Küreselleşmenin ne zaman başladığı ile ilgili bir mutabakat olduğu söylenemez. Osmanlı’nın İstanbul’u fethinden sonra Batılı kaşiflerin gerçekleştirdiği deniz aşırı keşifleri dönüm noktası olarak alanlar da var, sanayi devrimini de… Bretton Woods sistemiyle başlatanlar da var, SSCB’nin dağılmasıyla da… Kimi araştırmacılarsa küreselleşmenin bir sonuç değil süreç olduğunu ve bu dönüm noktalarından her birinin, küreselleşmenin bir adımı olduğunu kabul ediyor.
Nereden başlatırsanız başlatın küreselleşme bugün ekonomi, siyaset ve toplum hayatındaki en belirleyici unsur. Küreselleşmenin dinamikleri, dünya toplumunun dinamiklerine paralel olarak sürekli değişiyor. Üretim araçları çeşitleniyor ve farklılaşıyor. Küresel ve bölgesel ekonomik aktörler grubunun üyeleri ve aralarındaki sıralama da zaman zaman yer değiştiriyor.
Kapitalizm 1990’larla birlikte öyle bir nitelik değişimi yaşamaya başladı ki, klasik iktisat teorisini geçersiz kılacak sonuçları da beraberinde getirdi. Küresel ekonomi sadece doğrusal bir uluslararası düzlemde değil, çok yönlü ve karmaşık bir düzlemde işler hale geldi. Bunun sonucunda denk bütçe anlayışı, tasarruf-yatırım ilişkisi, paranın sadece bir mübadele aracı olması ve emek-değer teorisi gibi yaklaşımlar artık ekonominin dinamiklerini açıklamakta yetersiz kalmaya başladı.
Emperyalizm de bu değişime ayak uyduruyor. Küreselleşmeyle birlikte emperyalizm de dönüşüyor. Hatta küreselleşmeyi, emperyalizmin yeni bir boyutu veya 21. yy versiyonu olarak tanımlamak bile mümkün.
Wikipedia’nın yeniden açılmasıyla ülkemizde küreselleşmenin ve bilgi toplumunun zirvesini (!) yaşadığımız bugünlerde, Wikipedia’dan alınan şu emperyalizm tanımları, 20. yy emperyalizmini anlamak için temel bir bakış açısı sunuyor:
– Bir ülkenin topraklarını genişletmesi,
– Bir ulusun veya toplumun başka bir ulusu veya toplumu vergiye bağlaması,
– Bir ulusun veya toplumun başka bir ulus veya toplumun topraklarındaki kaynaklarından yararlanması,
– Bir ülkenin veya toplumun başka bir bölgeye kendi kültürünü yayması ve oranın halkını köle olarak kullanması.
Oysa 21. yy emperyalizminin, yani küreselleşmenin amaçları benzer olsa da dinamikleri bambaşka…
1870-1911 arası dönemde kapitalizmin yaşadığı hızlı güçlenme ve yayılma dönemi “belle époque” nasıl 20. yy emperyalizmini doğurmuşsa, özellikle 1990’lar itibariyle yaşanan hızlı küreselleşme süreci de 21. yy emperyalizmini beraberinde getirdi.
Bilgi teknolojilerinin gelişmesinin küreselleşme üzerindeki etkisi yadsınamaz. Bilgiye erişimde ve bilginin işlenmesinde yaşanan gelişmeler, bilgiyi çok kritik bir üretim faktörü haline getirdi. Üretim süreçlerinde insan aklı ve yenilikçilik/inovasyon giderek önem kazanırken, sermaye önemini kaybetti.
Buna bağlı olarak arz-talep dengesi kanunu da geçerliliğini kaybetti. Bilginin bir üretim aracı olarak rolü, ürünün değerine de yansımaya başladı. Ürünün değeri, içerdiği know-how’a bağlı hale geldi ve fiyatı belirleme gücü talep edenlerin ellerinden kayarak, bilgiye dayalı üretim yapan üreticiye geçti.
Öte yandan küreselleşme, kelime anlamının aksine, tek yönlü ve merkezden çevreye doğru bir süreç. Dikkat çeken en önemli unsurlardan birisi, sorumlulukların küreselleşmiyor oluşu… Örneğin gelir dağılımındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına ilişkin sorumluluk, iklim değişikliğinin yarattığı sorumluluk, üretim-sürdürülebilirlik arasındaki dengesiz ilişkinin yarattığı sorumluluk üreticiler tarafından üstlenilmeyince, bunların maliyetleri mecburen tüketiciler tarafından üstleniliyor.
Sorumlulukların küreselleşmemesi, yeni emperyalizm dediğimiz olgunun 20. yy emperyalizmine en yakın tarafı olarak görülebilir. Bu da bilgi ve teknoloji gibi yeni ve daha asimetrik araçlarla, eski sömürü ve istismar düzeninin devam ettirilmesi anlamına geliyor.
Bu asimetrik ilişki kendini en güçlü şekilde Ortadoğu’da ortaya koyuyor. Ortadoğu’da, bu yazının konusu olmayan ancak hidrokarbon kaynaklarıyla ve 20 yy. emperyalizmiyle sıkı sıkıya ilişkili çeşitli nedenlerle olgun bir sanayileşme süreci yaşanmadığı için, üretim ilişkilerine ve bilgi toplumuna adaptasyon da yetersiz kaldı.
Bu nedenle Ortadoğu’da insanlar eski usul bir anlayışla fakirleşmeye, ümitsizleşmeye ve modern topluma has evrensel değerler yerine ideolojik kimlikler ve arayışlara meyletmeye devam ediyor. Buna, 21. yy emperyalizminin maliyetleri de eklenince kitleler, kurtuluşu bugünün değil yarının dünyasında arıyor. Modern dünyadan beklentilerini ve küresel ekonomiden alacaklarını, canlı bomba eylemleriyle tahsil etmeye ve böylelikle bir yandan da cennete gitmeyi amaçlıyorlar. Bu da Ortadoğu’da, devlet dışı silahlı aktörler olarak adlandırılan, her biri bazı devletlerce terör örgütü, bazılarınca da müttefik olarak görülen örgütlerin insan kaynağı teminini kolaylaştırıyor.
Türkiye de “en masum tabiriyle” anlaşılmaz bir şekilde, küreselleşmenin en hızlı yaşanmaya başladığı dönemde küresel ekonomideki pozisyonunu Avrupa Birliği yerine Ortadoğu kriterlerine göre belirlemeye karar verdi. AB üyelik sürecinden yavaş ama hiç de gönülsüz olmayan bir vazgeçiş, Ortadoğu sorunlarına hızlı ve heyecanlı bir angajmanla birleşince Türkiye kendisini bir anda 21. yy emperyalizminin mağdurlar, ya da treni kaçıranlar veya trene binmeyenler kanadında buldu.
Bu “eksen sapmasının” ekonomik ve sosyal olduğu kadar ideolojik ve kültürel temelleri de var. Türkiye’nin sanayi toplumuna ayak uyduramadığı gibi, bilgi toplumuna da ayak uyduramadığı su götürmez bir gerçek. Dolayısıyla ekonomik “altyapısı” gereği zaten 21. yy emperyalizminin feodal kanadında yerini alması beklenirdi. Ancak burada gönülsüz değil oldukça istekli bir pozisyon alması, ideolojik ve kültürel faktörlerin de rol oynadığını ortaya koyuyor.
Türkiye’de iktidar özellikle son 10 yıllık dönemde, Türkiye’nin Batılılığını simgeleyen Cumhuriyet’e ve onun temel değerlerine yönelik bir meydan okuma içine girdi. Yeni Osmanlıcılık ambalajının içinde aslında karşı-devrimci bir hesaplaşma olduğu yadsınamaz. Dolayısıyla Ortadoğu’da realist gerekçelendirmelerle alınan ideolojik pozisyonun altında, Türkiye’nin tercih ettiği ekonomik ve sosyo-kültürel olarak konumlandırma olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Ortadoğu’da gönüllü şekilde alınan pozisyon ve girilen angajmanlar, bir yandan Türkiye’nin bilgi toplumuna ve küreselleşmeye ayak uyduramayışını, diğer taraftan da ideolojik ve karşı-devrimci heveslerini temsil eden bir kesişim noktası. İdeolojik, hatta teolojik temelli Ortadoğu politikasının açıklanmasında rasyonel arayışlara girilmesinin beyhudeliği de buradan kaynaklanıyor.
Gelinen noktada Türkiye’nin Ortadoğu’da izlediği, ayakları yere basmayan ve acemi “bölgesel hegemonya” politikasının sonucunda çamura saplandığı, Suriye’de batan ayağını kurtarmak için diğer ayağının Libya’ya basarak çıkmaya çalışırken daha da derinlere gömüldüğü, son çare olarak etrafındaki en sağlam gözüken ağaç dalı olan Rusya’ya tutunmaya çalıştığı söylenebilir. Saplandığımız çamurdan çıkışın mümkün olup olmayacağını ise zaman gösterecek.