Perşembe, Nisan 25, 2024

Peker ifşaları karşısında muhalefet olumlu bir sınav veriyor mu?

Peker videoları büyük bir soygunu ve çürümüşlüğü, ilk defa bu kadar “içeriden” ifşa ve itiraf ediyor. Buradan çıkabilmek için muhalefet partilerinin[1] doğru bir tavır alması elzem. Dolayısıyla “Demokrasi Blokunun Tarihsel Sorumluluğu ve Fırsatı” yazılarıma bir ara veriyorum ve bu güncel konuyu tartışmak istiyorum.

Bu soruyu yanıtlayabilmek için öncelikle başarı kriterinin ne olduğuna karar vermek gerekir.

Ben baştan kendi (her krizde kullandığım) beş ölçütümü sıralayayım[2]:

  1. “Sorunun” ne olduğuna dair iktidarın çizdiği çerçevenin dışında bir tanım sunuyor mu?
  2. Sorun tanımıyla halkın öncelikli somut ve gündelik problemleri arasında bir neden-sonuç ilişkisi kuruyor mu?
  3. Soruna iktidarın en azından geçmişte ve bugün önerdiklerinin dışında net ve somut çözümler öneriyor mu?
  4. Topluma el uzatıyor, aşağıdan yukarı ve katılımcı bir çözüm süreci öneriyor mu? Toplumun aklına ve yol göstericiliğine başvuruyor mu? Oy vermekten öte insanlar değişimin itici gücü nasıl olabilir, buna dair bir öneride bulunuyor mu?
  5. Ses çıkarmaktan ve “itiraz etmekten”[3] öte “güçlü, kararlı ve hazır” olduğunu, yani “yönetebileceğini” sözleri ve eylemleriyle gösterebiliyor mu? Önerdiği çözümleri hayata geçirebileceğini gösteriyor mu?

Bu son nokta da aslında iki ayrı ölçüt içeriyor. Birincisi, iktidarın tüm otoriter politikalarına ve müdahalelerine rağmen seçimleri büyük (yani atı alanın Üsküdar’ı geçemeyeceği) bir farkla kazanabileceğini göstermek. İkincisi, seçildikten sonra (hiçbir parti tek başına cumhurbaşkanlığını ve meclis çoğunluğunu kazanamayacağına göre) ülkeyi düze çıkarana ve bir reform sürecini tamamlayana dek beraber yönetebileceğini şimdiden göstermek.

Peki muhalefetin şu ana kadarki tavrı bu kriterleri ne kadar karşılıyor?

SORUN TANIMI

Türkiye buraya neden ve nasıl geldi? Şu ana kadar muhalefetin ortak bir sorun tanımı ortaya çıkardığı söylenemez. Bu konuda en zayıf halkayı hiç kuşkusuz Deva ve Gelecek partileri oluşturuyor. AKP’nin kirli siyaset, yolsuzluk ve “şeytanla pazarlık” yanlışları 2016’dan veya Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişten çok öncelerine dayanıyor. Kökleri AKP’nin ekonomi ve dış politikada görece başarılı olduğu en erken dönemlere dayanıyor. Başta Sayın Babacan ve Davutoğlu olmak üzere bu partiler, kendilerinin de dahil olduğu bu geçmişle samimi bir yüzleşme yapabilseler hem sorunun tanımına hem de kendi inanılırlıklarına büyük katkı yapabilirler.

Öte yandan hukuksuz ve hesap vermez devlet ve yolsuzluk sorunları AKP’den de çok önceye dayanıyor. Zaten Peker’in açıklamaları da bunu ifşa ediyor.

Muhalefet sorunun net ve temel bir tanımını yapmalı ve tüm partiler geçmişin üstüne temiz bir sayfa açmayı önerebilmeli. Ve bu tanımı halkın öncelikli sorunlarıyla ilişkilendirmeli.

“128 Milyar Nerede?”de olduğu gibi “750 Milyon Dolar Nerede?” deyip Demirören’in ödemediği borç ile öğrencilerin ve esnafın silinmeyen borçları arasındaki ilişkiyi anlatmalı. Bu borcun hesabı sorulsa hem halka daha çok destek verilebilir hem de bu grubun televizyonlarında gerçekler anlatılabilirdi. Suriye’deki kirli savaşın ve özel çıkarlara hizmet eden politikaların halka neye mal olduğunu net rakamlarla anlatmalı.

ÇÖZÜM

Geldiğimiz noktayı sadece AKP’nin öncellerinden daha uzun iktidarda kalmasına dayandıranlardan değilim. Ama yeni bir iktidarın da zamanla yozlaşmamasının güvencesi ne olabilir? Bu soruya karşılık muhalefetin “bağımsız yargı ve hukuk devleti” vaadi olumlu olmakla beraber çok daha somut adımlar atması gerekiyor. Başta (AKP’nin daha ilk yıllarından yamalı bohça yaptığı ve istismar ettiği) kamu ihale kanunu olmak üzere siyasal partiler kanunu, emniyet güçleri ile ilgili kapsamlı reformlar önerebilir.

Belki son iki yüz yıldır, yolsuzluk sorunlarına karşı hep merkezî devleti güçlendirmeyi ilaç olarak görmüşüz. Sonuç ortada. Buna karşılık daha fazla demokrasi, yerinden yönetim ve halk denetimi çözüm olabilir mi? Birçok ülkede uygulanan, seçilmiş siyasetçilerin olağanüstü durumlarda halkın belli bir çoğunluğunun talebiyle “geri çağrılabilmesi” (bu hakkımız olsaydı bugün İçişleri Bakanı Soylu halkın inisiyatifiyle geri çağrılabilecekti), bazı idari amirlerin doğrudan seçimle iş başına gelmesi gibi reformlar tartışılabilir.

Ama her şeyden önce muhalefet temiz ve şeffaf siyasette yeni bir sayfa açacağını bugünden kendi eylemleriyle göstermeli. Macaristan’da otoriter iktidar koalisyonuna karşı ortaklaşan altı muhalefet partisinin yaptığı gibi, ortak adayların bir “siyaset ahlâk belgesi” imzalaması öngörülebilir. Muhalefet bir Demokrasi Bloku oluştururken her konuda şeffaf olmalı; uzlaştıkları meseleleri kamuoyuna düzenli olarak açıklayan mekanizmalar oluşturmalı.

ORTAK CUMHURBAŞKANI ADAYI KİM OLMALI?

Bu ismin mutlaka iki özelliğe sahip olması gerekecek:

  1. Erdoğan’a karşı ilk turda ve reddedilemez bir farkla kazanacak bir aday olması. Bu da başka özellikleri yanında HDP seçmeninin onayını ve desteğini alabilmesini önemli kılıyor. Aynı özellik birleştirici bir isim olması ve “herkesin cumhurbaşkanı” olması açısından da gerekli.
  2. İcracı olmaktan ziyade demokratik bir sisteme ve parlamenter sisteme geçişi yönetebilecek ve güvenilecek bir isim olması. Gerçekten de, uzun vadeli icracı hedefleri olan siyasetçiler cumhurbaşkanlığını çok da tercih etmeyebilir. Çünkü muhalefet partilerinin önerdiği gibi parlamenter sisteme geçince yürütmenin yani icranın başı başbakan olacak. Tabii geçiş ve reform sürecinde de ekonomi ve dış ilişkilerde çok kritik politikaların uygulanması gerekecek. Bunun için de ortak cumhurbaşkanı adayının kendisinin icracı özelliklerinden çok bir kadroyla aday olması çözüm olabilir.

İKTİDAR KENDİLİĞİNDEN VE İÇERİDEN ÇÖZÜLÜR MÜ?

Bu sorunun mutlak bir yanıtı yok. Ama otoriter yönetimlere ve liderlere dair bildiklerimize dayanarak kısa yol yanıt[4]: “muhalefet somut bir alternatif haline gelmediği sürece çözülmez, çözülse de bu ülkenin derdine ilaç olmayabilir.”

Türkiye, demokrasisi askıya alınmış ve otoriter bir blok tarafından yönetilen, ama iktidarın kaynağı hâlâ seçimler yani halk iradesi olan bir ülke. Otoriter blokun iktidarını sürdürebilmesi için seçimleri ve kamuoyunu kazanabilmesi elzem. Böyle durumlarda otoriter iktidarlar kendi iyiliklerinden çok “muhalefetin daha kötü olduğu inancı” sayesinde iş başında kalıyorlar. Daha doğrusu bu inancı çeşitli meşru ve gayrı meşru yöntemlerle canlı tutabildikleri sürece. Tabii bunu yaparken muhalefetin gerçek zaaflarından da olabildiğince yararlanıyorlar.

Nitekim bir süredir Cumhur İttifakı seçmenleri arasında hoşnutsuzlar artıyor. Örneğin ekonominin kötü yönetildiğini, mafya ile yetersiz mücadele edildiğini düşünenler çoğunluk. Ama muhalefetin reel ve potansiyel desteği aynı oranda artmıyor. Yani hoşnutsuzlar aynı oranda “kararsız veya muhalefete oy vermeyi düşünen” seçmene dönüşmüyor. Çoğu iktidar (MHP veya AKP) seçmeni olarak kalıyor. Bu durum elbette seçimler yaklaştıkça değişebilir. Ama muhalefetin “kazanamaz ve/veya yönetemez” algısını değiştirmesi (ve algıdan öte kendini gerçekten yönetmeye hazırlaması) gereği de açık.

Koordinasyon ve ortak hareket ihtiyacı buradan çıkıyor.


[1] Belki daha da zor bir soru olan “toplumsal muhalefet başarılı mı?” konusunu da başka bir yazıda tartışacağım.

[2] Bu kriterler kendi kişisel düşüncelerim yanında aşağıda da bahsedeceğim siyasal rejim analizlerine dayanıyor.

[3] İtiraz etmek öncelikle sivil toplumun görevidir. Siyasal partilerin ise “yönetebileceğini” göstermek ve bu itirazların gereği reformları gerçekleştirmek görevi vardır.

[4] Örn. Bkz., Bruce Bueno de Mesquita ve Alastair Smith, The Dictator’s Hadbook: Why Bad Behavior is Almost Always Good Politics (New York: Public Affairs, 2011); Milan W. Svolik, The Politics of Authoritarian Rule (Cambridge: Cambridge University Press, 2012).

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

YAZARIN DİĞER YAZILARI