Cuma, Nisan 19, 2024

Özgür Çoban yazdı | Avrupa’nın kimlik bunalımı ve Türkiye

Avrupa Birliği (AB) hızla bir yol ayrımına doğru sürükleniyor. AB, bugünlerde tüm kurumlarıyla sığınmacı meselesinin yarattığı problemleri çözüme kavuşturmaya çabalıyor. Bu sığınmacı meselesi, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in de ifade ettiği gibi “Göç, AB’nin kaderini belirleyebilir” tarzında potansiyeli yüksek bir soruna işaret ediyor.

Sığınmacı akını başladığından bu yana AB ülkelerinin derin fikri ayrılıklar yaşamaya başladığını görüyoruz. Almanya’nın, en fazla sığınmacıyı kabul etmesi yönüyle diğer AB ülkelerinden farklı bir yaklaşım sergilediğini söyleyebiliriz. Buna karşın Macaristan ve Avusturya gibi ülkelerin sınırlarını mültecilere kapatması konunun diğer boyutu.

Esasında kâğıt üzerinde tüm AB ülkelerinin aynı değerlere sahip olduğunu ve bunları savunduğunu görüyoruz. Ancak bu sığınmacı akını, genel olarak insan hakları, Avrupa medeniyeti ve “birlikte yaşama” gibi temel değerlerin geçen yıllar içerisinde sağlamlaştırılamadığını gösterdi. Avrupa’nın sığınmacılardan kaynaklanan problemlerini verimli bir şekilde politik alana monte eden neofaşistler eliyle yeniden primordialist bir yapıya eklemlenmeye başladığını görüyoruz. Avrupa’daki kadim ırkçı hareketlere ilham kaynağı olan bu anlayış, kökene bağlı ve kendi isteğinizle değiştiremeyeceğiniz, etnisite merkezli bir kimlik tanımına vurgu yapıyor. Kültürel bazda geçmiş sorgulaması yapan bir önerme olarak öne çıkıyor.

Tam da bu noktada, AB’nin kurucu değerlerine iman eden liderlerin, primordialist bakış açısını egemen kılmaya çalışanlar karşısında diz çökmeye başladıkları bir süreç yaşanıyor. Şu aşamada neofaşist rüzgârları arkasına alan siyasi liderlerin, AB’yi göç hinterlandından çıkarmak amaçlı çabalarının yavaş yavaş karşılık bulmaya başladığı görülüyor. Son yapılan AB liderler zirvesinde, kıtaya gelmek isteyenlerin bulundukları ülkelerde kurulacak “kontrol merkezleri”nde tutulması planı buna işaret ediyor. Mülteci krizinin devamlı olarak AB sınırları dışına itilmeye çalışılması, birliğin menfi çıkarlarını kurucu değerlerin önünde konumlandırdığı izlenimi yaratıyor.

Dün Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve Almanya Başbakanı Merkel’in birlikte düzenledikleri basın toplantısı AB’nin ilkeler ve değerler hakkında yaşadığı kaosun canlı sunumu gibiydi adeta. Merkel’in, mültecilerin konu edildiği bu toplantıda, “Burada insanın söz konusu olduğunu asla unutmamalıyız… Avrupa’nın ruhu insanlıktır, eğer bu ruhu korumak istiyorsak muhtaç olandan ve zulümden kendimizi soyutlayamayız” sözleri ve Orban’ın “sınırları kapatmalıyız, yardım gerekiyorsa bulundukları yere göndeririz” yanıtı neofaşistler ve AB değerlerine iman edenler arasındaki keskin farkı ortaya koyması açısından önemliydi. Kurucu değerlerinden kopan AB, tam anlamıyla bir disosiyatif bozukluk yaşıyor ve bu rahatsızlık her geçen gün derinlere sirayet ediyor.

Sonuç itibarıyla AB’nin uygulamakta olduğu göç politikalarıyla soruna köklü bir çözüm getirmesi beklentisi hayal kırıklığıyla sonuçlanacaktır. Bunu yapmak bir tarafa, mülteciler konusunda bir türlü üye devletlerin tümünü bağlayıcı ilkelerin ortaya konulamaması, bu devletlerin karşı karşıya gelmesine de neden oluyor. Gelinen süreçte, AB’nin, kurucu değerler paralelinde insan haklarını, insan onurunu ve birlikte yaşama çabasını ön plana çıkaran yasal düzenlemeleri, giderek salt güvenlik temelli sınır kontrollerinin yoğunlaştığı bir periyoda doğru evriliyor. Bu da AB hukukunun uygulanamamasından doğan sıkıntılar nedeniyle birliğin ilkeler etrafında bütünleşme uygulamalarının sorgulanmasına neden oluyor.

AB’nin kısa vadede bu derin ikilemden sıyrılabileceğini sanmıyorum. Çünkü birliğe üye birçok ülke akılcı yollarla bu meselenin üstesinden gelebilecek siyasi anlayıştan yoksun mahfillerce yönetiliyor. Bunun üzerine AB ülkelerinin sosyal imkânlarını dibine kadar kullanıp, buna rağmen medeniyet anlayışını ve entegrasyonu cepheden reddeden göçmenlerin azımsanmayacak sayısını da eklersek, tablonun vahameti kendiliğinde ortaya çıkıyor. Bu bahsi kapatırken sığınmacıları, AB ülkelerinde nurlu ufuklar beklemediğini ekleyelim.

Türkiye ile sınırlı ilişki

Yukarıda resmetmeye çalıştığımız tablo çerçevesinde AB-Türkiye ilişkilerine de göz atalım. Kanımca Türkiye-AB ilişkilerinde “birliğe katılım” çalışmalarının fiilen sonlandırılacağı bir döneme giriyoruz. Zira AB yetkilileri, katılım görüşmeleri çerçevesinde yeni bir başlık açmanın yersiz olduğunu sık sık ifade ediyorlar. Yetkililer, benzer olumsuz ifadeleri Gümrük Birliği modernizasyonu müzakereleri için de kullanıyorlar. AB kamuoyunda OHAL sürecinin demokrasiye büyük kayıplar yaşattığına ve Türkiye’nin AB’den “dev adımlarla” uzaklaştığına dair yorumlar sıklıkla yer alıyor. Nitekim Alman Hükümeti’nin Sol Parti’nin bir soru önergesine verdiği yanıtta yer alan, “Federal Hükümet açısından Türkiye ile herhangi bir başlıkta müzakere açılması gündemde değil. Müzakereler fiilen durmuş durumda” ifadesi konuyu özetliyor.

Peki şimdi ne olacak? Tüm bunlar yaşanırken AB, Türkiye’ye mülteciler için 3 milyar Euro’luk yardım göndermeyi kabul etti. Görünen o ki bundan sonraki süreçte AB-Türkiye ilişkilerinin çerçevesini salt mülteciler ve diğer ticari faaliyetler belirleyecek. O kadar. Ezcümle, Türkiye’nin AB değerleri ekseninde başlattığı medeniyet yolculuğunun sonuna gelindi. Kötü olan AB’nin de supranasyonal tutumlarının sönümlenmeye başladığı bir döneme girilmiş olması. AB’nin yıllardır yaratmaya çalıştığı kültürler üzeri kimlik yerini hızlı bir şekilde apolitik ve daha etnik bazda tanımlar içeren bir kimlik anlayışına terk ediyor. Bu aşamada AB’nin aday ülkelere daha fazla demokrasi ihraç etmeye çalışmasının bir geçerliliği olacağını düşünmüyorum.

AB’nin yaşanan göç nedeniyle medeniyetinin temellerini oluşturan kurucu değerlerden hızla uzaklaşması ve Türkiye’de parlamenter rejimin ilga edilmesi… Karanlık tablonun renkleri hızlı bir şekilde örtüşmeye devam ediyor. Gelecek zaman diliminde demokrasinin AB sınırları içerisinde rahatça nefes alabilmesi için birliğin kendisini otokrasiden soyutlayacak yaklaşımları ve tedbirleri bir an önce hayata geçirmesi büyük önem taşıyor.

Bu kapsamda, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un, “Şu anda Batı sonrası dünya düzeninde olduğumuzu düşünüyorum” cümlesinin altını iyi okumak gerekiyor. Kanımca Lavrov, Fransız Devrimi sonrası Batı medeniyetini şekillendiren, “liberté, égalité, fraternité” (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) anlayışının sonuna gelindiğini ifade etmek istiyor. Zira “yeni” kelimesiyle pazarlanan dünya düzenini otokratik diktatörler kuruyor.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER