Hepimize bir oyun dayatılıyor. Çemberin dışında kalamıyoruz. İçinde olmak da içimize sinmiyor. Yeni oyun kurmak belki zor, belki de işimize gelmiyor. Oyunu bozması gerekenler ise süregelenin oyuncularındanmış meğer. ‘Kandırıldık’ demek de avuntu olamıyor bir yerden sonra.   İtiraf edelim çok zayıf canlılarız. Gözümüz görür ya da görmez. Kulağımız belli sesleri duyar. Bedenimiz tüylerle kaplı değildir ve kaslarımız memelilerin en güçsüzü... Yani birçok defektimiz var ve bir arada olmadan yaşamak çok zor. Ancak tüm bu güçlüklerin yanında bir avantaj elde etmişiz. Korteksimiz çok gelişmiş ve bu sayede hayatta kalmışız. Zihnimizin gelişmesiyle soyut düşünme becerisi kazanmışız. Korteksimiz hayatta kalmak için her şeyi kodlamış. Kodladığımız imgelere anlamlar atfetmiş, aralarında bağlar kurmuşuz. Bu sayede alet edevat yapmış; felsefe, bilim, matematik, siyaset, ahlak, inanç, sanat ve bunun gibi sayısız modeller geliştirmişiz. Zihnimiz bize sürekli oyun oynamış kendi ürettiğimiz tasarımları ‘hakikat’ kabul edip değişmezliğine adeta iman etmişiz. Adına gerçek dediğimiz ancak kerameti kendinden menkul düşüncelerimizin hayatta kalma güdüsünün bir ürünü olduğunu hesaba katmamışız ya da aklımıza gelmiş ama görmezden gelmeyi seçmişiz. BİLEN İNSAN MI, OYUN İNSAN MI? Evrim, canlılığın her aşamasında işleyen bir mekanizma. İnsanın bir tür olarak yaşamasının yegâne sebebi var: Organize bir şekilde birlikte hareket etme kabiliyeti. Yuval Noah Harari’nin çığır açan ve kitabı ‘Homo Sapiens’in temel argümanı, muhayyel bir canlı olarak evrimleşen insan türünün diğer hayvanlara göre sürüsünü genişleterek birlikte yaşamayı başarıp; soyut düşünme yetisiyle aynı hedefte ilerlemekle bugüne gelebilmesidir. Beynimizin tüm fonksiyonlarını henüz çözebilmiş değiliz. Bilişsel fonksiyonları daha yeni yeni anlamlandırmaya başladık. Diğer işlevlerini keşfetmenin çok uzağındayız ne yazık ki. Her ne kadar insana Homo türünün Sapiens cinsi, ‘bilen insan’ dense de son yıllarda bu tanım hakkında bazı itirazlar mevcut. Mesela insanın bilmekten ziyade oyun oynamakla var olduğu iddia ediliyor. Çoğumuz oyun oynamanın, sadece çocukluk çağımıza dair eğlenceli bir etkinlik olduğunu var sayar. Oyun, belli kurallar etrafında şekillenen ve bir amaca yönelik davranışı nitelemek için kullandığımız bir kelimedir. Genelde eğitici, eğlendirici ve çocukların arkadaş edinmesinde kolaylaştırıcı işlevleri üzerinde durulur. Ancak Hollandalı yazar Johan Huizinga, oyun kavramının var olan anlayıştan öte anlamlar taşıdığını savunuyor. Huzinga tarafından 1938 yılında yayımlanan “Homoludens” kitabında oyunun sadece keyifli zamanlar geçirmekten öte, insanın oyunla var olduğu iddia ediliyor. Kitaba adını veren "Homoludens" terimi Latince "oyun oynayan insan" anlamına geliyor. Bu bağlamda yazar, çeşitli örneklerle oyunun insanın ortak hareket ederek yaşamını idame ettirmek üzere geliştirdiği bir araç olduğu kanaatinde. Tabii yetişkinlikte oynadığımız oyunlara bu adı vermiyoruz. Yaş aldıkça işin eğlence ve sosyalleşme boyutu azalıyor. Bu nedenle bu terime ‘düzen’ kelimesiyle adlandırıyoruz.
İçgüdüsel olarak oyun oynama ihtiyacındayız hepimiz. Oyun dışı kalmayı da ölmekle eş değer tutuyoruz. Bu oyundan herkes memnun görünüyor. Zahir ile hakikat arasındaki mesafeyi kestirmek zor.
KURGU İNSAN Bu kitabın, içinde yaşadığımız toplumu en iyi anlatan tezler arasında saydığımı belirtmek zorundayım. Çünkü homo sapiens’den, homo economicus’a (çıkarına göre hareket eden insan) homo faber’den(üreten insan), homo sosciologicus’a (sosyal insan)  kadar insanın varlığına yönelik tanımlar, davranışlarımızı açıklamaktan uzakta kalıyor. Dünya genelinde sağ iktidarların yükselmesine bakarak bile oyun kavramının eğilimleri açıklamakta maymuncuk etkisi yarattığı söylenebilir. Yarattığımız, kurguladığımız her şeyin -örneğin avlanmanın- bir oyun olduğunu düşünmek biraz zorlayıcı olsa da esasen gerçeği anlamaya bir adım daha yakın hissettiriyor beni. Kültür, düzen, iş, hukuk, aşk, ilişkiler, toplumsal hiyerarşi, ataerkil düzen, kazanmak, kaybetmek kısacası hayata ilişkin aklımıza gelen gelmeyen ne varsa hepsini oyun kümesinin altında tanımlamak mümkün görünüyor. DİL VE OYUN Homoludens tanımı, bize çok da uzak değil esasen. Dilimizde de bu terime paralel birçok karşılık bulunuyor. Mesela oyunu bozmak ifadesi memnun olunmayan durumları değiştirmek için kullanılır. ‘Oyun kurmak’, ‘oyun içinde oyun, iş içinde iş’, ‘oyunbaz’, ‘oyuna gelmek’ oyunun kuralını bilmek’ ‘kuralına göre oynamak’ vs. vs. daha çok örnek saymak mümkün. Bu deyimler, tesadüften öte bir içgüdünün yansıması olarak yorumlanabilir mi? Büyük olasılıkla. Çünkü insan, zamanının çoğunu oyunda kalmaya harcıyor. Kimi kez oyun sonunda alacağı ödül bile anlamını yitirebiliyor. Ekonominin kötü yönetimine bağlı olarak bozulan iş barışına rağmen insanlar bir biçimde çalışmaya devam ediyor. Her ne kadar ABD menşeli ‘toplu istifa’ hareketi gibi karşı hareketler baş gösterse de büyük bir çoğunluk şu ya da bu sebepten düzenin içinde kalmaya özen gösteriyor. Sadece özen göstermekle kalmayıp rekabette öne geçmek için her şeyi yapıyor. Üstelik bu uğurda kurnazlık, yalan söyleme, başkasına çelme takma gibi ahlaken zaaf olarak görülen tüm eylemler bir bakmışız övülen bir konuma gelmiş. Üstelik bu fiiller oyunun kuralı olmuş. İnsanlığın hâli pürmelâli, sadece somut ihtiyaçlarını gidermek ile tarif edilebilir gibi gelmiyor bana. İçgüdüsel olarak oyun oynama ihtiyacındayız hepimiz. Oyun dışı kalmayı da ölmekle eş değer tutuyoruz. Bu oyundan herkes memnun görünüyor. Zahir ile hakikat arasındaki mesafeyi kestirmek zor. Ne var ki hepimize bir oyun dayatılıyor. Çemberin dışında kalamıyoruz. İçinde olmak da içimize sinmiyor. Yeni oyun kurmak belki zor, belki de işimize gelmiyor. Oyunu bozması gerekenler ise süregelenin oyuncularındanmış meğer. ‘Kandırıldık’ demek de avuntu olamıyor bir yerden sonra.