Salı, Mart 19, 2024

Ozan Gündoğdu yazdı | İdareyi maslahatçılar ve gelecek için biz

There is no alternative… Başka bir alternatif yok. Kısaca TİNA olarak çevrilen bu ifade, neoliberal düzeni İngiltere’de inşa eden demir lady lakaplı Margaret Thatcher’a ait. Thatcher bu ifadeyi 80’li yıllarda sendikalara saldırırken, yaşanan resesyonun faturasını yoksullara yıkarken kullanıyordu. Fakat o yıllarda İngiltere İşçi Partisi içinde azınlık sayılabilecek sosyalist bir grup ise ilkelere dayanan ve ilmek ilmek örülen bir siyaseti örgütlüyordu. There is alternative… Alternatif var. Alternatif %99’un çıkarına olanı yapmak, %1’in çıkarına ise karşı durmak. Çünkü görülüyor ki sınıflı toplumumuzda %1’in çıkarı %99’un çıkarı ile çatışmakta. O halde halk dostu bir siyaset %99’un yanında durmalıdır. Maliye ve para politikaları, gelirler politikamız %99’un çıkarlarını korumalıdır.

CHP içinde de böyle bir siyaseti model aldığını söylemlerinden anladığımız bir ekip var. Selin Sayek Böke gibi kendisini solda tanımlayan milletvekillerinin ve partililerin oluşturduğu Gelecek İçin Biz grubu. Selin Hoca ekonomist kimliği ile öne çıktığı için bugünlerde yaşanan kriz ile ilgili açıklamaları son derece kritik önemde. Alternatif var diyor hoca, %99’un siyasetini kurmalıyız diyor. Aynı gemideyiz, bu bir vatan millet meselesidir gibi iktidarın ayak oyunlarına partinin diğer kesimleri gibi kendisini kaptırmıyor. AKP kontrolünde beslenen İnşaat sektörü merkezli rantçı sermayenin vergilendirilmesini savunuyor ve çok açık ki CHP içinde ekonomik krize karşı elle tutulur tek söz Selin Hoca’dan geliyor. Geri kalanlar ise maalesef iktidarın yarattığı rüzgarda savrulmakta idareyi maslahatçılık yapmaktalar. Halbuki gerçeklik tektir…

RANTÇI SERMAYE TÜRKİYE’NİN SIRTINDAKİ KAMBURDUR

Gelir, kaynağına göre 4 grupta incelenir. Bunlar;
Emeğin elde ettiği ücret geliri
Sermayenin elde ettiği faiz geliri
sermayedarın elde ettiği kar geliri
Toprak/gayrimenkul/doğal kaynak sahiplerinin elde ettiği rant geliri.

Sağlıklı işleyen liberal bir ekonomide bu gelir türleri içinde bir uyum olması beklenir. Ancak dikkat edilirse bu gelir türleri aynı zamanda bir çatışma içindedir. Ücret gelirleri arttıkça diğer gelirler de nispeten azalma görülür. Dolayısıyla siyasi iktidarlar bu çatışma içinde bir taraf olmak durumundadır. Kapitalist iktidarlardan hiçbiri ben azınlıkta ama kuvvetli sermaye grubunun yanındayım diyemeyeceği için “din iman siyasetine” sarılmak ve “hepimiz aynı gemideyiz” edebiyatı yapmak böylesi iktidarların sarılacağı ilk yalandır. Zira çoğunluk ücretlilerdir. Üçretlilerin yani emeği ile geçinenlerin desteği olmadan siyasi iktidarın devam etmesi imkansızdır.

Fakat AKP’yi diğer iktidarlardan ayıran temel özelliği kendi sermaye grubunu yaratmasındaki ısrarı oldu. Bu ısrarın altında ideolojik bir “kurucu iktidar” olma hedefi yatıyor. Çünkü yeni bir rejimin tesis edilmesinde ücretlileri ikna edebilmek kadar sermaye sınıfını da ikna etmek gerekiyor. Bu saikle AKP, kendi sermayesini inşaat sektöründe oluşturdu. Yandaş rantçı sermayenin inşaat sektöründe oluşturulması da elbette tesadüf değil. Çünkü inşaat sektörü Türkiye gibi ahbap-çavuş ilişkilerinin ekonomiye yön verdiği bir sistemde devletin kontrolünde büyüyor. Burada belediyeler ve icracı bakanlıklar işlevsel olarak kullanılıyor. Örneğin 3. Havalimanı için Kamu bankalarından LİMAK’a ve paydaşlarına 6 milyar Euro kredi veriliyor. LİMAK’ı Euro’daki değerlenmelere karşı korumak içinse borcun geri ödemesi sabit kurdan yapılıyor. Kamu bankalarında oluşan görev zararı ise halka enflasyon olarak ödettiriliyor.

Ancak bu model FED’in 2008 krizi sonrası uyguladığı “0” faiz politikasından vazgeçerek faizleri yükseltip sıcak parayı ABD’ye çağırdığı 2016 yılında tıkanmaya başladı. Madde madde özetleyelim.

FED faizleri 0 iken Türkiye gibi çevre ülkelere yabancı para deyim yerindeyse aktı.
Hükümet bu parayı cari açığı kapatacak yapısal önlemler almak yerine inşaat sektörü gibi kendi siyasetini finanse eden sermaye grupları lehine kullandı.

2016 sonrası FED faizleri arttırmaya başlayınca TCMB de yurtiçindeki yabancı parayı tutmak için faiz arttırımına gitti.

TCMB faizlerinin artması inşaat sektörünü olumsuz etkiledi, çünkü tasarruf sahipleri konut almak yerine tasarruflarını faiz geliri elde ederek değerlendirmeye başladı.
Tayyip Erdoğan bu tehlikeyi görerek faize savaş açtı.

Faize açılan savaş sermaye çıkışlarını arttırdı ve dolardaki artış devam etti.

Dolardaki artışa karşılık ithalata bağımlı sanayi ve tarım sektörleri iflasın eşiğine geldi.

Kredi garanti fonu gibi uygulamalarla KOBİ’lere para pompalansa da bu cendereden çıkamayan piyasa dış şoklara açık hale geldi.

İşte bir avuç müteahhiti kurtarmak pahasına ödediğimiz bedelin kısa hikayesi budur. Bu yüzden rantçı sermaye Türkiye’nin üzerindeki kamburdur. Bu modelin sürdürülebilir olmadığı aklı selim tüm iktisatçılar tarafından söylendi yazıldı. Yani bu kriz beklenmeyen bir şey değildi. AKP tarafından da bekleniyordu ki seçimler baskın bir kararla 17 ay erkene çekildi. Dahası 2013 yılında yatırım bankası Morgan Stanley finansal akımlara karşı en cılız 5 ekonomiyi tespit etti. Bunlara kırılgan beşli adı verilir. Bu ülkeler 2013 yılında Brezilya, Endonezya, Hindistan, Güney afrika ve Türkiye idi. Morgan Stanley her yıl bu listeyi yeniledi ve tek bir ülkenin adı bu listeden hiç çıkmadı, Türkiye…

EKONOMİK KRİZLERİN BEDELİNİ HALKA ÖDETMEK ZORUNLULUK DEĞİL TERCİHTİR

Krizler, sınıflı toplumun sonucu olduğu gibi ekonomik krizlerin çözümleri de sınıfsaldır. Önümüze çıkan krizde de ekonomik ısınmanın bedeli bir sınıfa ödetilmek zorunda. İktidarın ve onun güdümünde olanların söylemlerinden anlıyoruz ki bedel ödetilecek sınıf Türkiye’nin emekçi kesimleri yani ücretliler olacak. Şimdiden yöneticiler halktan fedakarlık istemeye başladı bile… Ancak bunun bir zorunluluk olmadığı bunun bir tercih olduğu bıkmadan söylenmelidir. Evet, alternatif var. Bu krizin faturasını, bu krizin sorumluları olan rantçı sermaye ödemelidir ve bu rasyonel olmayan bir yol değildir.

Peki ne yapacaklar? Yandaş sermayenin bu işten en az hasarla çıkmasını sağlayacak ekonomi politikaları izleyecekler.

Kar, rant ve faiz geliri sahiplerinden alınan vergileri azaltırken ücretlilerin zaten yüksek olan vergi yükünü arttıracaklar.

Enflasyon %20’lere çıkarken nominal ücretler enflasyon kadar arttırılmayacak ve ücretliler enflasyona karşı ezilecek.

Ücretli kesimin hayatını devam ettirmesi için tüketmek zorunda kaldığı ürünlerden alınan dolaylı vergiler arttırılacak.

Gıda malları zamlanacak.

Tüm bunlar olurken inşaat sektörünü kurtarabilmek adına örneğin 80 bin nüfuslu Bayburt’a kamu-özel işbirliği ile 2 milyon kapasiteli havalimanı yaptırılacak.

Bir çok şirketin kurumlar vergisi ertelenirken, KDV gibi yurttaşların belini büken vergiler arttırılacak.

Sosyal yardımlar, personel alımları kısılacak, buradan tasarruf edilen tutar sermayeyi teşvik için kullanılacak.

Nereden mi biliyoruz? TİNA’dan biliyoruz. Tüm bunları yapacaklar ve başka bir alteranif yok diyecekler.

ANTİEMPERYALİZM SOSYALİSTLERE ÖZGÜ ONURLU BİR DURUŞTUR

AKP tüm bunları ABD’ye rağmen yapmadı, bu politikaların hiç birine ABD tavır almış değildi. Çok değil 5 ay önce şeker fabrikaları ABD gıda devi Cargill’e satılmadı mı?
Yani meseleye antiemperyalist bir kılıf takmanın da gerçekçi herhangi bir yanı yok. Üretim araçları üzerindeki bütün kontrolü umarsızca sermayeye veren bir piyasa rejimi sürdürülerek antiemperyalistlik yapılamaz. Hele hele Türkiye gibi yeni sömürge ülkelerde emperyalist bir işgale dek antiemperyalist mücadelenin yönü sınıfsal mücadeleden geçer. Zira tekelci sermayedarlar sürecin sonunda mutlaka uluslararası sermaye ile işbirliği halindedir. Halkımızın veciz ifadesi ile paranın dini imanı olmaz.

Yaşanan kriz geniş halk kesimleri tarafından hala tam olarak hissedilebilmiş değil. Ancak yarın ücretler enflasyon karşısında erimeye başladığında, işsizlik artığında, vergiler halk kesimlerinin sırtına yüklendiğinde bugün “hükümetimizin arkasındayız, ABD’ye karşı tek yumruk olacağız” diyenler muhalefet etme haklarını kaybedecekler. Zira eğer ki mesele vatansa, gerisi teferruat olacak. AKP’nin de krize karşı aldığı temel politik tedbir rantçı sermayenin unutturulması ve krizin bir milli güvenlik meselesi olarak algılatılmasıdır. Aksi savunuluyorsa işte meydan, muhalefetin hazırladığı rasyonel bir halkçı ekonomik programı uygulayabilirler mi görelim. Ancak maalesef muhalefet cephesinde de yoksullar için hak talep etmeyi vatan hainliği sayan cahiller bulunmakta.

%99’un SİYASETİNİ İNŞA ETMELİYİZ

Velhasıl önümüzdeki günler sınıflar siyasetinin ön plana çıkacağı, bunun da sosyal demokrat iddiaları olan CHP adına geniş halk kesimleri ile kucaklaşmak için bir fırsat olduğu açık. Kimlikler ekseninde muhafazakar – laik olarak saflaşmış ve bu sebeple siyasi tercihleri statikleşen ve yine bu sebeple AKP’nin sürekli iktidar olduğu bu cendereden laik cepheyi muhafazakarlaştırarak ya da muhafazakarmış gibi yaparak çıkamayız. Bakış açımızı değiştirmek ve Türkiye toplumsal gerçekliğine sınıflar penceresinden bakmak zorundayız. CHP genel merkezi bu fırsatı görür ve değerlendirir mi bilemeyiz. Ancak vaziyetin farkına varan Selin Sayek Böke ve arkadaşlarına ve dahası “alternatif var” diyen bizlere bu süreçte bir sorumluluk düşüyor. O da bu perspektifin çizdiği şekilde örgütlenmektir. Selin Hoca haklı, ancak haklı olmak yetiyor mu? CHP’nin mevcut yapısı içinde Gelecek için Biz grubu büyük bir gövde oluşturmuyor. Anlaşılan o ki partinin mevcut yapısı da gelecek için biz grubunun büyük bir gövdeye dönüşmesine imkan vermiyor. Ancak Gelecek için Biz grubu da sözün ötesinde somut bir adım atabilmiş değil. Bunun sebebi hem CHP içindeki nesnel koşullar hem de GİB içindeki öznel koşullar olabilir. Bu kapsamda elbette artık projelerin konuşulmaya ihtiyacı var. (Fakat bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. )

Vakit daralıyor, önümüzdeki 2-3 yılın gündeminin ekonomik durum ile doğrudan ilgili olacağı aşikar. Bu durumun yarattığı fırsatları değerlendirmek ve yoksulların dostu bir siyaseti inşa etmek başta CHP’nin seçmeniyle, üyesiyle yöneticisiyle tüm toplumsal muhalefetin görevidir.

Gelecek için Biz grubu büyük bir gövdeyi oluşturmayabilir ancak pratiğin doğru sözün üzerine inşa edileceği de tarihsel gerçekliktir. İngiltere İşçi Partisi içinde neoliberalizme direnen ve ilkeler üzerinde siyaset yapan, haklı bir davası olan o küçük sosyalist grup Jeremy Corbyn öncülüğünde bugün İngiltere İşçi Partisi’nin yönetimini aldı. Şimdiyse partilerini iktidara taşıyorlar. Günün gereğidir diyerek iktidarların rüzgarlarında savrulmadılar, idareyi maslahatçılık yapmadılar. İlkelerin üzerine inşa ettikleri politikalarını başarıyla savundular.

Çünkü bilenler bilir; idareyi maslahatçılar esaslı devrim yapamazlar…

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER