İyisiyle kötüsüyle antikiteden beri kadim bir miras niyet. Her tür çabaya rağmen niyet ölçülemeyen yegane değer olarak karşımıza çıkıyor. Belki niyet hepimizin son kalesi.

İnsan zihni çok karmaşık bir yapı. Kimi kez adına ‘psikanaliz’ denen yöntem, son yıllarda popülerleşen nöro-bilim, bazen de toplumu bir bütün olarak ele alan toplumbilim yani sosyoloji ile insan davranışlarını öngörmeye çalışıyoruz. İnsanın anlam arayışı neredeyse varoluşsal bir ihtiyaç gibi epey eskilere gidiyor. Buna karşılık İnsanı anlama çabası ise son 200-250 senelik bir macera…

Endüstrileşen dolayısıyla kapitalistleşen bir zaman diliminde belki satın almaya teşvik belki de insan kaynağına duyulan ihtiyaç ya da her iki nedenden kaynaklı insanın bilimin inceleme materyaline dönüşmesi ile epey yol alındı. Ne var ki henüz bilimin açıklayamadığı çok husus bulunuyor.

Hukuk

İki kişi bir araya geldiği anda hukuk başlar. Bireyselleşen dünyada kendimizle kurduğumuz ilişki de hukukun konusu haline geldi. Kendi bedenimizle kurduğumuz bağ bile eğer ölümle sonuçlanıyorsa bir yere kadar hukukun alanına girer. 20. yüzyılın başlarında şehirleşmenin hızlanmasının da etkisiyle toplumsal sözleşmenin altüst olduğunu gözlemlemek mümkün. Çoğalan nüfusu bir arada tutmak ve işgücü olması hasebiyle bedenin kutsanması modern hukukun temelini oluşturuyor.

Aydınlanma çağı ile ilgili birçok anlatı mevcut… Bu felsefeyi ve beraberinde gelilen Fransız Devrimi’ni öven kesimler, bu sürecin insanının kutsandığı ve tüm bağlarından sıyrılarak özgürleştirdiği görüşünde. Daha önceleri özne olamayan bireyin bu sayede egemenler tarafından görüldüğü ve haklarının tanındığı bir süreci ifade ediyor. Öte yandan post-modernistler tüm bu anlatının pozitivist paradigmadan yararlanılarak bir gurup egemen tarafından kurgulanmış bir iddia olduğu yönünde. Bu yazıda hayli uzun süredir devam edegelen tartışmanın detaylarına girmeyeceğiz ancak; en azından bu makalede post-modernistlerin hakkını birkaç açıdan teslim etmek gerekiyor.

2.Dünya Savaşı sonrası yaşanan onca felaketin ardından İnsanın mekanik bir yapı olarak incelenmesinin yanıltıcılığı, salt bilimsel yöntemin ön yargıları değiştiremediği ve en önemlisi kültürel etmenlerin bireyin doğasını şekillendirmede epey rol oynadığı anlaşıldı. İnsanı tıbbi bir kobaya çeviren bilimin suçu engellemede etkisinin olmadığı gibi aynı zamanda bilimin çeşitli çıkar gurupları tarafından manipüle edildiği ortaya çıktı. Üstelik modern hayatta kişilerarası hukukun ve sorumluluğun salt bireylere bırakılması, baskının kalkması şeklinde olumlu bir atfa sahip olsa da başka toplumsal sorunları doğurmuşa benziyor. Bir taraftan özgürlük için sevinirken diğer tarafımız tarlanın ortasında yalnız başına bırakılmış, terkedilmiş bir çocuk gibi çaresiz ve tedirgin.

Modernite her zaman iyi değildir, gelenek her zaman kötü değildir

Eğer bir yazıda, konuşmada ‘iyi’, ‘kötü’, ayıp ve bunun gibi yargı ifade eden sıfatlar görüyor ya da işitiyorsanız oradan hızla uzaklaşmak gerektiği söylenebilir. Çünkü bu yaklaşımlar önyargılarımızı besler ve eleştirel bakışı engeller. Bu nedenle körleşir ve giderek daha fazla ezbere yaşarız. Teoriler değerlidir elbette ama onlara hapsolmak başka bir meseleyi gündeme getirir.

Örneğin sol görüşün insanları refaha ulaştıracağını hayal etmek olasıdır ancak teori ile pratik arasındaki farkı hesaba katmak gerekir. Benzer biçimde pozitivist bakış açısının getirdiği materyalizm gibi akımlar geleneksel toplumda var olan birçok normu temelinden değiştirir. Buna karşın söz konusu yeniliğin toplumu huzura kavuşturduğu ya da bireysel doyumun yüksek olduğu anlamına gelmeyebilir. Geleneğin getirdiği mahalle baskısı hayatı çekilmez kılabilir, tezatı olarak tanınmadığınız halde bile birileri tarafından halinizin hatırınızın sorulması da hayatla bağınızı kuvvetlendirebilir. Bu örneklerin tek başlarına bir sonuca varmak için yeterli veri sunmadığının farkındayım elbette. Benimkisi bir parça zihnimizde oluşturulan zincirleri kırma çabası. Çünkü kanaatler zamanla inanca, inançlar zamanla hakikatlere dönüşüyor.

Modernite ve kapitalist ikiyüzlülük

Pozitivist felsefeye çok şey borçluyuz… Fakat zaman zaman her ideolojide olduğu gibi dogmaya dönüşen bazı tarafları bulunuyor bana göre… ‘Nasıl?’ dediğinizi işitir gibiyim.

Yine örneğimi suç cürümü ve modern hukuk örneğinden vermeyi arzu ediyorum. Seri katillerle ilgili sayısız suç belgeseli ve hatta bu içeriklerin yer aldığı birçok TV kanalı bulunuyor. Bu belgesellere bakıldığında suçluların psikolojik öykülerine yer verilerek bu kişiler analiz ediliyor. Bu tarz içerikler, genel itibariyle bireylere odaklanarak onların yatkınlığını anlatarak toplum tarafından fark edilmeleri üzerine. Herhalde farkındalığı artırarak suçun engellenmesi planlanıyor. Bu programların menşei olan ABD’deki suç oranlarına bakılarak etkinliğine ilişkin bir tahminde bulunmak zor olmasa gerek. Yine de biz kesin konuşmayalım ve başka bir örneğe geçelim.

İlk polisiye romanının 1841 yılında Edgar Allen Poe’nun “Morg Sokağı Cinayetleri” olduğunu göz önüne alırsak modern toplumun yan etkilerinin endüstriyel eko-politiğinin bireye etkilerinin edebiyata hızla yansıdığı söylenebilir. Endüstriyel toplum normlarının kişilerarası ilişkilere ‘sağlık’(!) getireceği varsayımının daha o günlerde çöktüğünü anlamak için alim olmaya gerek yok.

Özgürlük ama nasıl?

Kapitalist elit, geçmişte kaldığı düşünülen otoriterliği bu kez reklam metoduyla-bir nevi modern tebliğ- bir taraftan arzularımızı özgürlük adı altında kışkırtırken, bireylerin bu sistemin dışında kalmak istemesi halinde kilisenin ortaçağdaki afaroz yöntemlerinden beter bir mahalle baskısına maruz bırakıyor. Söz gelimi sanki bir el nerede hak arayacağımıza, nerede had bildireceğimize, nerede susup ne zaman konuşacağımıza karar veriyor.

‘Eğer size yalan söylenirse susmayın.’ ‘En yakınlarınıza güvenmeyin.’ ‘Patronunuza itaat edin.’ ‘Ama o şirket alt edilmek istendiğinde size üstleriniz tarafından uygulanan mobbing ve baskıdan bahsedebilirsiniz.” ‘Toplumsal problemlerle ilgilenmeyin. Cinselliğe odaklanın ne de olsa bu dünyaya bir kere geldiniz.’ ‘Tabii çok da abartmayın ne de olsa fabrikalara insan lazım. Evlenin çocuk yapın.’ Daha bu ve bunun gibi birçok telkin dayatılıyor biz farkında olmadan. Dinlerin özgürlüğe ket vurduğu söyleniyor. Oysa kapitalist düzenin öne sürdüğü serbestiyet sadece onların çizdiği çember içinde kalındığı sürece geçerli.

Kazanan kaybeden

Eskiden görünmeyen bir dünyada erişeceğimiz ödül ve ceza için yaşadığımıza inanılırdı. En azından dini mitlerin bir çoğu bu anlatı etrafında biçimleniyor. Şimdilerde ise materyalist anlayış öne geçmiş gibi görünüyor. Oysaki bazı normların hizmet ettiği odaklar değişse de motifler ve amaçlar paralellik gösteriyor. Dinlerde olduğu gibi özgür(!), bağımsız dünyada da kazanan kaybeden adı altında ödül ceza sistemi tarif ediliyor. Şeytan ve melek adeta yer değiştiriyor.

Tüm bu silsilede niyet kavramı halen varlığını koruyor. İyisiyle kötüsüyle antikiteden beri kadim bir miras niyet. Her tür çabaya rağmen niyet ölçülemeyen yegane değer olarak karşımıza çıkıyor. Belki niyet hepimizin son kalesi. Bana gelince, iyi niyetli güvendiğim, bağ kurabildiğim insanlarla görüşmeyi tercih ediyorum. Tedirgin olduğum’ art niyetli bulduğum insanlardan ise modern normların dayattığının aksine sessizce uzak durmayı yeğliyorum. Bu durum benim ‘ezik’ yani kaybeden gibi etiketlenmeme sebep olabilir. Halbuki ben, niteliğinden bağımsız niyet kalesinin önemine inanıyorum. İnsanlar kendilerini kandırabilir. Esas hürriyet, niyetin kontrol edilmemesinde gibi görünüyor. En azından ben kendimde niyet üzerinden başkasının üzerinde tahakküm kurmayı hak görmüyorum.

Editör: Zeynep Gençosmanoğlu