Cuma, Nisan 19, 2024

Popülizm ve zihinsel dil

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

Popülizm önce en elverişli zemini, yol ve yordamını hazırlar. Sadece ve Sağı veya Solu fark etmeksizin, ister “radikal”, isterse “kademeli “geçişlerle toplumu totaliter rejimlere götürür.

Türkiye modernleşmesi hala paradokslar ve çelişkiler içinde kıvranan bir ülke. Demokratikleşme serüveninde Cumhuriyet zaten dünyanın gözü önünde yavaş yavaş ve bir o yöne, bir bu yöne emeklemekteydi. Son zamanlarda toplum artık adamakıllı sürünmeye ve can çekişmeye başladı!

İçerden ve dışardan gelen çağa uygun küyerel gelişme talepleri karşısında kendini hiç yönetemez oldu. Otoriter ve eşgüdümsüz kararlarla bir oraya bir buraya çarpa çarpa bir türlü ayağa kalkamadı. Artık çare(sizlik) olarak ani ve öngörülemez manevralarla daha sert ve totaliter hamlelere hızla sürüklenmekte.

Yüzüncü yılına az kala Cumhuriyet yara bere içinde. Memleket delik deşik. Koca toplum doğruların yanlışlara karıştığı ve izleri de kolay kolay silinemeyen “kirli bir deneme-yanılma tahtasına” döndü. Başka hikaye filan aramaya gerek yok.

Özellikle de böyle bir dönemde, “fildişi kulesi” klişesi ile akademinin taşlanması büyük hata. Hemen her entelektüel ve endüstriyel alanda oradan popüler kültüre yapılan vülgarize aktarımlar ise zararlı.

Hatta bunların aydınların nihayet “halkla kucaklaşması” ve “bilimsel bilginin” “cahil halkı aydınlatması” diye alkışlanması belki de bir (ve özellikle de bu !) topluma yapılabilecek en büyük kötülüklerden.

Öte yandan, zaten üniversitede bile artık disipliner parçalanma ve yalıtım tavan yapmış durumda. Öncelikli olarak bunlarla, yani kavramsal, kuramsal ve metodolojik sığlıklar ve yanılgılarla; özetle bulaşıcı panakademik popülizm ile mücadele edilmesi gerekiyor.

Siyaset ve ekonomi başta olmak üzere, tüm alanlarda toplumun birazcık da olsa “önünü görebilmesi ve birlikte sağlıklı yol alabilmesi” adına bunun artık olmazsa olmaz bir önkoşul olduğu idrak edilmelidir.

İşe bazı temel kavramsal ayıklamaları yaparak başlamak elzemdir. Bu da nitekim hem toplumsal barış ve sağlam diyalog için zemini hazırlamak, hem de zaten bunu yaparken diyaloğun başlamış olması demektir. Diyalog olmadan ülkede değil demokrasiden, bir ulusun sürdürülebilirliğinden filan da söz edilemez.

O bakımdan bu yazıda popülizm meselesine biraz da farklı açılardan bakalım istedim. Çünkü popülizm önce en elverişli zemini, yol ve yordamını hazırlar. Sadece ve Sağı veya Solu fark etmeksizin, ister “radikal”, isterse “kademeli” geçişlerle toplumu totaliter rejimlere götürür.

DEMOKRASİ VE ULUS

Türkiye artık nihayet şunun farkına varıyor sanırım: Demokrasi salt bir yönetim biçimi değildir. Cumhuriyet veya başka bir devlet rejiminin başına kondurulabilecek bir “taç” da değildir.

O bütünlüklü bir yaşam biçimi ve dünya görüşüdür. Uzun soluklu ve kolektif bir uğraştır. Bilinçli, bilgili, arzulu ve istikrarlı bir oryantasyondur.

Nitekim modernleşme de salt ulus-devlet yapılarının kurumlaşması ve ussalcı kamu yönetimi demek değil. Aynı zamanda farklı kültürlerden, inançlardan ve milletlerden olan popülasyonun birlikte toplumlaşması veya uluslaşması demek.

Bunun elbette çok zor bir iş olduğunu ve önce çok yönlü becerileri zorunlu kıldığını, yine en iyi, önden gelişen ve yanılgılarından dersler çıkaran Avrupa toplumları bilir. Ulusu hiç değilse yönetsel açıdan ve Anthony Giddens’in veya Daniel Bell’in de söyledikleri gibi “toplumsal yaşamın dev sorunlarını çözebilmek için çok ufak, küçük sorunları içinse çok büyük” bulmak görüşü yaygın kabul görür.

Bu da tabii ki imparatorluk veya sömürgecilik sonrası ülkeleri başta beka, bölünüp parçalanma endişesi olmak üzere, muhtelif kaygı ve korkular açısından kırılgan kılar.

Kaldı ki, emperyalizm sonrası süreç Türkiye topraklarında daha hala patriarkinin, tarikat ve aşiret düzeninin varlığını sürdürdüğü bir cemaatçi popülasyon ile başlamışsa farklı zorlukları ve öncelikli görevleri de içerir.

Bunların aşılması ancak başarılı ve bilinçli bir topyekün uluslaşma ve toplumlaşma süreci ile olur. Yani kaç kez Anayasa, niye ve ne değişiklik yapılırsa yapılsın. İsterse nüfusun %100’ü beğensin. Ancak insanların aynı topraklar üzerinde ortak değerler etrafında buluşması, ilkesel bütüncülleşmesi ve eşgüdümlü davranması ile olanaklıdır.

Dolayısı ile en az iki hususu derhal vurgulamak ve hiç unutmamak gerek:

(1)“Ulus” kavramı salt tanımı gereği bile muhtelif çelişkileri çetrefilli sosyolojik kumaşında barındırır. Yani muhtelif iç ve dış çekişmeler dinamik insani dokusu gereği kaçınılmazdır. Hatta ulusun sürdürülebilirliği açısından bu psikolojik gerilimler ve çatışmalar, fakat bütüncüllüğe tehdit oluşturmadan çözümlenmeleri de gereklidir.

(2) Bütüncülleşme de asla homojenleşme demek değildir. İdeolojik veya idari kolaylık gibi açılardan devletlerin böyle dürtüsel, hayali veya ütopik bir nihai hedefi olabilir. Fakat en totaliter yönetimlerle bile bunun gerçek yaşamda, yani somut tarihsel koşullarda gerçekleşebilmesi olanaksızdır.

KİMLİK KAVRAMI

Şimdi bu bakımlardan Türkiye’nin uluslaşma ve demokratikleşme  tarihçesine sadece kimlik kavramı penceresinden bakalım.

Dünyada ve Türkiye’de kırk yıldır bil(mey)erek gidişatı yönlendiren toplum ve siyaset bilimciler, iktidarların ideolog elitleri entelektüeller ve muhalefetteki siyasetçiler kimlik (identity) kavramına hala sıklıkla başvuruyorlar. Fakat çoğu kez de ya abartarak ya da yanlış kullanıyorlar. Üstelik özgürlük, demokrasi, özerklik veya beka adına muhtelif yönlerde araçsallaştırıyorlar.

Oysa, kimlik kavramının bireysel veya toplumsal gelişme süreçlerindeki işlevi belirli ve de son derece kısıtlıdır. Ayrıca tarihsel anlamda da dönemsel, olumsal veya koşulsaldır.

Dahası, kimlikler her zaman çoğuldur. Kendi içlerinde ve aralarında da akışkandır. Ontogenetik ve sosyogenetik hiyerarşileri gelişimsel ve etkileşimseldir. Hepsi bir yana, bireysel ve kolektif özneleşme ve özgürleşme süreçlerinin başka temel psikolojik kavramlarıyla da yakın ilişkilidir.

Söz konusu olan hangi tür kimlik ve milliyetçilik tipi olursa olsun: Yani ister 80’ler sonrası yükselmiş kimlik politikalarındaki (postmodernist, postyapısalcı veya postsömürgeci)  kimlik milliyetçilerinin söylemlerini kaplayan muhtelif alt-grup kimlikleri olsun.

İsterse “eski tip” (modernist) veya günümüzde yükselen “yeni tip” (postküreselci) üst-kimlik milliyetçilikleri olsun.

Bu analitik ve ampirik gerçeklik hiç değişmez. Dolayısıyla da böyle temel kavramları, birbirleriyle ve toplumsal olgularla ilişkilerini doğru kavramalı.

Aksi takdirde, dünya veya ülke yöneticilerinin kimlik politikaları retorik söylemleri ve siyasa eylemleri sadece yönetsel başarısızlık getirmez: Günümüzde içerde ve dışarda yığınla örneği yaşandığı üzere, insani felaketler ve toplumsal yıkımlar demektir. Bu konuları ayrıntılı tartışmayı başka yazılara bırakalım.

DİL VE ZİHİNSEL SÖMÜRÜ

Yurttaşlık eğitiminde ezberletilen ve bir ulusu bir arada tutan “birlik” klişelerini bilirsiniz. Ancak bunların içinde en önemli ve belirleyici olan ne din, ne kültür, ne devlet, ne tarih, ne coğrafya, ne gelecek tahayyülü, ne ülkü veya milli kimlik birliğidir.

Popülasyonu “yeterince uyumlu ve benzeşik, fakat yeterince çoğulcu ve ayrışık” olarak bir arada tutacak olan en kritik “bağ(layıcı) dokusu” ortak dildir.

Çağdaş bir ulusun en önemli “bağışıklık sistemi” onun ortak kavramsal veya zihinsel dilidir. Nitekim, toplumsal dayanıklılığı veya değişen çetin dünya koşullarına uyumu veya direnci de onun sağlamlığı ve gelişmişliği ile ilgilidir.

Tabii bu da bizi başka bir uyarıyı bir kez daha tekrarlamaya davet ediyor. Özellikle de devletin TDK, RTÜK gibi ideolojik aparatlar aracılığı ile baskıcı dil bekçiliği, kültürel sansür yapmaya çalıştığı ve anadilde eğitim tartışmalarının yapıldığı bir ülkede:

Burada “ortak dil” ile kast ettiğim daha önce de yazmış olduğum gibi, kavramsal, zihinsel ve düşünsel dil. Yani dar anlamı ile Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Hintçe gibi “doğal diller” değil.

Hintçe de demişken, Salman Rushdie’nin 90’lar ortasındaki New Yorker makalesi ile meşhur eleştirisini de hatırlamalı. Hani postkoloniyel Hindistan’da İngilizce yayınların ülkede resmen tanınmış 18 dilden daha başat olduğunu ve Üçüncü Dünya ülkeleri yazınının Avrupa dillerinden olmadıkça dışlandığını yazdığı sert çıkışını.

Bu arada şu notu da düşelim: Resmi yazışmalarda Hintçe ve İngilizce’nin kullanıldığı Hindistan’da bugün anayasasının tanıdığı resmi dil sayısı 22. Dil bilimcilere göre ülkede konuşulan 200’e yakın dil ve 500’den fazla da lehçe var.

Belli başlı 11 dil (Assamca, Bengalce, Gujaratça, Kannadaca, Keşmirce, Maratça, Malayalamca, Tamilce, Teluguca, Pencapça ve Urduca) içinde, en az kişinin kullandığı Urduca dilini 52 milyon Hintli konuşuyor. Ülkenin nüfusu iki sene önce 1.38 bilyon idi. (Yani 1.40 bilyonluk Çin’den sonraki en kalabalık ülke!)

Ortak doğal veya resmi dil tartışmaları alevlendikçe, muhalif liderlerin sıklıkla dillendirdiği slogan ise şöyle: “Hindistan Hintçe’den (dil), Hindu’dan (din) ve Hindutva’dan (din milliyetçiliği) daha büyüktür.”

Öte yandan elbette zihinsel emperyalizm veya dilde sömürgecilik bir tür epistemik şiddettir. Düşünce, dil, zihniyet ve davranış doğrudan ilişkilidir ve her türlü toplumsal faaliyeti belirleyicidir.

“El diliyle” tabii ki özerkleşilemez. Fakat “el alem” denilen nedir? Önce onu doğru tanımlayarak ayırdında olmak gerek. Zaten kozmopolit evrensel dilden anlamadan ve onunla kavramsal düzlemde düşünsel diyaloğa giremeden de asla demokrasi ve özgürlük filan olmaz! Fakat bu konuyu da başka bir yazıya bırakmak gerek.

Ya peki, olmazsa ne mi olur? Bugün açlık sınırı 6500TL iken asgari ücret 5500TL olur. Ulusun yarısı yoksul, aç, açıkta ve sefil kalır. Madımak katliamı 29uncu kez ve yanı sıra, belleğe sığabildiği kadar faili meçhuller, faili belli yargılanamamışlar da hatırlanırken adalet unutulur. Dünya “Türkiye” yazmayı öğrenerek dönmesine devam eder.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI