Pazar çevirisi | İngiltere seçimleri: Bu noktaya nasıl geldik? – Richard Seymour

Seçim günü her şey nasıl da değişiyor. “Haziran’ı May’in sonu yapın” (Theresa May’in soyadı İngilizce Mayıs demek) dediler ve öyle de yaptılar.

Theresa May, A.N. Wilson ve Matthew D’Ancona’ya göre gizil gücü anaerkil seksapeli olan, Tory aktivistlerinin taptığı bir “annecik” olarak başladığı yolda, Tory Milletvekili Nigel Evans’a göre partinin ayağına bile değil, direkt kafasına sıkan kadın olmaya evrildi. Tory’ler Winnicott’un anneler hakkında söylediklerini biraz daha okumuş olsalardı neyin geldiğini görebilirlerdi.

May cumartesi gününü “güçlü ve istikrarlı” bir hükümet doğrultusunda DUP ile müzakerelerin fantezi dünyasında geçirdi: Robert Harris’in iddia ettiği üzere, neşeli sürrealizmi içinde K-Pop modundan daha az “Kuzey Kore modu.” Downing Sokağı konuşmasında, ne olup bittiğine dair gamsız bir bihaberlik içinde görünüyor; Muhafazakârlar “Avam Kamarası’nda çoğunluğa” hâkim olduğundan “belirlilik sağlayabilecek bir hükümet” vaat etti ama o çoğunluğu tam da kendi erken seçim kararı yüzünden kaybettiler. “Belirlilik,” “refah” ve “güvenlik” gibi sözcükleri mantra gibi tekrarlayıp durduğu konuşma, gerçekle bağı göz önüne alındığında bir çizgi film de sayılabilir pekâlâ.

Konuşmasının sonunda May, net olmayan tavizler karşılığında DUP ile bir “destek ve güven” anlaşması yaptığını iddia etti ama sadece birkaç saat sonra bir anlaşmaya varılmadığını ve açıklamanın yanlışlıkla yayınlandığını kabul etmek zorunda kaldı. Bu arada, sözüm ona meslektaşları ve müttefikleri ona karşı öfkeli açıklamalar yapıyorlar. ITV siyasi editörü Robert Peston “üst düzey bir Tory vekilinin” şu sözlerine yer verilen bir haber yaptı: “Hepimiz ondan nefret ediyoruz. Ama yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Bizi tam olarak mahvetti.” BBC Newsnight editörü Ian Katz’a göre, “üst düzey Tory’lerin” korkusu, Corbyn “muhtemelen kazanacağı” için “yakın zamanda seçime gidemeyecek olmaları.” Bu, sonucunu pek değiştirmeyecek şekilde May’in kariyerini uzatabilir.

Ve o noktada, Jeremy Corbyn’in söylediği gibi, İşçi Partisi yönetime hazır. Çoğunluk elde etmesi için İşçi Partisi lehine yalnızca yüzde ikilik bir oy kayması yeterli.

II.

Sadece birkaç hafta önce öfkeli bir Brexit çoğunluğunun yatıştırılamaz, durdurulamaz gücünden ibaret gibi görünen siyasal ortam şu an ciddi şekilde alt üst olmuş durumda. Bu durum, uzun gelişme eğrisi ışığında değerlendirildiğinde daha da şok edici.

Sosyal liberalizmin en üst noktası olarak, 2000’lerin başı boyunca sosyal demokrasi Avrupa çapında hâkim olmuştu ama 2008’den bu yana inişte. Kriz en hızlı Yunanistan’da gelişti ama Almanya, İspanya, Fransa ve elbette İşçi Partisi’nin 2010’da 1983’ten bu yana en düşük oy oranına ve 1918’den bu yana en düşük üyelik sayısına gerilediği Birleşik Krallık’ta da barizdi.

Britanya’da krize halkın ilk tepkisi bir çift güvenli el arayışı oldu. Liberallerin yükselişi, kendisini, şans verilse kemer sıkma politikalarını insanileştirecek ve politik ortamı serbestleştirecek dürüst bir arabulucu olarak konumlandıran Nick Clegg’in kısa da olsa başarısına işaret ediyordu. Ama üç parti de kendisini merkez yönelimli olarak konumlandırdı (örneğin Tory’ler, Cameron’un kısa ‘Kızıl Tory’cilik’ deneyimi ve Tory’lerin asi Thatcher’izmin artık seçim kazandırmayacağını kabullendiğinin işareti olan ‘Büyük Toplum’ söylemi ile). O seçimde UKIP’in performansı zayıftı ve BNP (aşırı sağcı İngiliz Ulusal Partisi, ÇN), yarım milyon oy almasına rağmen hiç koltuk kazanamadı. Kriz dönemlerinde merkezin tutunamayacağına dair bilgece eski çıkarım tersine döndü – merkez her zamankinden daha güçlüydü.

Ama yatıştırıcı görüntünün arkasında pis bir şeylerin yaklaşmakta olduğu da çok belliydi. Thatcher sonrası ortam, ilk başta ekonomiyi rayına sokma amaçlı zorunlu bir geçici mali düzenleme olarak pazarlansa da, yeni bir kemer sıkmacı moda geçiyordu. Ve Liberal-Muhafazakâr koalisyonu, bu kaymanın ideal siyasi ifadesi oldu. Koalisyon mutabakatı, iki partinin de liderliğine, kendi tabanlarından bir seviyede serbestlik tanıdı, böylelikle Nick Clegg katlanan üniversite harçlarını, David Cameron da eşsincel evliliği destekleyebildi.

İşçi Partisi’nin 2010’daki başarısızlığı, saflarında sola doğru hafif bir kayma yarattı ve Blair’in biraz solundaki aday Ed Miliband’ın seçimiyle sonuçlandı. Bunun ardından, harç zamlarına ve eğitime devam bursunun kaldırılmasına karşı bir öğrenci isyanı ile tıkanıklık aşılmaya başladı gibi. Büyük oranda işçi sınıfı mahallelerinden on binlerce öğrenci, harekete işgaller ve sokak protestoları ile doğrudan katıldı.

Harç zamları ve kesintiler parlamentodan geçince bu hareketin sönümlenmesi, kesinti karşıtı daha geniş bir hareket patlak vermiş olmasaydı çok daha fazla hayal kırıklığı yaratacaktı. (Kemer sıkma politikaları kapsamındaki sosyal harcama kesintilerini hedef alan, ÇN) “UK Uncut” gibi gruplar, vergi ödemekten kaçan şirketleri şaşırtmak, kesintiye uğratmak ve utandırmak için ‘üşüşme’ (“the swarm”) ve ‘ağ’ (“the network”) stratejik konseptlerini kullandılar. Sendikal hareket, kemer sıkma politikalarına karşı büyük kamu sektörü grevleri ve gösteriler için vites yükseltti. Küresel olarak, Arap devrimlerinin açılış atışları, merkezi Tahrir Meydanı’ndaki mini metropolde yer alan ve yeni bir Occupy hareketine ilham kaynağı olan, kitle demokrasisinin ümitvar yeni biçimlerinin ortaya çıkışına tanık oldu.

Havada, yıllardır düşüşte olan grev oranları ve sendikal örgütlenme seviyelerinin, savaş karşıtı hareketin sönümlenmesinin ve Sol’un resesyon karşısında genel olarak ne yapacağını bilemeyen halinin ardından, bir karşı-politikanın ortaya çıktığına dair bazı cesaret verici işaretler vardı. Bulvar medyasının Hackgate ile yaşadığı kriz, Murdoch’ın gazeteleri ile yolsuz bir ilişki ağı içindeki bir dizi politikacıyı ve polis şefini de etkiledi. Ve İşçi Partisi liderliği, önceki liderliğin tamamen aksine, bu tür bir baskıya çok az açıktı. Miliband, İşçi Partisi’nin işçi sınıfı oylarının çoğunu kaybettiğini ve onlardan uzak durmak yerine hareketlerle ilişki geliştirmesi gerektiğini kabul etti. Bu noktada, İşçi Partisi muhalefeti anketlerde iyi gidiyordu ve açıktan kemer sıkma karşıtı bir politika dillendiriyordu.

Fakat protestolar genelde boşa çıkıyordu. Grevler büyüktü ama iş durdurmadan çok siyasi etki alanını göstermek ile alakalıydı. Grevlerde inisiyatifi elinde tutan sendika liderliği, ülke çapında grevlerin Sağlık idaresini yendiği 1972’nin ‘Muzaffer Yaz’ını tekrarlamak niyetinde değildi. Tek istedikleri şey, hükümete emeklilik tekliflerini değiştirecek kadar baskı yapmaktı ki bunu da başardılar. Sol faaliyetleri örgütlemede orantısız bir yük üstlenen daha soldaki gruplar ise kendi aralarında veya daha geniş sol içinde bir mutabakata varmayı başaramadılar ve kendi gericilik ve cinsiyetçiliklerinden kaynaklanan iç krizleri sebebiyle kısa süre sonra çöktüler.

Ve yazın, bu süreçler gelişirken, siyahlara yönelik son bir polis cinayeti toplumsal bir patlamaya sebep oldu. Mark Duggan’ın yargısız infazı, silahlı CO19 birimindeki (siyah gruplar arasındaki şiddete odaklanan özel bir birim) polisler tarafından Trident Operasyonu kapsamında gerçekleştirilmişti. Hükümetin, şeriflere dayanan daha Amerikanvari bir sistem oluşturmak için emniyeti yeniden organize etmek üzere olduğu bir dönemde, eski ‘topluluk’ bazlı rızaya dayalı emniyet giderek artan şekilde baskı altındaydı. Cinayeti Smiley Culture’ın ölümü izledi. Polis bunun şüphelinin mekânında yapılan bir arama sırasında kendi kendisini bıçaklamasının sonucu olduğunu iddia etti. Tüm bunların yanı sıra, siyahlara karşı gaddarca muamelenin güvenlik kameralarına yansıdığı bir dizi vaka da ortaya çıktı. Bankacılar kredi sıkışıklığı deyip sıyırabiliyordu, gazete kodamanları yurttaşların telefonlarını hek’leyip paçayı kurtarabiliyordu, hükümet kemer sıkmak lazım deyip dilediğini geçirebiliyordu ve polis dokunulmazlık zırhı altında öldürebiliyordu. Ülke, Tottenham’dan başlayarak bir dizi çok ırklı işçi sınıfı isyanı ile patlayıverdi. Tory tarihçisi David Starkey, “beyazlar siyahlaşmaya başladı” diye şikâyet edecekti.

Bu, geriye dönüp bakıldığında kritik bir dönüm noktasıydı. İsyan edenleri sadece küçük bir azınlık anladı ama çoğunluğun derdi, bu isyanların kemer sıkma ve resesyon bağlamında duydukları korku ve güvensizliklerin fiziksel bir ifadesi olması idi. Bazıları için, özellikle de eski gericiler açısından, kendilerinin hürmet ederek büyüdükleri kurumları kızdırıp saygısızlık eden bir kuşağın sonucuydu. Öğrencilerin polise itaatsizlik etmesi başka bir şeydi, bu olanlar çok fazla ileri gitmişti. Ve, sosyal medyanın demokratikleştirici gücüne yapılan atıflara rağmen, Twitter ve Facebook üzerinden polis yanlısı, otoriteci bir konsensüs çabucak yayılıverdi: Tazyikli su sıkan TOMA’lar, plastik kurşunlar, gerçek kurşunlar, sınır dışı etmeler, sosyal yardımları kesme, askere alma, hapis… huzursuzlukların bastırılması için bunların tümü önerildi.

Toplumsal protestolar sönümlendikçe, grevler kesildikçe ve Occupy daha henüz başlamışken, ülkenin üzerine yeni bir atalet çöktü. Grev oranları tarihi olarak en düşük seviyelerine geriledi, sendikal örgütlenme düşmeye devam etti ve İşçi Partisi popülist sağdan araklanan yalapşap ve soft bir milliyetçilik ve ahlakçı bir refah devleti karşıtlığı adına kemer sıkma karşıtı politikalarını terk ederek sağa kaydı. O noktadan başlayarak 2015 yazına kadar her büyük ve önemli gelişme (ister helal et konusundaki panik olsun, ister İslamcıların okullara sızdığına dair sahte ‘Truva atı’ skandalı olsun, isterse gelen Romenlere ve Bulgarlara dair deli saçması haberler veya Pakistanlı erkeklerin ulusal basında hızla ırkları üzerinden hedef gösterildiği pedofili skandalları olsun) sağa biraz daha kayış ile sonuçlandı. Uzundur unutulmuş ve ötekileştirilmiş ‘beyaz işçi sınıfı’nın şampiyonu olarak basın tarafından hiç bitmemecesine gündemleştirilen UKIP, bu dalganın kazananı oldu. 2015 itibariyle genel seçimde dinamik bir faktördü, gericiliğin sözcüsüydü, gündemi sağa doğru kutuplaştırıyordu ve böylece Cameron seçimlerde ‘görünmez adamı’ oynayabildi.

Muhafazakarların o seçimdeki zaferi oyların yüzde 37’sini kazanmak oldu ama bu UKIP ve çeşitli birlikçi oyları ile birlikte aslında zayıf bir konsolidasyondu, sağ ülkede çoğunluğu elde etmişti. Muzaffer ama yine de sızlanan sağcı basının desteğinde, çok ırklı topluma karşı tepkilerden ve yenilenen bir beyaz milliyetçiliğinden beslenerek ülkenin gündemini sistematik olarak daha da sağa doğru sürüklediler. AB üyeliği üzerine yapılan referanduma işte bu ortamda gidildi.

[novaramedia.com’daki orijinalinden Serap Şen tarafından çevrilmiştir. Dünyadan Çeviri‘den alınmıştır.]