PEN Ankara Temsilciliği’nden “Barış Günü” etkinliği

PEN Ankara Temsilciliği, 21 Eylül Barış Günü’nde, Yılmaz Güney Sahnesi’nde, “Barış ve Edebiyat” konulu bir etkinlik düzenledi.

Etkinliğin yöneticiliğini Pen Ankara Temsilcisi, sendikacı ve yazar Yaşar Seyman üstlendi.

Akademisyen ve yazar Erendiz Atasü, akademisyen ve yazar Ahmet İnam, tıp doktoru ve yazar Alper Akçam’ın konuşmacı olarak katıldığı etkinliğin sunuculuğunu Nurdane Özdemir Sağkan yaptı.

Yazar Adnan Gerger, ressam, şair ve yazar Ülkü Günay, yayıncı Celal Karaca’nın yanı sıra, çok sayıda edebiyatçının ve edebiyatseverin de dinleyici olarak katıldığı etkinliğe ilgi büyüktü.

PEN Türkiye Merkezinin, “21 Eylül Barış Günü” nedeniyle hazırladığı metnin okunması ve konuşmacıların tanıtıldığı kısa bir sunumun ardından, etkinliği yöneten Yaşar Seyman, barış ve edebiyatın önemini, duayen yazarlarımızın değerlendirecek olmasından duyduğu heyecanı belirterek, konuşmacılara söz verdi.

Her bir yazarın kendi özgün bakış açısıyla konuyu ele alması, salondaki ilgiyi daha da artırdı.

İlk sözü yazar Erendiz Atasü aldı. Atasü, geçmişten günümüze pek çok yazarın savaş ve barış konusunu eserlerinde işlediğine dikkat çekti. Tolstoy’un “Savaş ve Barış” adlı romanında kendi yaşadığı, bizzat tanıklık ettiği savaşı betimlemesindeki başarısına dikkat çekerek, savaşın anlamsızlığını, yok ediciliğini de dile getirdi.

Atasü, “İkinci Dünya Savaşına katılan ve Tolstoy’un “Savaş ve Barış” adlı eserini okuyan askerlerin, romanın cephede yaşayıp şahit olduklarından daha etkileyici bir betimleme gücüne sahip olduğunu anlattıklarını ifade etti. Eserin barış kısmında ise Tolstoy’un kendisinin de içinde bulunduğu Rus aristokrat yaşamını, davetleri, baloları, kadın erkek ilişkilerini irdelediğine değindi.

Erendiz Atasü, “Savaş ve Barış” da, savaş nedeniyle hayatları alt üst olmuş, tutunacak bir yer arayan insanlar anlatılırken, insanlığın, siyasetten daha üstün olduğu evrensel mesajının da verildiğini hatırlattı.

Öte yandan Atasü, edebiyatta barıştan çok savaşa yer verildiğini, Erich Maria Remarque’ın, “Batı Cephesinde yeni bir şey yok” adlı romanının bu konudaki en başarılı örneklerden biri olduğunu ifade etti. Erendiz Atasü, Remarque’ın, I. Dünya Savaşı’ndaki bir grup askerin hikâyesini, on dokuz yaşındaki bir gencin gözlerinden ben diliyle anlattığı romanda, savaşın beraberinde getirdiği yıkımın, insanoğlunun birbirine yabancılaşmasının, edebiyatın gücü ve ölümsüzlüğüyle sergilendiğini belirtti.

Erendiz Atasü, savaşın; vatan, millet yüceliği üstünde payı olmadığını, bir çukurun içinde anlamsızca bekleyen bir grup askerin, karşıdan gelen olduğunda saldırıya geçtiğini, sonucunda da, ya öldüğünü ya da öldürdüğünü anlattı.

Atasü, Remarque’ın, bu yaşananların her gün aynı şekilde tekrarlanması nedeniyle, Yapıta “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adını koyduğunu belirtti.

Atasü, savaş konusunda yazılanlara verdiği örnekler arasına, Heinrich Böll’ün romanlarını da kattı. Böll’ün, eserlerinde vahşet ve kana bulanmış savaş alanlarını yazarken, edebiyatın gücünü kullanarak, çatışmada yere yığılıp yatan askerin, gökyüzüne bakıp evrenin muazzam enginliğine ilk kez tanıklık edişini anlattığna da değindi.

Erendiz Atasü, Atatürk’ün, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sözüne gönderme yaptıktan sonra, Atatürk’ün, Çanakkale Savaşı’nda Gelibolu’da ölen Anzak askerlerinin analarına empatiyle yazdığı mektubu, çok etkileyici bulduğunu söyledi. Anzakların bu yüzden Atatürk’e ve Türklere sempati beslediklerini, her yıl Çanakkale’deki evlatlarını ziyarete geldiklerini anlattı.

Atatürk, 1934 yılında Anzak annelerine şu mektubu yazmıştı: “Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

Erendiz Atasü, mutluluğun vücudun dengeleriyle ilgili olduğunu, insanın her zaman barışçı olamayacağını, öfke ve nefretine de yenik düşeceğini, her iki duygu durumunun da, edebiyatın içinde hep yer alacağını açıkladı.

Atasü, edebiyatın barışı doğrudan sağlama gücü olmasa da, dolaylı olarak barışa büyük katkısı olduğunu anlattı. Edebiyata ilgi duyan, şiir, roman, öykü okuyan insanların daha barışçıl, birbirine daha saygılı ve hoşgörülü insanlar olduğunu belirtti.

Erendiz Atasü, okul müfredatında yer alan tarih kitaplarında, bize hep savaşların okutulduğunu, savaş dışındaki yaşamla ilgili bilgilere yer verilmediğine dikkat çekti.

Yaşar Seyman, ikinci konuşmacı olarak Prof. Dr. Ahmet İnam’a söz verdiğinde, İnam insanın yapısında çatışmacı bir taraf olduğuna, barışın sürekli sağlanabilir bir durum olmadığına dikkat çekti. Barış içinde yaşayalım demekle, barışın sağlanamayacağını, ancak karşı tarafa sürekli sen nasıl istersen, sen ne dersen öyle olsun demekle anlaşma sağlanacağını, kendisinin yıllardır böyle yaparak, evde bir barış ortamı yarattığını esprili bir dille anlatarak dinleyicileri gülümsetti. “Savaş” sözcüğünün anlam olarak bile savıp, aşmaktan oluştuğunu, anlaşmazlıkların hep olabileceğini ama savılıp aşıldığını ifade etti.

Ahmet İnam, ülkeyi yöneten idarecilerin, edebiyatla ilgilenen, şiir, öykü, roman okuyanlar arasından seçilmeleri gerektiğini, bu yapılırsa, ülkenin daha barışçıl yönetileceğine inandığını söyledi.

Ahmet inam sözlerini Nazım Hikmet’in: “Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak…/ Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…” dizeleriyle bitirdi.

Yaşar Seyman, son konuşmacı olarak yazar Alper Akçam’a söz verdi. Akçam, İnsanlar yaşadıkça, savaşların hep olacağını, Amerika, Rusya, İngiltere gibi ekonomik açıdan güçlü ülkelerin, daha zayıf ülkelerin kaynaklarını kullanmak için, onlara karşı sömürgeci ve işgalci tutumlarını daima sürdüreceklerini ifade etti.

Akçam, savaş ve barış konusunda dünya edebiyatından örnekler sundu.Vietnam ve Kore savaşlarının etkilerinin hala sürdüğünü, bugün bile onları anlatan kitaplar yazıldığını, filmler çekildiğini belirtti.

Akçam, ünlü Alman filozofu Kant’ın barış hakkında uzun çalışmalar yaptığını, “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme” adlı bir kitap da yazdığını anlattı.

Akçam, Kant’a göre barışın, tüm düşmanlıkların sona ermesi olduğunu, sadece saldırgan tutumdan vaz geçilmesinin yetmediği, düşünce ve yaklaşım olarak da barışın benimsenmesi gerektiğini ifade etti.

Alper Akçam, edebiyatın her dönem dünyayı daha yaşanılası bir yer yapmak için çaba harcadığını, sıkıntılarımızı aşmamızda, edebiyatın nefes alacağımız bir vaha olduğunu belirtti.

Etkinliğin sonunda Yaşar Seyman, şöyle konuştu:

“Bu salona girdiğimiz bizle, konuşmaları dinledikten sonraki biz arasında çok fark var, aklımız ve duygularımız; duyduklarımız ve öğrendiklerimizle daha da zenginleşti, bilgilendik, aydınlandık.”

Yaşar Seyman, yazarlara soru sormak isteyen dinleyicilere de söz hakkı verdi.

Seyman, Pen Türkiye Merkezi’nin, 1950’de Halide Edip Adıvar’ın öncülüğünde Türk PEN Kulübü adıyla kurulduğuna değinerek, böyle bir yazarın kurduğu müessesenin Ankara temsilcisi olmanın gururunu taşıdığını belirtti.

Seyman, “ilkini gerçekleştirdiğimiz bu etkinlikleri sürdürerek Ankara’yı sadece Türkiye’nin değil, kültür ve sanatın da başkenti yapacağız” dedi.