İdeolojilerin hiçbiri bugünün sorunlarını tek başına çözmeye mahir değil. Bunun sebebi, ilk ayakta aklımıza gelen ideolojilerin sanayi toplumunun gerekleri olarak ortaya çıkmasında yatıyor. Geçenlerde bindiğim taksinin şoförü Altılı Masa’ya oy vermeme sebebini “orada Hıristiyan var,” diye anlattığından beri aklımda bu konu çengellendi durdu. Masayı düşündüm, Hıristiyan yok, en azından benim bildiğim kadarıyla o altı liderden hiçbiri Hıristiyan değil ama adam emin; hatta öylesine emin ki bu siyasi tercihini belirlemiş. Tabii Hıristiyan olsa ne olur, o ayrı bahis ama benim aklımı kurcalayan o kısmı değil. Taksici bir kere “gavur” demiyor, adıyla sanıyla Hıristiyan diyor. Demese, Yahudi düşmanlığının bu topraklardaki en ahmakça örneği olan Sabetayizme yoracağım. Sonra, sormadan bir düşündüm, dedim ki kastettiği olsa olsa CHP’dir. Gene de merakımı celbetti, kim dedim bu “masadaki Hıristiyan”? Adam kafasını çevirip bana kâh cehaletime acıyarak kâh kendi eşsiz bilgisine yeniden hayran olarak baktı ve şak diye cevapladı: “Temel Karamollaoğlu!” Herhalde gözlerimin yuvalarından fırladığını gördüğü için bu bilgiye çok az insanın sahip olduğunu söyledi. Böylece bu adam, “o çok az” sayıdaki insandan biri olarak daha da güvenle gaza bastı. Neyse, ben indim. Ama dediğim gibi adamı unutamadım. Düpedüz bir yalan bu. Ama o taksici buna inanmış ve hayatındaki bazı -ciddi sonuçlara yol açacak- kararlarını bu gizli bilgiye göre vermiş. Benzer bir konu Lozan meselesi. Yüz yıllıkmış da bitecekmiş de tam bağımsızlıkmış da… Al işte Lozan seneye de devam edecek ama birileri gene inanmayacak. Peki, bu nasıl oluyor? Yani, insanlar nasıl oluyor da böylesine absürt yalanlara bu kadar güçlü bağlanabiliyorlar? Şimdi ben bu konu üstüne yazı yazıyorum ama kaç kişinin ilgisini çekecek bilmiyorum, dahası, bu yazıyı okuyacakların da zaten böyle teranelere prim vermediğine eminim. Sanırım sebeplerden biri bu. İKNA MÜCADELESİ Biraz açıklayayım: Bir siyaset tarzı olan popülizm evvela “halkın dilini” konuşmakla başlıyor. Popülist lider dediğimiz kişi ya da kıymetlerini ondan alan piramidin alt katlarındaki liderciklerin bu diline karşı oturup başı sonu belli, imlası düzgün bir yazı yazmanın kısa vadede hiçbir kazanma şansı olmuyor. Ayrıca, oradaki “mühim hissetme” duygusunu vermek de çok cazibeli. Günde on iki saat direksiyon sallayan adama yirmi dakikalık bir yolculukta Lozan’ın maddelerini anlatamazsınız ama komplo teorilerini rahatlıkla anlatabilirsiniz. “Biliyoz biz ya neyin nolduğunu…” Adam eve gidip bu bilgiyi paylaştığında ne kadar önemli kişilerle birlikte olduğu ve işler yaptığı ortaya çıkacak. Gelmek istediğim yere hâlâ gelemedim, lafı uzatıyorum -hâlâ. Bu durumla nasıl mücadele edeceğimizi tartışmak istiyorum. Kitleselleşebilmenin yollarından biri de bu çünkü. Ne zaman ve nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ama Lozan’ın gizli maddelerini bilenlerin Lozan’ın herhangi bir maddesini bilenlerden açık ara daha fazla olduğuna dair bir anketin varlığı aklımda kalmış. Bu nasıl mümkün olabiliyor? Aleni bir yalanın somut bir hakikatten çok alıcı bulması neyle açıklanabilir? Felsefi bir tartışmada hakikat diye değişmez bir şeyin olup olmadığını bir kenara bırakalım. Burada çok tuhaf bir eşitsizlik var. Nitelik olarak hakikatten yana olsa da kısa vadede yalanların kazandığını görüyoruz. Gramsci’nin bir örneği vardır: Komünizmi içselleştirmiş halktan bir adamla burjuva iktisat profesörü, ekonomi tartışırlar. Bu tartışmada kimin kazanacağı belli gibi ama gel de takside yap, bakalım kim daha ikna edici? Zaten Gramsci’nin meselesi de ikna edicilik, ona göre sosyalizm büyük bir ikna mücadelesi, bugün, böylesine keskin bir ayrım olmadığı için, belli ölçüde demokrasi kavgasının da bir ikna mücadelesi olduğunu söyleyebiliriz diye düşünüyorum.
Popülizmin ikna ediciliğinde “mühim hissetme” duygusunu vermek de çok cazibeli. Günde on iki saat direksiyon sallayan adama yirmi dakikalık bir yolculukta Lozan’ın maddelerini anlatamazsınız ama komplo teorilerini rahatlıkla anlatabilirsiniz. “Biliyoz biz ya neyin nolduğunu…”
Bana göre bu ikna ediciliğin en önemli koşulu muhatabına kendini önemli ve değerli hissettirmek. İdeolojiler de size büyük hakikatin bir parçası olduğunuzu hissettiriyor. Verili anda her toplumun büyük sorunları vardır -bu sorunların büyüklüğü de döneme göre değişir, bir dönem için çok büyük sorun olan bir konu bir süre önemsizleşebilir, hatta tamamen unutulabilir. Siz de bu sorunlar için çözümler üretmek istiyorsunuz. Bölüşümün hakça yapılmasıyla sorunların çözüleceğine inanıyorsanız, bu inanç sizi büyük bir hakikati bilen insanların parçası yapacaktır. Böylece, bir hedef belirleyeceksiniz, o hedefe doğru kararlılıkla, adım adım ilerleyeceksiniz. Oya Baydar’ın Sıcak Külleri Kaldı’sındaki Eskişehirli usta geliyor aklıma. Bu büyük mücadelenin adamı olduğu için önemli biri, olmasa milyonlarca işçi gibi sıradanlaşacaktı. İnsanların kendilerini önemli hissetmesi lazım. İdeolojiler dedim ama hiçbiri bugünün sorunlarını tek başına çözmeye mahir değil. Bunun sebebi, ilk ayakta aklımıza gelen ideolojilerin sanayi toplumunun gerekleri olarak ortaya çıkmasında yatıyor. Sanayi Devrimi ile ulus-devlet birbirini besleyen bir süreçti. Bugün, ulus-devlet kavramı aşınıyor. Dolayısıyla da sanayi toplumu zihniyetinin ürettiği ideolojiler bir ölçüde anakronik kalıyor, çözüm bulmaya yetmiyor. Ama en iyisi burada kesip haftaya kaldığım yerden devam edeyim. Yoksa bütün bir pazarı bu yazıyı okuyarak geçirmenizi talep etmiş olacağım.