Sosyal demokratlar, Avrupa’nın yararı için, kapitalizmin bir adaletsizlik kaynağı olduğunu görmeliler – Douglas Voigt
Popülist milliyetçilerin Brexit karmaşasında olanak yakalamaları tehlikesine karşın Britanya merkez solunun Avrupa kapitalizmine ilişkin temel anlayışını gözden geçirmeyi reddetmesi dikkate değerdi. 23 Haziran’dan itibaren bu inatçılık, sermaye, emek ve mal ve hizmetlerin serbest dolaşımının hüküm sürdüğü ‘açık’ ve ‘olgulara dayanan’ bir Avrupa ile popülist fantezilerin karşılıklı yankısının yönettiği bir ‘kapalı’ Avrupa’yı ayıran, Peter Mendelson ve Polly Toynbee gibi siyaset ve medyadaki şahıslar tarafından insafsızca dillendirilen tezatta yansımasını buldu. Bu anlatı Nigel Farage’ın zenofobik milliyetçiliği ve Jeremy Corbyn’in demokratik sosyalizmine etkili bir şekilde denk düşüyor. Ancak milliyetçilik Muhafazakar Parti aracılığıyla yol kat etmiş ve iktidara gelmişken, merkez sol, kamu tarafından halihazırda reddedilmiş ‘muteber’ kapitalizm anlayışının bizzat kendisini savunarak İşçi Partisi’ni bir iktidar mücadelesine soktu. Bu çağdaş siyasal iktisadın doğasını kavrama konusunda tehlikeli bir yetersizlik anlamına geliyor – ‘neoliberal sosyal demokrasi’ olarak adlandırılan şeyin entelektüel kökenlerinden kaynaklanan bir zayıflık.
Anthony Giddens ve Anton Hemerijck gibi araştırmacılardan etkilenmiş ve Tony Blair ve Gerhard Schröder tarafından uygulanmış neoliberal sosyal demokrasi, yetenek, üretkenlik ve tüketici seçiminin nesnel bir değerlendiricisi olarak algılanan 1990’ların sözde ‘yeni ekonomi’sini kutlamayla karşıladı. Gevşetilmiş emek yasaları, daha sert refah rejimleri ve iş odaklı eğitim şemaları aracılığıyla vatandaşlarını daha çekici yatırımlar haline getirmeye yönlendirilmiş demokratik devlet bu formülasyonda küresel kapitalizme itaat eder hale geldi. Bu politikaların Almanya’daki etkileri üzerine geniş bir saha araştırması yürüttükten sonra, günümüzde neden popülist milliyetçiliğin yükselişine tanık olduğumuza ışık tutan bulgularım bütün Avrupa’da geçerli olabilecek iki önemli unsura işaret ediyor.
Birincisi, kapitalist sınıf ilişkileri sözde ‘yeni ekonomi’de açık bir şekilde varlıklarını sürdürüyor ve sınıf çatışmasını Marksist zırva olarak görmek cahilce ve kendine zarar verici. Buna karşılık sınıf yapısı kanunlarda açığa çıkıyor. Örneğin, Rekabet Genel Müdürlüğü’nden gelen Avrupa politikası belirli bir bölgede yatırım için toplumsal ihtiyaçtan bağımsız olarak özel yatırımcıları kamusal rekabetten koruyor. Bu, bilinçli bir şekilde finansal varlıkları olmayan vatandaşlar karşısında özel sermayenin gücünü arttırıyor. Aynı zamanda, sosyal politikayı açık koordinasyon yöntemine terk ederek AB, bu tarz yatırımların peşindeki refah devletleri arasında ‘dibe doğru yarış’ı etkili bir şekilde teşvik ediyor. Her iki yöntem de sermaye varlıklarına sahip olanların gücünü refah yardımı alanlar ya da ücret karşılığı çalışanların pahasına güçlendirerek yasal mevzuatta insan grupları arasında bir hiyerarşi yaratıyor. Nihayetinde toplumsal sınıfı tanımlamanın faydalı bir yolu gelir düzeyi değil, ancak gelirin kaynağı. Temelde daha karmaşık olmasına karşın bu analitik modelde dört ana sınıf birbirlerinden ayrılabilir: ilki geleneksel biçimde rantiye olarak tanımlanan, yatırım getirilerine odaklı finansal işlemciler; ikincisi satışlardan kar elde etmeye bakan sermaye; üçüncüsü geliri ücreti olan işçi ve dördüncüsü aile desteğine ya da refah devletine bağımlı olanlar. Bu toplumsal farklılaşma örüntüsü başlangıcından itibaren kapitalizme içkin oldu ve bugün de varlığını sürdürüyor.
Yakın zamanlı kanıtlar bu sınıf yapısının daha katı ve daha eşitsiz hale gelmekte olduğunu gösteriyor. Tahmin edilebileceği üzere düşük gelir, emeği Çin’den edinen büyük holdingler ya da imalatçılarla rekabet etmeye çabalayan mobil olmayan ve borçlu küçük firmaların olduğu gibi işçilerin ve bağımlıların gündelik mücadelelerini de yoğunlaştırıyor – demokrasi ya da işçi hakları için pek de iyi bir örnek değil. Bu ulusaşan rekabet yanı sıra küçük firmalar, pek az esneklik ve topluluk dostu uzlaşı öneren küreselleşmiş ‘rantiyeler’e borç ödemek zorundalar. Böyle bir ortamda kar-zarar durumu, firmaların işçilere harcanabilir araçlar olarak davranmalarını gereksinerek, kapitalist sosyal demokrasinin merkezindeki toplumsal normlar ve eşit saygının altını oyarak yoğun bir öncelik kazanıyor. AB’nin emek esnekliğini ve rekabeti desteklemesi sonuç olarak, çocuk bakımını temin edenlerle uğraşmak gibi gündelik mücadeleleri işverenlerce artan oranda görmezden gelinen işçiler tarafından katılık ve hoşgörüsüzlük olarak deneyimleniyor. İşverenler bu durumu, Avrupa rekabet hukukundan taşıp gelen bir mantıkla, borç ve rekabete atıfta bulunarak haklı gösteriyorlar. Bu nedenle AB politikası üretken ve karşılıklı olarak faydalı bir işçi-işveren ilişkisini destekleyen temel toplumsal normların altını oyarken rantiye sınıfını zenginleştiriyor – artan eşitsizlik etkisiyle adil olmayan bir sistem yaratıyor.
Neoliberal sosyal demokrasinin ikinci bir özelliği emek piyasasına katılımı refah politikası aracılığıyla ahlakileştirmek. Ücretli emeğe katılım; vatandaşın katılımı, kültürel gelişim ve aile mutluluğu gibi başka arayışları kolaylaştıran bir araç olmak yerine kendinde bir ahlaki görev haline geliyor. Bu durum iş kavramı etrafındaki ayırt edici bir Protestan normlar bütününü sosyal politikanın neredeyse bütün unsurlarıyla – eğitim, refah, konut yardımları, emeklilik maaşları ve hatta göçle – bağlantılandırıyor. Devlet böylece vatandaşlarına işin bireysel ahlaki değerin kaynağı ve saygın bir toplumsal statüye giden tek yol olduğu mesajını iletiyor. Bu durum işçileri, ücretli emeğin ahlaki zorunlulukları üzerine insafsız bir söylemle kendilerine giderek gözden çıkarılabilir araçlar olarak davranan işverenler arasına hapsediyor. Durum moral bozucu ve öfkelendiricidir. Ev sahipliği nedeniyle emek piyasası esnekliğinden mahrum, aşınan vasıflara sahip ve firma ile işçi, devlet ve toplum arasındaki sadakatin tek taraflı kavramlar olmaktan ziyade karşılıklı olduğu bir dönemde yetişmiş yaşlı bireyler arasında nefretin özellikle belirgin olduğunu bulguladım.
Küresel rantiyelere borç ödeme açık bir şekilde toplumsal adaletin önüne geçerken, yine de eşitsizlik sorunlarına ilgi gösteriyormuş gibi yapılmasına karşın Avrupa boyunca bunun uygulamada ne anlama geldiğine ilişkin herhangi bir hoşgörü belirtisi henüz görmedik. Kapitalizmin aynı zamanda toplumsal adaletin aslında düşmanı olduğunu kabul etmeyerek gerçek rakiple mücadelede değerli bir zaman dilimi çöpe atıldı. Küreselleşmenin ve AB’nin toptan reddinin sorunu elbette sağ kanat milliyetçiler tarafından yönetilme sefaletidir. Ulusal kimlik görüntüsü altında milliyetçiler, ifade özgürlüğü, kişisel seçim, cinsiyet eşitliği ve kültürel çeşitliliği; Macaristan ve Polonya’da azınlıklar ve kadınlar için hâlihazırda görüldüğü gibi, ulusal karaktere ilişkin dar kafalı kavramları yansıtan davranış biçimleri kadar ırksal ve cinsiyet hiyerarşileri dayatan küçük tiranlar getirerek sınırlandırır.
Popülist milliyetçiliğin antidotu her daim, kapitalist sınıf hiyerarşilerinin içkin adaletsizliğini fark ederken ayrıca kişisel özgürlük ve ekonomik üretkenlik konusundaki faydaları teslim eden bir sosyal demokrasi olmuştur. Uygulamada bunun anlamı rantiyenin gücünü kamu yararına tabi hale getirmek ve çalışan sınıfları güçlendirmektir. Bu nedenle sıfır saat sözleşmelerini ortadan kaldırmak ve sendikaların toplu pazarlık kapasitesini arttırmak üzere öneriler anlamlıdır. Kamusal yatırımı sınırlandıran ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini dayatan AB düzenlemelerini ortadan kaldırmak da anlamlıdır. Bu politikalar işçilerin stratejik gücünü arttırır, kamunun rantiyelere olan bağımlılığını azaltır ve kamusal ve özel kurumların toplumsal değeri olan mal ve hizmetleri üretmek üzere birlikte çalışmasına izin verir. Ancak AB düzenlemeleri bu politikaların büyük bölümünü engellemektedir. Daha da kötüsü, neoliberal sosyal demokratlar öncelikle kendi sollarında yer alan siyasal muarızlarına karşı bunları muhafaza etmek için – aslında AB’yi popülist milliyetçilikten kurtarabilecek şeyleri bizzat engelleyerek – mücadele vermektedirler.
Bu nedenle eğer Brexit’ten öğrenilebilecek bir şey varsa o da 1990’larda ortaya çıkan ve halen merkez solun (ve merkez sağın) kutsadığı, genellikle neoliberalizm olarak tanımlanan kapitalizmin iyi huylu kavranışının geçersiz olduğu ve başından yanlış olduğudur. Bunun yerine savaş sonrası sosyal demokrasiyi inşa eden sınıf temelli kavrayış halen geçerli ve vatandaşların gündelik yaşamlarında mevcut. Sadece bunu kabul ederek AB liderleri ve merkez sol politikacılar, hem AB’yi hem de Birleşik Krallığı milliyetçi popülizmden kurtarmak için, her ikisini de çalışan sınıfları ve iktisadi demokrasiyi güçlendirerek eşitliği teşvik eden bir ekonomik düzen yararına reformdan geçirerek, solla ittifak kurabilirler.
Douglas Voigt Birleşik Krallık’ta King’s College Londra’da Uluslararası Siyasal İktisat doktora adayı ve Oxford Brookes Üniversitesi’nde okutmandır. Almanya’da, Jena’da Friedrich-Schiller Üniversitesi Büyüme Sonrası Toplumlar Koleji’nde araştırmacıdır.
[Bu yazı Social Europe’taki orijinalinden Ali Rıza Güngen tarafından PolitikYol için çevrilmiştir]