Cuma, Nisan 19, 2024

Pazar Çevirisi | Le Guin’den, hayali hikaye anlatıcılığının mümkün olana dair algımızı nasıl genişlettiği üzerine – Maria Popova

“Adaleti hayal edemezsek içinde yaşadığımız adaletsizliği göremeyiz. Özgürlüğü hayal etmezsek özgür olamayız. Adalet ve özgürlüğü erişilebilir şeyler olarak hayal etme şansı hiç olmamış insanlardan adalet ve özgürlüğe ulaşma çabası bekleyemeyiz.”

Ursula K. Le Guin’den iktidar, baskı, özgürlük ile hayali hikaye anlatıcılığının mümkün olana dair algımızı nasıl genişlettiği üzerine – Maria Popova

Olağanüstü Nobel Ödülü konuşmasında, “her zaman taraf tutmalıyız” demişti Elie Wiesel. “Tarafsızlık ezene yarar, kurbana yaradığı hiç olmamıştır. Susmak işkenceciyi cüretlendirir, işkence görene asla cesaret vermez.” Ancak insanlık trajedisi, bir yanıyla, bir haksızlık gördüğümüzde, tüm iyi niyetlerimize ve ateşli ideallerimize rağmen, ister ikbal kaygısıyla, ister fark yaratabileceğimize dair inançsızlığımızdan, isterse de ruhun en zehirli zaafı olan iki başlı kinizm ve apati yılanı yüzünden, kendimizi sık sık tarafsızlıkla yatıştırmamızdadır. O halde, bu denli ustaca rasyonalize ettiğimiz bu pasiflikten kendimizi nasıl kurtaracağız? “Bir yerdeki haksızlığın her yerde adalete tehdit olduğunu” nasıl hatırlayacağız; moral cüret ve hayalgücü ile bu farkındalığa nasıl ereceğiz?

Ursula K. Le Guin‘in (d. 21 Ekim 1929), “The Wave in the Mind: Talks and Essays on the Writer, the Reader, and the Imagination” (Akıldaki Dalga: Yazar, Okur ve Hayalgücü Üzerine Konuşma ve Makaleler) (halk kütüphanesi) – Le Guin’in cinsiyet, halk kütüphanelerinin kutsallığı, gerçek insan sohbetinin sihri ve güzelliğin gerçekten ne anlama geldiği gibi eklektik meseleler üzerine berrak akıllı, parlak yürekli bilgelik hazinesi – içindeki birçok muhteşem makaleden birinde bu konuyu ele alır.

Le Guin, “baskı, devrim ve hayalgücü üzerine, aralıklarla kaleme alınmış bazı düşünceler” dediği “A War Without End” (Sonu Olmayan Savaş) başlıklı yüceltici ve memnun edici şekilde sinir bozucu makalesinde şöyle yazıyor: Ülkem bir devrimde birleşti, bir diğeriyle neredeyse dağıldı.lk devrim asap bozucu, aptal ama görece hafif toplumsal ve ekonomik sömürüye karşı bir protesto idi. Neredeyse tamamen başarılı oldu.İlk devrimi gerçekleştirenlerin birçoğu, en uç ekonomik sömürü ve toplumsal baskı biçimlerinden birçoğunu uygulayanlar, yani köle sahipleriydi.İkinci Amerikan devrimi, yani İç Savaş, kölelik düzenini korumaya dönük bir girişimdi. Kısmen başarılı oldu. Kölelik düzeni yıkıldı ama Amerikan düşüncesinin epeycesi halen efendi aklından ve köle aklından geliyor. 

Le Guin, egemenlerin anlatılarının, bir topluma bu denli derin yerleşmesinin, sonunda ezilenlerin bile onları içselleştirmesi sonucunu doğuracağını söylüyor. (Nikki Giovanni ile müthiş sohbetinde şu gözlemlerde bulunan James Baldwin geliyor aklıma: “Dünyanın size ettiğini, eğer dünya bunu size yeterince uzun süre ve etkili şekilde yaparsa, kendi kendinize yapmaya başlarsınız. Bir işbirlikçi, kendi katillerinizin suç ortağı haline gelirsiniz, çünkü onlarla aynı şeylere inanırsınız.”)

 Le Guin, direnişten baskı konusuna geçerek, bir zamanlar köle olan şair Phillis Wheatley’in 1774’te yazdığı ve hafızalarda yer eden sözlerini anımsatır: “Tanrı, her insanın Göğsüne, bizim Özgürlük Sevgisi dediğimiz bir prensip yerleştirmiştir; Baskıya dayanamaz ve Kurtulmak için yanıp tutuşur.” Le Guin, bu ebedi hakikatin kalbindeki sinir hoplatan paradoksu ele alır: Ülkemin kurumlarında ve siyasetinde iyi olan ne varsa ona [özgürlüğe] dayanıyor. Ve yine de görüyorum ki, özgürlüğü sevsek de çoğu zaman baskıya sabrediyor ve hatta kurtulmayı reddediyoruz. Özgürlük sevgimizin, bizi baskıya direnip kurtuluşu aramaktan alıkoyan her türlü güç ya da atalete daima ağır basacağında ısrar etmekte bir tehlike görüyorum. Güçlü, akıllı ve ehil insanların baskıyı kabul edeceklerini ve ettiklerini inkar edersem, ezilenleri zayıf, aptal ve yetersiz olarak tanımlamış olurum. Üstün insanların aşağılanmayı reddettiği doğru olsaydı, toplumsal düzende altta olanlar gerçekten de aşağı insanlar olurlardı, çünkü üstün olsalardı, itiraz ederlerdi; aşağı bir konumu kabul ettikleri için aşağı insanlar olmalıydılar. Bu mantık, köle sahibinin, gericilerin, ırkçıların ve kadın düşmanlarının kullanışlı totolojisidir.

Kierkegaard’ın azınlığın gücü konusundaki fikirlerine karşı Le Guin, insanlık tarihi boyunca iktidarın dağılımı üzerinden bir hakikat sağlaması yapar: Egemen sınıf daima azdır, kast toplumunda bile, az olan kalabalığa hükmeder. Yoksullar daima varsıllardan kalabalıktır. Güçlüler, hükmettiklerinden azdırlar. Yetişkin erkekler, kadın ve çocuklardan daima daha az sayıda olmalarına rağmen, neredeyse tüm toplumlarda üstün konumdadırlar. Hükümetler ve dinler, eşitsizliği, sosyal statüleri, cinsiyet statülerini ve ayrıcalıkları tamamen veya seçici olarak onaylayıp sürdürürler. Çoğu insan, çoğu yerde, çoğu zaman, aşağı konumdadır. Ve çoğu insan, bugün bile, “özgür dünyada”, “özgürlüğün anayurdunda” bile, bu durumu veya bunun belirli unsurlarını doğal, gerekli ve değiştirilemez kabul eder. “Böyle gelmiş, böyle gider,” der. Bu, kanaat de olabilir cehalet de; çoğu zaman ikisi birliktedir. Yüzyıllar boyunca, alt statüden çoğu insan, toplumsal düzenin başka bir şeklinin var olduğu veya olabileceği ve değişimin mümkün olduğu konusunda bir bilgiye erişme şansına sahip olmamıştır. Bu bilgiyi ve düzen değişirse riske girecek olanın kendi iktidarları ve ayrıcalıkları olduğunu, sadece üstün konumda olanlar bilmiştir.

Fakat iktidar olanların iktidarda kalmak için daha donanımlı olduklarına dair malumatfuruşluğun ötesinde, Le Guin, moral hayalgücü eksikliğinin baskıcı iktidar yapılarını ayakta tutma konusunda daha büyük bir rol oynadığını savunur. Şöyle der: Ayağımızı denk almak, sessiz kalmak, tekneyi sallamamak için sağlam nedenlerimiz var. Epeyce huzur ve konfor mevzubahis. Aklen ve moral olarak, haksızlığın inkarından haksızlığın farkındalığına geçmenin çoğu zaman çok yüksek bir bedeli var. […] Mahabharata’nın son sözleri şöyle: “Elimde olanın ötesindeki bir ülküye ulaşamam.” Bir insan ideası olan adaletin, insanın erişiminin ötesinde bir ülkü olması muhtemeldir. Olmayacak şeyler icat etme konusunda iyiyiz. Özgürlük, insan yapısı kurumlar üzerinden elde edilemeyebilir ama aklın ve ruhun koşullarla bağlı olmayan bir niteliği, bir lütuf olarak kalmaya devam etmelidir… Onunla ilgili derdim, çalışmaya ve koşullara bağlı olarak yaşadığı değer yitiminin, kurumsal adaletsizlikleri cesaretlendirmesi ve lütfu erişilemez kılması. İki yaşında açlıktan, dayaktan ya da bombardımanda ölen bir çocuğa, benim anlayabileceğimiz sözler dahilinde hiçbir şekilde, ne özgürlüğe erişme şansı ne de herhangi bir lütuf verilmiştir. Kendi çabalarımızla ancak kusurlu bir adalete, sınırlı bir özgürlüğe ulaşabiliriz. Ama hiç yoktan iyidir. İlkelerimize, azat olmuş kölenin, şairin konuştuğu Özgürlük sevgimize tutunalım.

Susan Sontag’ın “cesaret de korku kadar bulaşıcıdır” sözlerini anımsatan Le Guin, adaletsizlikle yüzleşilen ve ona meydan okunan geri dönüşsüz bir “Zihni Sinir farkındalık ve eylem makinesi” düşünür: Adaletsizliğin inkarından kabulüne geçişin geri dönüşü yoktur. Gözünüz açılmıştır bir kere. Adaletsizliği bir kez gördükten sonra, bir daha asla samimi bir şekilde baskıyı inkar edemez ve ezeni savunamazsınız. Bir zamanlar sadakat olan artık ihanet haline gelmiştir. O vakitten sonra direnmezseniz iştirak etmiş olursunuz. Ama savunma ile saldırı arasında bir orta yol, bir esnek direniş zemini, değişime açık bir alan da mevcuttur. Bulunması ve yaşanması kolay bir alan değildir.

Audre Lord’un “insan efendisinin evini efendinin aletleriyle yıkamaz” sözlerini “zengin ve tehlikeli” bir metafor diyerek hatırlatan Le Guin şöyle yazar: İktidar yalnızca çürütmez, bağımlılık da yapar. Çalışmak yıkımın kendisi haline gelir. Hiçbir şey kendiliğinden inşa edilmez. Toplumlar şiddetle veya şiddetsiz değişir. İnşa etmek mümkündür. Çekiç, çivi, testere dışında hangi aletlerle inşa etmeliyiz – eğitim, düşünmeyi öğrenmek, beceriler edinmek? 

Büyük çellist Pau Casals’ın “bu dünyayı çocuklarına layık hale getirmek” diyerek dile getirdiği harika düşünceyi akla getirerek şöyle devam eder: Çocuklarımızın içinde yaşamasını istediğimiz evi inşa etmek için icat etmek zorunda olduğumuz ve icat edilmemiş aletler gerçekten var mı? Şu an bildiklerimizden yola çıkabilir miyiz yoksa bildiklerimiz bizi bilmemiz gerekenlerden uzak mı tutuyor? Beyaz olmayanların, kadınların, yoksulların öğretmek zorunda olduklarını öğrenmek için, ihtiyacımız olan bilgileri öğrenmek için, beyazların, erkeklerin ve güçlülerin tüm bilgilerini unutmamız mı gerekli?

Le Guin’e göre bu aletlerin en güçlüsü hayalgücüdür – bildiğimiz gerçekliğe alternatifler hayal etme kabiliyeti ve isteği; ki farklı ve daha iyi gerçeklikleri olası kılmaya doğru atılan ilk adımdır. Hikaye anlatıcılığının, mümkün olana dair algımızı genişletmede en güçlü hayalgücü kullanımı olduğuna işaret eder: Ütopya, ve Distopya da, entelektüel yerlerdir. Tutkuyla ve oyuncu bir ruhla yazarım. Hikayelerim ne acı uyarılar ne de ne yapmamız gerektiğine dair kılavuzlardır. Birçoğu, bana göre insanlık halinin komedisi, sonsuz çeşitlilikte dönüp dolaşıp, her zaman nasıl da az çok aynı yere geldiğimizin hatırlatıcısı ve o sonsuz çeşitliliğin gene de daha fazla alternatif ve olasılığın icadıyla kutlanmasıdır. […] Bana göre önemli olan, belirli bir iyileşme umudu sunmak değil, hayal ürünü ama ikna edici bir alternatif gerçeklik sunarak kendi aklımı, böylelikle de okuyucunun aklını, şu anki yaşayış şeklimizin insanların yaşayabileceği tek yol olduğuna dair tembel ve ürkek düşünme alışkanlığından kurtarmaktır. Adaletsiz düzenin sorgusuz sualsiz devam etmesine izin veren bu atalettir çünkü. Fantezi ve bilimkurgu, özünde okuyucunun mevcut, gerçek dünyasına alternatifler sunarlar. Genç insanlar, yaşama arzuları ve deneyim açlıkları ile alternatifleri, olasılıkları ve değişimi kucakladıklarından, genellikle bu tür hikayelere sıcaktırlar. Gerçek değişimin hayalinden bile korkar hale gelmiş birçok yetişkin, zaten bildiklerinin ya da bildiklerini düşündüklerinin ötesinde hiçbir şey görmedikleriyle övünerek, tüm hayali edebiyatı reddeder.

Le Guin, Susan Sontag’ın hikaye anlatıcılığına ve ahlaklı bir insan olmanın ne demek olduğuna dair güzel düşüncelerini anımsatarak, hayali hikaye anlatıcılığı meşgalesi ile onun getirdiği nihai ödülü şöyle değerlendirir: Hayalgücü alıştırması yapmak, işlerin gidişatından fayda sağlayanlar için tehlikelidir çünkü hayalgücü, işlerin mevcut gidişatının daimi olmadığını, evrensel olmadığını ve gerekli de olmadığını gösterme gücüne sahiptir. Kurulu düzeni sorgulatma konusundaki o gerçek ama sınırlı güce sahip olan hayali edebiyat, aynı zamanda gücün sorumluluğuna da sahiptir. Hikaye anlatıcısı hakikat anlatıcısıdır. […] Adaleti hayal edemezsek içinde yaşadığımız adaletsizliği göremeyiz. Özgürlüğü hayal etmezsek özgür olamayız. Adalet ve özgürlüğü erişilebilir şeyler olarak hayal etme şansı hiç olmamış insanlardan adalet ve özgürlüğe ulaşma çabası bekleyemeyiz.

Adını Virginia Woolf’un bilinç metaforundan alan ve okuduğum en zihin açıcı ve tekrar tekrar okumaya değer kitap olmayı sürdüren, kesinlikle vazgeçilmez The Wave in the Mind‘ın bu özel bölümünü, karakter gücünün geliştirilmesi konusunda Albert Camus, moral hayalgücümüze dair umudun temelleri konusunda Rebecca Solnit ve hikayelerin bizi nasıl değiştirebileceğikonusunda Neil Gaiman ile birleştirin, sonra da Le Guin’in yazmak üzerine tavsiyesine bir daha dönün.

Bu yazı dunyadanceviri.wordpress.com sitesinden alınmıştır. 

Çeviri: Serap Güneş

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER