PolitikYol Dosya | İlhan Tekeli: ‘Yatay kent’ dünyadaki tartışmaya yabancı, ekolojik olarak sürdürülebilir kent, ‘Kompakt Kent’tir

Serkan Üstün

Şehir ve bölge plancısı Prof. Dr. İlhan Tekeli, PolitikYol’un “21. Yüzyıl’da Kent Yönetimi” dosyası kapsamında yaklaşan yerel seçimler öncesi kentsel planlama, demokrasi ve yerel yönetimler ile ilgili sorularımızı cevapladı.

21. yüzyılda demokrasi ve yerel yönetimler ilişkisinden partilerin yerel yönetim politikalarına, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yatay kentleşme söylemine ve kent yönetimlerine dair geniş kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdiğimiz Tekeli, 21. yüzyılda kent ve kır ayrımının ortadan kalktığını belirterek “Eskiden metropolde bir hakim merkez vardı ve her şey oradaydı. Şimdi çok odaklı bir yaşam oluşuyor. Eğer eskiden olduğu gibi çok odaklı olsaydı bugün yaşadığımız trafik sorununun elli mislini yaşardık. Yani kent yeni bilgi toplumuna ilişkin bir uyum yapıyor. Bu realiteye göre bir yeni kent yönetimi, yeni kentsel kavramlar, yeni örgütlenme biçimleri düşünmek gerekiyor.” ifadelerini kullandı.

Kent yönetimlerinin bugün en büyük sorununun demokrasi olduğunu ifade eden Tekeli, “Ülkede demokrasinin varlığı ya da yokluğu, o kararın verilme biçimi ile ilgilidir.” dedi.

Yatay kentleşme-dikey kentleşme tartışmasının dünyadaki kavramsal tartışmaya yabancı bir konu olduğunu ifade eden Tekeli, günümüzde kentçilik için dünyada öncelikli olanın ekolojik sürdürülebilirlik olduğunu belirtti. Tekeli, “Ekolojik olarak sürdürülebilir bir kent, kompakt kenttir.” diye konuştu.

“KÖY KENT AYRIMI ORTADAN KALKTI, BÜTÜN ALAN KENTLEŞTİ”

  • 21. yüzyıl nasıl bir kent modeline ihtiyaç duyuyor? Mevcut kent yönetimleri miadını doldurdu mu?

Kent yönetimlerinden önce, “Kentler miadını doldurdu mu?” diye sorabilirsin. Çünkü kent yeni bir biçim alıyor. Eskiden bizim bildiğimiz bir köy, bir de kent vardı. Köy-kent karşıtlığı ortadan kalktı. Bütün alan kentleşti bir anlamda. Köylüyle kentli ayrımı da yok oluyor. Örneğin, İzmir’de bu ayrım tamamen yok olmuş durumda. Köylüye eskiden ‘iş bilmez’ olarak bakılırdı. Ama şuan köylüler bütün fırsatları kullanıyor. Gerekirse iş yapıyor, gerekmezse yapmıyor. Gerekirse şehre gidiyor. Diğer taraftan bir başka karışıklık şehirlinin köye gelip iş yapması. İzmir’de bütün organik tarım işi kentlilerin elinde. Büyük hayvancılık çok önemli bir durumda ve hep kentli işletmeler halinde.

“BÜYÜKŞEHİRLER ESKİ KENT KAVRAMI İLE KARŞILANAMIYOR”

Bugün köy ve kent ayrımı niteliğini yitirdi. Dünyada yeni bir yerleşme biçimi oluşuyor ve bu yerleşme büyük ölçüde kent ağırlıklı. Ancak eskisi gibi bu kent, bir noktaya toplanmış bir kent değil. Türkiye’de de 6030 sayılı yasa ile bütün ili kapsıyor. İçinde değişik faaliyetlerin olabildiği bir alan ve bu alanın yönetimi ile karşı karşıyayız. Bu yönettiğimiz alansal büyüklüğün niteliği eski kent kavramıyla karşılanamıyor.

“METROPOL GÜNÜMÜZÜN KENTİ DEĞİL”

Bir de büyük kentlere metropol deniliyor. Bu tür kelimeler anlamını yitirmiş durumda. Metropol günümüzün kenti değil. Metropol, sanayi döneminin kenti. Bugün bilgi toplumuna geçilen bir kentte, “çok odaklı kentsel bölge” kavramı var. Bugün Ankara, İstanbul ve İzmir, çok odaklı, büyük ve sürekliliği olan kentsel alanlardan oluşuyor. Bu çok odaklı kentsel parçaların her birinin içinde bir hayat kurulabiliyor. Merkeze gitmeye gerek kalmıyor. Eskiden metropolde bir hakim merkez vardı ve her şey oradaydı. Şimdi çok odaklı bir yaşam oluşuyor. Eğer eskiden olduğu gibi çok odaklı olsaydı bugün yaşadığımız trafik sorununun elli mislini yaşardık. Yani kent, yeni bilgi toplumuna ilişkin bir uyum yapıyor. Bu realiteye göre de yeni kent yönetimi, yeni kentsel kavramlar, yeni örgütlenme biçimleri düşünmek gerekiyor.

“KENT YÖNETİMİNDEKİ TEMEL PROBLEM…”

Bizim İzmir’deki modelimiz, bir anlamda Türkiye’deki İzmir örneğinden yola çıkarak, geleceğin kenti nasıl yönetilir sorusuna yanıt vermeyi amaçlıyor. Türkiye’deki kent yönetimlerindeki temel problem, kenti ve yereli bir demokrasi odağı olarak düşünmek alışkanlığının olmaması. Aşırı yetkilerle donatılmış bir merkez var. Bu merkez, sağlıklı bir yerel yönetimin doğmasına olanak vermiyor. Sağlıklı bir yerel yönetim yoksa orada birinci sınıf bir demokrasi olamaz. Çünkü demokrasi merkezden kurulamaz. Demokrasi yerelden kurulur. Sonra merkezi inşa eder. Halbuki Türkiye’deki yerel, merkez tarafından işgal edilmiş durumda. ‘Yerel kamu alanı’ diye bir şey yok. Yerel konu diye bir şey de yok. Yerel medya da yok. Şimdi Çatalağzı’na yeni bir termik santral yapmak istiyorlar. Merkezden bir bürokrat enerji sorununu çözmek için oraya bir termik santral konması için karar almış. Ama orası şuan yaşanacak yer olmaktan çıkmış. Orayla hiçbir ilişki kurmadan merkezden bu kararı verdiğin zaman senin merkezde verdiğin her karar toplumda demokrasi açığı yaratıyor.

“TÜRKİYE’NİN TEMEL PROBLEMİ BİR DEMOKRASİ KRİZİDİR”

Bugün Türkiye’nin temel problemi bir demokrasi krizidir. Bu demokrasi krizi de yereli görmemekle ilgilidir. Türkiye’deki mevcut iktidar biz vesayeti kaldırdık diye övünüyor. Peki yerel üstünde niye bu kadar vesayet kuruyorsun. Bu büyük tutarsızlık. Merkezde 20-30 kuruluş yerel yönetime sormadan gidip o kentte doğrudan uygulama yapabiliyor. Bu vesayetten de öte bir şeydir. Burada direkt yetki gaspı var. Biz bir demokrasi açığı üretiyoruz sürekli olarak. Bizim tartışmamız gereken mesele yerel demokrasi meselesidir. Metro yapılsın mı yapılmasın mı? Bu teknik bir konu. Sorun onu nasıl yapacağın. Demokrasi sorunu, “Neyi yapacaksın?” değil, “Yaptığını nasıl yapacaksın?” sorunudur.

Siyasi dinamiğimiz sürekli ötekileştirme üzerine kurulan bir dinamik. Eğer bir toplum tamamen gruplara ayrıştırıldıysa hiçbir sorununu çözemez. Çünkü bir sorunu çözdüğünüz zaman öteki grup “hayır” diyor. Hiçbir sorunu çözemiyorsun. Türkiye demokrasisini ötekileştirme üzerinden işlettiği için sosyal sermayesini sıfıra indiriyor ve bu nedenle problemlerini çözemez hale geliyor. Demokratik sürecin araçsal olarak işletilmesi, yani ötekileştirmenin oy almak için işletilmesi sonucu ortaya çıkan bir durum bu.

“SEÇİMİN VARLIĞI DEMOKRASİNİN VARLIĞINI GARANTİ ETMEZ”

“Seçim varsa demokrasi vardır, seçilen kişi karar veriyorsa neden karşı çıkıyorsunuz?” deniyor. Bu yanlış bir demokrasi kavramsallaştırmasıdır. Seçim esastır tabi. Seçim iktidarın kim olacağını belirler. İktidar olan adam her kararı verirken keyfi davranamaz. Her kararını demokratik olarak vermek durumundadır. Eğer o kararlarını demokratik olarak vermiyorsa orada demokrasi yoktur. Seçimin varlığı orada demokrasinin varlığını garanti etmez. Demokrasinin varlığı için iki koşul vardır. Birincisi seçimin varlığı, ikincisi verilecek her kararın demokratik olarak verilmesi. Bu ikincisini vermediğiniz zaman seçim önümüzdeki dönemin diktatörünü seçmek oluyor. Büyük bir demokrasi krizi ile karşı karşıyayız. Bu yerele indiğinde daha da büyüyor. Oy kullandığımızda yetkileri olan bir adamı seçtiğimizi zannediyoruz ancak şuan yetkiler tamamen merkezileşmiş durumda. O zaman ben neyi neden seçtim? Bu benim için belirli değil. Benim seçtiğim adamın karar verme yetkisi yoksa niye seçtim ben bu adamı?

  • Tüm partilerin seçim bildirgelerinde ‘şeffaflık’ ve ‘demokratik katılım’, ‘birlikte yönetim’, ‘ortak akıl’ vurguları var ancak pratikte bu yazanlar uygulanmıyor gibi görünüyor. Bu konuda ne söylersiniz?

Bizim bu seçimde karşımızda iki sorun var. Biri demokrasi sorunu ve bunun yerel yönetimlerle ilgili kısmı. İkincisi, ketlerimiz nasıl dönüşüyor ve dönüşen kentlere nasıl yaklaşarak çözüm üretebiliriz. Bugünkü seçim kampanyalarına baktığımda görüyorum ki, bu ikinci soru hiç tartışılmıyor. Birinci soru da şöyle tartışılıyor: Her grup diğerini nasıl ötekileştireceğiz diye düşünüyor ve demokrasinin içeriğini boşaltan, toplumsal sermayeyi sıfıra indirgeyen bir seçim kampanyası geçiriyoruz.

  • AKP’nin bildirgelerine baktığımızda Türkiye’deki kentlerin sorunlarına çözüm üretecek bir perspektif var mı?

AKP’nin 11 maddelik bir manifestosu var. Eğer AKP’nin 16 yıldır iktidar olduğunu bilmezsen bildirgeyi okuduğunda ‘olabilir’ diye düşünebilirsin. Ders kitaplarında yazan, herkesin kabul ettiği şeyleri bildirgeye koyarsan ve bunu tarihini bilmezsen bunu eleştirmenin çok temeli olmaz. Bildirgede ‘katılımcılık’ yazıyor mesela. İnsanlar ben hata yaptım, değiştiriyorum diyebilir. Ancak yaptıkları ile bu kadar tutarsız bir şey söylüyorlarsa bu ikna edici olmaz ve ciddiye alınamaz. Nasıl olacak bu katılımcılık mevcut yönetimin içinde? Öğrenciler ödev yaparken internetten kes-yapıştır yaparlar bazen. Bu maddeler de onun gibi duruyor. Yeni bir şey söylerken gerekçelendirme ve yeni düşüncenin temellendirmesi gerekir. Burada öyle bir şey yok.

Sadece oy almak için bu tür kavramları söylemek demokrasiyi de araçsallaştırıyor. Demokrasi, iktidara gelmek için bir söylem inşa etmeye dönüşüyor. Hala konuşmamızda bir türlü şehir meselesine giremedik. Çünkü demokrasi meselesini çözmüş değiliz. Bizim siyasetçilerimiz demokrasi konuşmasını biliyorlar mı? ‘Vatandaş’la değil, sadece ‘seçmen’le ilişki kuruluyorsa bu, demokrasinin araçsallaştığını gösterir.

“YATAY KENT-DÜŞEY KENT DİYE TEORİK BİR KAVRAM YOK”

  • Şehirciliğe de yavaş yavaş girelim o halde? “Yeni bir şey söylenmiyor” dedik ama Erdoğan’ın ‘yatay kentleşme’ vurgusu var örneğin. Burada yeni bir şey söylenmiyor mu? Bu tartışma hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yeni bir şey söylenmiyor. Çünkü “yatay kent” veya “düşey kent” diye bir teorik kavram yok. Biz daha çok onu bir yoğunluk hesabı olarak yaparız. Yoğunluk hesabı üstünden bazı dağılımlara karar veririz. Cumhurbaşkanımız “yatay kent olsun” dedi diye siz bunu ciddiye mi alıyorsunuz. Burada bir plan var. Planda bazı haklar verilmiş. Sen o hakları geri alabiliyor musun? Alamıyorsan bunu demenin bir anlamı yok. Şunu demesi lazım: “A Mahallesi’nde verilmiş imar hakları, emsal 2’dir. Bu 2 emsalini 1’e düşürdüm.” Bunu söylemediği sürece bir anlam ifade etmiyor. Bunu söyleyemez. Çünkü onların da hukuken bir hakları oluştu. Geçmişte burada kentin bir yerleşik dokusu içinde imar hakları vardı. Diyelim ki bir mahallede 4 katlı düzen vardı. Ankara’da 4 katlı bir yerleşik düzenin içinden 50 katlı gökdelenin çıktığını görüyorsunuz. Bu nasıl çıkıyor? Bu özel izinlerle ve imar değişiklikleri ile çıkıyor. Belki onlar olmayabilir. Ondan da şüphem var. Verilmiş hak varsa o gitti zaten. İstanbul’da onlarca inşaat devam ediyor. Daha da edecek.

“DÜNYADAKİ KAVRAMSAL TARTIŞMAYA YABANCI BİR KONU”

Bu, dünyadaki kavramsal tartışmaya yabancı bir konu. Bizim jenerasyonda “güzel kent” Hollywood filmlerinden bilinir. Biz bu filmlerde düşük yoğunluklu, bahçeli evlerin olduğu şehirleri izledik. Türkiye’de sanılıyor ki bu ideal bir kenttir. Avrupa’nın kentle ilgili şartında ekolojik problemleri çözebilmek için “kompakt şehir” kavramı geldi. Bugün istenilen şey yoğunluğu yüksek kompakt şehir. Ulaşımı küçültmek gerekiyor. Çünkü onu küçülttüğünüz zaman hava kirliliğini azaltıp enerji sarfiyatını düşürüyorsunuz. Ekolojik olarak sürdürülebilir bir kent, kompakt kenttir. Kompakt bir kentin bazı yerleri yüksek olur. ABD’de düşük yoğunluklu yerlerin içine doldurma (infill) projeleri yapıyorlar. Yoğunluğu artırıp kenti ekolojik olarak tutarlı hale getirmeye çalışıyorlar. Yoğunluk düşük olduğunda toplu taşımayı çalıştıramadığınız için örneğin yaşlılara servis veremiyorsunuz.

Bu meseleler bir siyasetçinin “alçak kent”, “yüksek kent” gibi yargılarıyla kararlaştırabileceği meseleler değildir. Böyle bir söylemin varlığı o ülkede demokrasinin yokluğunun ifadesidir. Bu çok ciddi bir karar alanı. Bunu anlatırken ekolojik bir teoriye ve kamu hizmetlerinin kolay görülebilmesi meselesine dayanmaya çalışıyorum.

  • Millet Bahçeleri projeleri ile yeşil alanların artırılmasına ilişkin çalışmalar söz konusu. Erdoğan da bunu çokça vurguluyor. Yeşil alan meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bunun doğru yolu plan üstünde çalışarak ve onun üzerinden bir karar verilerek olur. Türkiye’de olan nasıl bir iş? Bir gün Cumhurbaşkanı yeşillerin artmasına karar veriyor. Bu kararı şehir plancısı verebilmeli. Bu tepeden verilebilecek bir karar değil. Bu meseleler de Türkiye’deki siyaset yapma biçiminin uygunsuzluğunu anlatmanın ötesine geçmiyor. Boşalan stadyumların içine yeşil alanın yapılması kötü müdür? Çok iyidir. Yapılsın. İyi olur. Ancak bunun yapılma biçimi çok önemli. Bir ülkede demokrasinin varlığı ya da yokluğu, o kararın verilme biçimi ile ilgilidir. Bizdeki verilme biçimi bana biraz tuhaf geliyor.

“TARTIŞILMASI GEREKEN ŞEY PROJE DEĞİL, PROJENİN NASIL YAPILACAĞI”

  • Tüm bu çerçevede sosyal demokratlar, solcular nasıl bir kent modeli vadetmeli

Demokrat. Demokratik olmayan bir yönetim biçimi olamaz. İktidar sadece projeleri tartışmaya çalışıyor. Tartışılması gereken şey proje değil, projenin nasıl yapılacağıdır. Eğer otoriteyseniz ve her şeye karar vermek istiyorsanız, tartışmayı kararın nasıl verildiği üstünden değil, verilen kararın doğruluğu ve yanlışlığı üzerinden tartışırsınız. Bu tartışmayı oraya getirdiğiniz zaman bu, “Ben demokrasi tartışmayacağım” demektir. “Senin ihtiyacın olan projeyi tartışıyorum” demektir. Geçen seçimlerde İzmir’de bir slogan vardı. “İçinde sen yoksan anlamı yoktur.” Müzakere kapıları kapatıldığı zaman demokrasi açığı ortaya çıkar. Biz projeleri demokrasi açığı ile tartışmamalıyız. Demokratik olarak tartışmalıyız.

İzmir modelinde bu bakımlardan bir sürü yenilik var. Bunlardan bir tanesi komünite oluşturma. Bizde komünite oluşturmaya daha çok mahalle düzeyinde bakılıyor. Yüceltmeler de onun üzerine. Bu geçmiş dönemin çok küçük, demokratik olmayan, içinde paternalist baskıların çok yüksek olduğu bir mahalle özlemi. Bunun sonucunda bugün kentlerimizde parçalanmış bir sosyal doku var. İçine kapalı küçük komünitelerden oluşan bir sosyal doku var. İstanbul dediğinizde nereyi anlıyoruz? İstanbullu kim? “İstanbul’da yaşıyorum.” diyen bir insan 3 noktada yaşıyor. Evinde, işinde ve çocuğunun mekanında. Kentsel mekanı kullanmayan, birbiriyle etkileşmeyen, hiçbir kamusal mekanda bir araya gelmeyen, parçalanmış bir yapı görüyoruz. İzmir neden farklı? İzmir’de bir kamusal alan var. 40 km sahil bir kamusal alan olarak kuruldu. İzmirli evine hapis olarak yaşamıyor. Günde 4 saatini orada geçiriyor. Ankara Kızılay’dan geçen adam oradan hızla geçiyor. Ama İzmir’deki insanlar uzun süre bir arada bulunuyor. Orada vakit geçirdiği için kılığına kıyafetine dikkat ediyor. Orada birbirlerine saygılı bir şekilde bir arada vakit geçiriyor. Önemli olan kentin bütününün bir komünite haline gelebilmesi. Etkileşime açık, birbirinin varlığına saygı duyan ve birlikte yargı geliştiren bir komünite. İzmir’de CHP’nin oy alması, bir ideolojik problemden çok bir birlikte yaşam problemi ile, kamusal alan ve oradaki etkileşme ile ilgili.

“İZMİR MODELİNİN BÜYÜK DEĞERİ YAŞAM KALİTESİDİR”

“Biz nasıl bir kentsel yaşam istiyoruz?” “Bizim kentsel yaşamla ilgili problemlerimiz ne?” Bunları hiç duydunuz mu? Kampanyalarda halkın kentsel yaşama ilişkin demokratik bir talebi ile ilgili bir şeyi hiç duydunuz mu? İzmir modelinin büyük değeri yaşam kalitesidir. Yaşam kalitesi kalkınmadan öte bir şeydir. Doğrudan mutlulukla ilgilidir.