Salı, Nisan 23, 2024

“Pazarlıkçı siyaset”, tek adam iktidarı ve bürokrasi

İslam Özkan
İslam Özkan
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Son olarak Gazete Duvar’da yazılar yazdı, söyleşiler yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora yapmıştır.

Tek adam yönetimini isteyenlerin bürokrasiden nefret etmelerinin en temel nedeni, bürokrasinin Weber tarafından yapılmış “gayrişahsilik” kavramında yatmaktadır.

Pazarlık, günlük hayatta sıkça rastlayacağımız, özellikle eski usul esnaf sisteminde “pazarlık sünnettir” sözünden mülhem olan, alıcının karşı tarafın kârından biraz daha yontma yönünde geliştirdiği bir alışveriş yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Pazarlık, pre-kapitalist ekonomi biçimlerinde çokça görülmekle birlikte kapitalizmde de öyle ya da böyle varlığını sürdüren bir unsur. Buna paralel olarak pazarlık süreçleri, siyasete taşındığında da ekonomide gördüğü benzer işlevselliği burada da sürdürebilmekte.

Ancak pazarlıkla (Bargaining) müzakere (negotiating) farklı kavramlar. Müzakere, bir tür pazarlığı da içine alsa da meselenin farklı boyutlarını ele almanın yolunu açan, karşılıklı fikir alış verişi mümkün kılan bir süreç. Pazarlık ise daha iyi koşullar elde etmek, taraflar açısından daha iyi bir çözüme varmak amacıyla yapılan konuşma ve anlaşmaya karşılık geliyor.

Bu anlamda müzakere, konunun karanlıkta kalan boyutlarına ışık tutulmasını, meselenin derinleştirilmesini ve karşılıklı fikir alışverişini kapsıyorken pazarlıkta ise fırsattan istifade o anda en iyi fiyatı yakalamayı, al-var süreçleriyle bir şekilde en avantajlı durumu yakalamayı hedeflemekte.

Pazarlıkçı yaklaşımın zaafı, konu üzerinde genel ve sathi bir bilgiyi kendince yeterli görüp buna ilişkin bir derinleşmeye ihtiyaç duyulmaksızın tek taraflı bir kazanç elde etmeye odaklanmış bir eylemlilik hali olmasında yatıyor. Bu açıdan müzakere her iki tarafın haklarını mümkün olduğunca korumaya çalışırken ya da en azından buna ilişkin bir imkânı ihtiva ederken pazarlık ise “karşı taraftan ne koparırsam o kârdır” diyen bir anlayışa kendini mahkûm eder.

Tam da bu nedenle pazarlıklarda elde edilen müktesebat, uzun erimli ve sürdürülebilir olma gibi özelliklerden yoksun olduğu gibi kazanımların kurumsallaştırılması ya da yerleşik hale getirilmesinde ciddi zaafları içinde barındırır. Bu yüzdendir ki kasaba esnafının yaptığına pazarlık, diplomatların, temsilcilerin yaptıklarına müzakere diyoruz.

Uluslararası ilişkilerde farklı çıkarlara sahip politik aktörlerin çıkarlarının optimizasyonu hedefleniyorsa o zaman bir müzakere süreci de var demektir. Taraflar en hayati gördükleri çıkarları koruma adına ikincil öneme sahip çıkarlarından vazgeçerler ve aynı zamanda karşı taraftan da aynı şeyi beklerler. Böylelikle ortak noktada buluşulur. Müzakere süreci, aynı zamanda rakipleri yumuşatmak, onları sistem içinde tutmak ve alış-veriş sürecine girilebilir kıvama getirmek için de oldukça ideal bir mekanizmadır. Ancak şantaj, tehdit gibi unsurların müzakere yahut pazarlık sürecine dahil edilmesi onu müzakere ya da pazarlık olmaktan çıkarır, başka bir şeye dönüştürür.

Aslında siyaset biliminde işlevsel bir süreç olarak görülen pazarlık ya da müzakere süreci, etik olmayan unsurlarla örüldüğünde ya da hukuk, etik ilkeler gibi gerekli diğer dayanaklardan yoksun kaldığında bir uzlaşma ve anlaşma sürecini baltalar. Kaldı ki uluslararası ilişkiler açısından bakıldığında pazarlık süreçleri hem taraflar arasında hem de tarafların kendi içinde bir müzakeredir.

Öte yandan müzakere süreçleri, her ne kadar fırsatlar doğduğunda yaşama geçirilebilir olsa da fırsatçılık değildir. Ancak pazarlık böyledir. Bu tarz bir yaklaşım, karşı tarafı köşeye sıkıştırma hissi oluşturur, karşı taraf çaresiz kaldığı ve başka bir alternatifi olmadığı için kendisinden istenen şeyi o an için kabul etse de fırsat eline geçtiğinde aynısını karşı tarafa yaparak kaybettiği dezavantajı telafi etmek ister. Bu da tek taraflı kazanımların kalıcı ve sürdürülebilir olmasında ciddi zaaflar yaratır. Örneğin I. Dünya Savaşı’nda yenilen Almanya ile İtilaf devletleri arasında imzalanan ve Alman Parlamentosu’nun başka bir çaresi olmadığı için (yapılan protestolara rağmen) kabul ettiği Versay Anlaşması bunun en tipik örneklerindendir ki bu anlaşmanın II. Dünya Savaşı’na yol açtığı genel kabul görür.

Son dönemde giderek popüler hale gelen “pazarlıkçı siyaset”in en çarpıcı örnekleri, genelde otoriter, popülist-sağcı ve ulusalcı yöneticilerin bu yönteme başvurduğunu bizlere göstermektedir.

Avrupa’yı kısmen hariç tutarsak bu tarz “pazarlıkçı siyaset” temsilcilerine bakıldığında onların kurumsallığı dışlayan, müzakere ve karar alma süreçlerine katılıma mesafeli duran, bürokrasiyi ayak bağı olarak gören kimseler olduğu görülür. Bunlar daha çok aynı düşünme biçimine sahip dar bir danışman kadrosuyla yetinen, genelde ekonomiyi, uluslararası ilişkileri ve siyaseti ve buna benzer birçok konuyu çok iyi bildiğini iddia eden, bütün karar alma süreçlerini kendi tekelinde toplayan, tek adam olma arzusu içinde olan yöneticilerdir.

Ne var ki devletler bürokrasiye yani müzakere ettiği konuları en ince detaylarına kadar inceleyen uzman kadroların bilgisine ihtiyaç duyan varlıklardır. Zira devlet denen varlık doğrudan kurumsallık demektir. “Weber’e göre işbölümü, otorite, hiyerarşi, yazılı kurallar, dosyalama, gayrişahsilik, disipline olmuş bir yapı ve resmi pozisyonlardan oluşan bir örgüt, bürokrasinin yapı taşlarındandır.” Buradaki “gayrışahsilik” kavramının altını çizmek isterim. Zira tek adam yönetimini isteyenlerin bürokrasiden nefret etmelerinin en temel nedeni, işte bu “gayrişahsilik” kavramında yatmaktadır.

Devletler bürokrasiye yani müzakere ettiği konuları en ince detaylarına kadar inceleyen uzman kadroların bilgisine ihtiyaç duyan varlıklardır. Zira devlet denen varlık doğrudan kurumsallık demektir.

Öte yandan Avrupa ve ABD gibi gelişmiş ülkelerde bürokrasinin aşırı gelişmişliği ve devletin sivil toplum ve halkın üzerindeki hegemonyasından rahatsız olup bürokrasiye tamamen negatif bir anlam yükleyip savaş açanların sayısı hiç de az değildir. Doğa bir denge hali olduğundan ve insan doğası da her şeyin aşırısına tepki veren bir karaktere sahip olduğundan karar alma süreçlerini kırtasiyeye boğan ya da bürokrasinin vatandaşların iradesi üzerinde bir vesayet oluşturmasına karşı çıkan insanların olması da gayet normaldir.

Ancak Türkiye gibi gelişmekte olan, halen bürokrasisini oturtamamış ve dolayısıyla da Hegelyen anlamda “devlet” kavramını hak etmeyen ülkelerde bürokrasinin yok edilmesini ya da zayıflatılmasını savunmak aslında tek kişinin hâkimiyetini (istibdadı) ya da bir zümrenin hâkimiyetini (oligarşiyi) savunmakla eş anlamlıdır.

Tek kişinin hâkimiyeti o kurumsallığı ve “gayrişahsiliği” zedeler, hızlı karar alma arzusu bir taraftan karar alma süreçlerini yapıbozumuna uğratırken devleti kişiye indirger, yöneticinin zaaflarını devletin kurumlarına taşıyarak soğukkanlı bir yönetim yerine duygusallığın zirveye çıktığı bir mekanizmayı devreye sokar. Bir başka ifadeyle kişinin zaaflarını devletin zaafları haline getirir. Devlet bir süre sonra bir hükmi olarak değil, bir gerçek şahıs gibi tepki vermeye başlar. Bu kez karşımızda kızan, bağıran, çağıran, tehdit eden, gülen, üzülen, ağlayan bir devlet karşımıza çıkar ki bu aslında devlet aklının yitirilmesidir.

Oysa gerçek lider, masaya yumruğunu çok nadir bir biçimde vuran, duygularını arka plana itmeyi bilen, ortak akılla hareket eden, başkalarını ve hatta kendisi gibi düşünmeyenleri de karar alma süreçlerine katan, sadece kendi yandaşlarını değil rakiplerini ve muhaliflerini de yönetmeyi bilen biridir.

Kişi iktidarı, devletin yani kendi iktidarının çıkarlarını önemserken katılımcı liderlik halkın çıkarlarını önceler. Bu nedenle kişi iktidarları yani otoriter yönetimler savaş, ekonomik kriz vs. gibi macera dolu girişimlere diğer kurumsal siyasi yapılardan daha açıktır. Elbette bir siyasi yapının kurumsal ve katılımcı olması onun maceraya asla girmeyeceği anlamına gelmez, ancak katılımcı ve müzakereci siyasi yapılar bu riski daha az barındırırlar.

İktidarın iç politikada çeşitli politik aktörlerle girdiği ilişkilere, dış politikada ise Rahip Brunson krizinde, AB ile mülteciler konusunda yaptığı anlaşmalarda, son günlerde İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılmasına itirazında ortaya koyduğu tavra bir de bu açıdan bakmakta fayda var diye düşündüm.

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

İslam Özkan
İslam Özkan
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Gazeteciliğe Selam gazetesinde başladı. Bir dönem kitap yayıncılığı alanında faaliyet gösterdi. Ardından Filistinhaber, Time Türk, Dünya Bülteni, Birleşik Basın gibi internet sitelerinde editörlük, TRT Arapça, Kanal On4, Kudüs TV gibi televizyonlarda haber müdürlüğü ve TV 5'te program moderatörlüğü, bazı Arap televizyon kanallarının Türkiye temsilciliğini yaptı. Son olarak Gazete Duvar’da yazılar yazdı, söyleşiler yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyoloji ve Antropolojisi'nde doktora yapmıştır.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI