“Yalanlar çoğu zaman gerçeklikten çok daha makul, akla çok daha yatkındır. Çünkü yalancı, izleyenin ne duymak istediğini ya da nasıl bir beklenti içinde olduğunu önceden bilmenin sağladığı avantaja sahiptir” diyor Hannah Arendt.
Yazıya Arendt’in bu önemli tespitiyle başlamanın yerinde olacağını düşündüm. Zira yalan ve siyaset ilişkisi ekseninde, ülkemiz politikasında yaşanan kırılmalar, büyüyen toplumsal kamplaşmalar ve giderek ayrışan duygusal birliktelik sorunsalları, bu konuda kafa yoranların gündemini epeyce meşgul ediyor. Tüm bunların, kitlelerin hissediş ve tutumlarıyla siyasal parti temsiliyetleri arasındaki bağların hızlı bir şekilde koptuğu döneme gelmesi denk gelmesi de bir hayli düşündürücü. Ülkemizde bu politik ve toplumsal gelişmeler; ideoloji, inanma ve bağlanma tutumlarının yerini, kişisel çıkarları destekleyen, körü körüne biat duygusunun aldığı bir zaman diliminde gerçekleşiyor. Bu durum, sorunsalın giderek daha karmaşık bir hale gelmesine neden oluyor.
Elimden geldiğince liderlerin seçim konuşmalarını dinlemeye çalışıyorum. Hitap ettiği kitlenin entelektüel seviyesinin farkında olan bazı liderlerin hiçbir hayâ belirtisi göstermeden ölçüsüz bir şekilde kirli ve yanlış enformasyon bezeli cümleleri birbiri ardı sıra sarf ettiğine hep birlikte şahit oluyoruz. Birçoğu bizleri şaşkınlığa sürükleyen ve yüzümüzü kızartan ifadeleri dinlerken aklıma Nazilerin ünlü propaganda makinesi Joseph Goebbels’in, “Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve tekrar ederseniz bu yalanı sürekli, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır. Yalan, halkın yalanın siyasi, ekonomik ve/veya askeri sonuçlarından devlet tarafından korunabilmesi için muhafaza edilebilir. Dolayısıyla devletin, muhalefeti bastırmak için tüm güçlerini kullanması açısından, yalan hayati bir önem taşımaktadır; çünkü gerçek doğru yoldur ve bu da devletin en büyük düşmanıdır” sözleri geliyor.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda gelişen politik ilişkiler ve siyasa algıları bütününde “yalan”ın siyasetçi ve vatandaşların birlikte geliştirdiği, yaşattığı bir enstrümana dönüştüğünü görüyoruz. Sıradan vatandaş, politikacıların ağzından çıkan yalanlara, yazılı tarihin başlangıcından bu yana temas ediyor ama şimdiki periyotta yeni olan bu yalanlar değil izleyenlerin bunlara verdikleri tepkiler. Temel sorun, yalan söyleniyor olması değil mesele yalanın, yepyeni bir çehreye bürünerek hem siyaset sahnesini hem de olgusal gerçeklikle örülü alanı tutsak alıyor olması.
Sürekli yalana maruz kalan kitleler, zihinsel dünyalarında var olan gerçeklik zeminini yitirmekle kalmıyor daha da kötüsü bu zeminin kaybından doğan boşluğun yarattığı negatif durumları değerlendirmekten aciz bir hale düşüyor. Bunun ardı sıra siyasetçi tarafından domine edilen bir yalan, vatandaş eliyle kamuoyunda meşruiyet kazanıyor. Ürkütücü olan, bu tablo nihayetinde her türlü fikri manipülasyona açık kitleler ortaya çıkmasına neden oluyor. Demokrasiyi doğrudan tehdit eden bu arsız fenomenin işlevsiz hale getirilmesinde en etkili silahlar ise özgür bir basın, özgür bir hukuk sistemi ve özgürlükleri için baskıya, şiddete boyun eğmeyen, iyi eğitimli insanların var olması.
Siyasette kitlelere enjekte edilen yalanın dozajının giderek artması, devam eden süreçte bizatihi siyasetin kendisinin iri gövdeli bir yalana dönüşmesine neden oluyor. Bu noktada sürekli olarak demokrasi uygulamalarının sağlıklı olup olmadığı meselesi gelip karşımıza dikiliyor. Şöyle ki doğrudan demokrasi ile yönetilen ülkelerde sözü ve eylemi gizlemek oldukça zor oluyor. Zira karar alma süreçlerine katılımcı sayısı arttıkça görünürlük de doğru orantılı bir şekilde yükseliyor. Bu türden sistemlerde başarılı bir şekilde yalan söylemek için oldukça mahir ve retorik yapma sanatına her yönüyle hâkim olmak gerekiyor.
Madalyonun öteki yüzünde ise ülkeye ait önemli kararların kapalı kapılar arkasında alınması, medya organlarının hükümetle girift ve ahlaksızca bir ilişki içerisinde olması, hukukun işlevsel olmaması gibi faktörler yalan söylemeyi kolaylaştırıyor diğer taraftan o yalanın açığa çıkmasını da zorlaştırıyor. Ancak biz biliyoruz ki hiçbir yalan gerçeğin yerine ikâme edilemiyor.
Retoriksel kıvraklık, konjonktürel kayganlık…
Böyle bir politik iklimde destekçisi olan kitlenin inanç ve önyargılarını olmayacak safsatayla besleyen liderlerin tutarsız savları, ekonomide başarısız olmaları ya da dış politikayı çökertmeleri anlamını yitiriyor maalesef. Bu yaşananların tümü iç-dış düşmanlar (meşhur dış mihraklar), terör örgütleri, bilumum casuslar, ülkenin gelişmesini istemeyen seçkinler (monşerler) gibi bir kısmı uydurulmuş kesimlere fatura ediliyor. Siyasi iktidar ise ülkede -kendiliğinden gelişse bile- olan biten iyi şeylerin tümünün kaynağı ve sahibi olarak pazarlanıyor.
“Yalan” bize göre siyasi zeminde tatbik edilen soyut şiddetin dışa vurumunda kullanılan en görkemli enstrümanlar arasında yer alıyor. Yalan, inananların akli dengesini felce uğratırken, inanmayanlarda oluşan güvensizlik uçurumunu daha da derinleştiriyor.
Politika yapma eylemini yalan üzerine oturtan liderlerin en belirgin özelliklerini, “ahlâki olarak hiçbir değere sahip olmama”, “retoriksel kıvraklık” ve “konjonktürel kayganlık” olarak sıralayabiliriz. İnsanların “cahil” olduğu varsayımından hareket eden ve onun ilkel duygularını ele geçirmeye çalışan bu politikacı tipiyle uygar dünyadan yaşadığımız kopuş hızlandıkça daha fazla muhatap olacağımıza hiç ama hiç şüphe yok.
Özenle, önemle ve tekraren vurgulamak isterim ki siyasetçinin yalanlarıyla beyinlerinizin iğfal edilmesinin önüne geçmek istiyorsanız ki ben aksini düşünmek istemiyorum tek yol katılımcı-çoğulcu-parlamenter sistemden yana tavır almaktır. Zira ülkemizde kötüye gidişatı somutlayan çok sayıda veri bulunduğunu unutmayalım. Özgür medyanın, özgür yargının iğdiş edilmesi, sivil toplum örgütlerine cebren yandaş formatlar atılması, düşünceyi ifadenin şiddetli bir şekilde cezai yaptırıma tabi tutulması vs… Bu öyle noktalara vardı ki artık bizzat hükümetin bir bakanının ağzından vatandaşlara atfen aktarılan, “Vallahi AK Parti’ye o kadar güveniyoruz ki Sayın Bakanım. Cumhurbaşkanımız çıksa, şuradan Ay’a kadar 4 şeritli yol yapacağım dese, inanırız” sözlerini şu fani kulaklarımızla duyduk değil mi? Duyduk, bütün mesele bu işte.