geçmişe sahip çıkmış olmuyor, onu bugüne taşıyor, yaşamasına olanak sağlıyorlar.

Baker Street’teki evden çıkarken kloş şapka veya pipo olmasa da bir küçük şişe “sihir mavisi” cin aldım.

Mahcubiyetten sona saklıyorum ama anlatmadan geçemeyeceğim.

Gene Charing Cross cihetlerinde gezerken karşıma bir terzi dükkânı çıktı, Ede&Ravenscroft, aslında bu tür giyim-kuşam işlerine kafam pek basmaz ama vitrini görünce girmek istedim.

Her şey çok şık, markasız, ama vitrinin bir bölümünde de perukalar var, zaten esasen onları görünce içeri girmeye karar verdim.

Ben bu perukaları bir tek filmlerde gördüydüm.

Neyse biraz İngiliz şıklığının içinde dolandım ama tam çıkacakken şeytan dürttü, kravat reyonu, alır mısın almaz mısın, bir an durup Hayat Hanım gibi etiketini kurcalamadan alıyorum dedim, aldım anasını satayım.

Çantamdaki ipek ağırlığı ile cüzdanımdaki kâğıt hafifliği birbirini götürünce yeniden düştüm yollara.

Sonra baktım, bu Ede&Ravenscroft, şehrin ilk terzi dükkânıymış, 1689’da kurulduklarında daha Londra yok ortada Aldwych diyorlar, meslekte üçüyüz yılı devirmişler, tam on iki taç giyme töreninde kraliyete kıyafet dikmişler.

On üçüncüye dikmelerine de Allah uzun ömür versin tabii, Elizabeth izin vermiyor olsa gerek.

Yolda yürürken kendimi o kravata ihtiyacım olduğuna ikna etmeye çalışıyordum.

Derken, vazgeçtim bütün ikna çabasından.

“Bu canına yandığımın kravatına dünyada herkesten çok benim ihtiyacım var anasını satayım” dedim; dedim de rahatladım.

Bir gün emr-i hak vuku bulursa, kravatımı takıp Harry ile Meghan’ın arasına karışabilirim sanıyorum.

Görüyorsunuz ya, kraliyet ailesi çok yakınım olur, büyük törenler öncesinde aynı terziden giyiniriz.

Prince charming!

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI