Aşırı sağ, hep söylenegeldiği gibi yaşanan ekonomik krizlerden mi besleniyor ya da bir başka deyişle bu krizlerin ürünü mü? Bugün neofaşistlerin AB ülkelerinde, ulusal parlamentolar ve Avrupa Parlamentosu’nda milyonlarca oy eşliğinde yakaladıkları ivmeyi anlamlandırmak için “ekonomik kriz” kadrajı yeterli mi?
Yazılarımda zaman zaman aşırı sağın yükselişine ilişkin tespitlere de yer veriyorum. “Aşırı sağ-ekonomi ilişkisi”ne fazla bir anlam yüklemenin yanlış olduğuna ve bunun konuyu sığ sulara hapsetmekten başka bir işe yaramadığına dikkat çekmeye çalışıyorum. Yine de konuya ilişkin okuduğum birçok makale, yüksek lisans tezi ya da röportajda konu dönüyor dolaşıyor “ekonomik kriz ya da buhran” fenomeninde kilitleniyor.
O zaman yazımızı üzerine bina edeceğimiz sorumuzla başlayalım. Doğrudur, Yunanistan gibi ekonomik krizlerden derin bir şekilde etkilenen ülkelerde aşırı sağ, kayda değer ilerlemeler göstermiştir. Peki krizlerin negatif etkisinin pek yansımadığı, işsizlik oranlarının çok düşük olduğu ve pozitif makro ekonomik değerlere sahip Almanya, Avusturya, İsviçre ya da Danimarka gibi ülkelerde ırkçılık neden ivmeleniyor? Bu bize ekonomik sıkıntıların aşırı sağın yükselişinde tek başına bir şey ifade etmediğini gösteriyor. Zira neofaşist partiler, özellikle ekonomisi beş yıldızlı ülkelerin siyasetinde daha yüksek performans sergiliyor. Ekonomisi “AAA” olan bu ülkelerin bir kaçının nüfusunun da görece homojen olduğunu söylemeden geçmeyelim. Örneğin, “beyaz adamın kültürü tehdit altında” kaygısı, ırksal tanımlarla kolaj yapıldığında fazla değil bundan birkaç yıl öncesine kadar “etnik milliyetçilik” denilince tüylerin diken diken olduğu Danimarka’da bile faşistler için geniş siyasal alanlar yaratabiliyor.
Avrupa’nın itibarlı ve beş yıldızlı ekonomilerinden Hollanda’daki Geert Wilders vakasını da gözardı etmemek gerekiyor. Nitekim ülkedeki azınlık hükümetini yıllarca dışarıdan destekleyen Wilders’in aşırı sağcı partisinin, aldığı oya göre daha fazla söz ve güç sahibi olması üzerinde konuşulması gereken büyükçe bir parantezdir kanımca. Adeta bir varlıklılar kulübünü andıran Avusturya ya da Belçika’nın zengin Flaman bölgesinde post-faşistlerin kurdukları partilerle siyasetin asli unsuru haline gelmelerini nasıl yorumlamak gerekiyor? Yani zenofobik ve neofaşist partilerin yükselişini salt ekonomik krizlerle ilişkilendirmeye ve açıklamaya çalışırsak amorf bir durumla karşı karşıya kalacağımız açıktır. Görünen o ki neofaşist hareketlerin –sadece söylemde kalan- sisteme muhaliflikleri ve kendilerini yerleşik düzen partilerine alternatif olarak sunmaları, mevcut durumdan bıkan insanların gözünde önemli merhaleler kat etmelerini sağladı.
Kapitalizmin yarattığı krizler ve bunalımlar karşısında çaresiz kalan merkez siyaseti vatandaşın faşizme yönelik kaygılarının da kurtaramayacağı bir sürece doğru sürükleniyoruz. Siyaset Bilimci Maurice Duverger’in, “seçmenler oylarının boşa gitmesinden endişe duydukları için eğilimlerine en yakın olan ve oy oranı en yüksek siyasi partiye yönelirler” tezini önemsiyorum. Buradan yola çıkılarak, artık hatırı sayılır oy oranlarına ulaşan aşırı sağ partilerin, faşizm motifli muhafazakâr seçmen topluluğu için “eğilimlerine en yakın oy oranı yüksek parti” skalasında konumlandıklarını söylemek yanlış olmaz. Bu gelişmelerin dünyanın en güçlü ekonomilerinde meydana geldiğini tekrar hatırlatalım.
“Kültürümüz tehlikede” uyduruk savunusundan yol alan ırkçılık, yabancı düşmanlığı, antisemitizm, İslamofobi ve bunların bileşkesinden türeyen kimlik siyaseti… İşte Avrupalı medeni güçlerin üstesinden gelmesi gereken birden çok kördüğümlü denklem. Bunun üzerine bir de yerleşik düzen partilerinin halledemediği sosyal sorunlar, politik boşluklar ile AB’nin nobran ekonomik dayatmaları binince aşırı sağın gelişmesine uygun nemli ortam oluşuyor. Sonrasında bunlar mantar gibi her yerden fışkırıyor. Avrupalı faşistlerin bugün, Siyaset Bilimci Samuel Huntigton’ın, “Soğuk savaş sonrasında ihtilafları ideoloji ve ekonomi değil kültürel nedenler belirleyecek” aforizmasına uygun bir senaryoyu yazıp sahnelediklerine hep birlikte şahit oluyoruz.
Merkezde ehlileşirler mi?
Bir gazeteci olarak faşist politikacıların sayfalarda ve ekranlarda tabiri caizse rahatça fink atmalarına sert bir şekilde tepki gösterilmesi gerektiğine inanıyorum. Bunlar medyada yer aldıkları her saniye içlerindeki zehri ve nefreti insanların üzerine boca ediyorlar. Soytarılık meziyetleri yüksek ve skandal yaratma kapasiteleri gelişkin olan faşist politikacıların, verimli birer reyting malzemesi olduklarını itiraf etmem gerekiyor ancak medyanın sırf kendilerine gelecek tepkileri yumuşatmak adına faşist politikacıları halka “Avrupa Birliği karşıtı” şeklinde yumuşak bir ifadeyle eşleştirerek pazarlamalarını da doğrusu ciddiyetten uzak ve gazetecilik ilkeleriyle bağdaşmayan bir tutum olarak görüyorum.
Bununla birlikte faşistler, Avrupa’da güçlü demokrasilerin sağladığı konforu da övgüyle yad ediyor olmalılar şu günlerde. Siyaset kuramcıları Robert W. Jackman ve Karin Volpert, “Diğerleriyle karşılaştırıldığında çok partili sistemler aşırı sağ için seçmenlerin desteğini almakta en geniş hareket alanına sahip uygulamalardır” diyor. Irkçıların beğenmedikleri yönetim şekillerinin sağladığı avantajları yüzsüzce sonuna kadar tüketmeleri de ayrıca hastalıklı tutumlarının göstergesi olarak karşımızda duruyor. Şimdi medeni demokrasinin tüm olanaklarından faydalanan faşistlerin yarın iktidarı ele geçirdiklerinde ilk yapacakları işin sistemi bombalamak olduğunu zaten biliyoruz. Dünya bunun örnekleriyle dolu maalesef. Bu eksende, akademisyenler tarafından kaleme alınmış makalelerden süzülen, “aşırı sağ merkezde ehlileşir” tezine hiç ama hiç katılmamakla birlikte bunların görece siyaseten daha korunaklı olan merkezde iyice azgınlaşacağını iddia ediyorum. Bu akademisyenlerin, aşırı sağın merkeze yerleşmesinden kaygı duymamaları bir yana “ehlileşmeye” ilişkin tezlerinin de şarjörlerindeki son kurşun olduğunu düşünüyorum. Zira Alman parlamentosundaki faşist parti AfD’nin saçma sapan, tabana oynayan, propaganda ve kışkırtma kokan önergeleri bu yolun açıldığını gösteriyor.
Sözün kısası siyaset polyannalarının düşündüğü ve inandığı gibi aşırı sağın kapsama alanını ekonomik sıkıntılarla çevrili politik algılar sınırlamıyor. Yukarıda değindiğimiz gibi ellerinde uzunca bir süre kullanacakları elverişli malzemeler var. Her şeye rağmen olumsuz koşullara rağmen Almanya, Danimarka, İsveç ya da Avusturya gibi ekonomisi ve demokrasisi güçlü ülkelerin aşırı sağ belasını başlarından defedeceklerine inanıyorum. Medeni ve demokratik birikimlerinin bunun için yeterli olduğunu düşünüyorum.