Kılıçdaroğlu’nun Sünni çevrelerle kurmak istediği bağ önemliydi ama bu bağı Sünni toplumun bizatihi kendisiyle değil onları temsil ettiğini varsaydığı küçük partilerle sağlamaya çalışması başarısızlığın da altında yatan en önemli nedendi. Seçimler oldu bitti. Herkes nefesini tutmuş beklerken sonuçlar özellikle muhalefet tarafında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Az bir farkla da olsa Tayyip Erdoğan yeniden cumhurbaşkanı seçildi. İktidar cephesinde önümüzdeki yıl yapılacak yerel seçimlerde büyük şehirleri yeniden nasıl ele geçiririz hesapları etrafında bir çaba başlamışken, muhalefette ise ittifaklarda yer almış her bir partinin içinde değişim rüzgarları başlattı. Tabii Cumhur İttifakında, 10 ay sonra yapılacak yerel seçimlerden önce ekonomideki sorunları çözmek en önemli hedef. Bu yazıda bu konuya girmeyeceğim ama Mehmet Şimşek’in muhtemelen uygulayacağı Ortodoks politikalarla eğer iyileşmeler yaratılabilirse bilin ki bu özellikle Körfez Arap sermayesinin yardımıyla olacak. Bu  da ülkenin giderek daha fazla Arap kültürüyle buluşacağının işareti sayılmalı. Toplumun bir kısmı Avrupa Birliğine katılmayı beklerken Arap kültürünün yaygınlaşması var olan laik-antilaik kutuplaşmasını daha da arttıracağa benzer. Bunu şimdilik bir not olarak buraya koyuyorum. Bizim gibi, yarı-sömürge niteliğinde imparatorluk bakiyesi bir toplumda esas olan toplumsal katmanlaşmada işçi-işveren, orta sınıf gibi gruplar yanında bunlarla iç içe geçmiş farklı etnik ve inanç grupları da vardır. Her ne kadar cumhuriyet kurulurken bu farklı kesimlerden bir “biz” üretmek ancak Türklük ve Sünnilik üzerinden olmuşsa da 100. Yılını doldurmuş bir cumhuriyette hâlâ bu “biz” in içinde kendini görmeyen, göremeyen kesimlerin varlığı siyasi bir sorun olarak devam etmektedir. Bu farklılıkları 80 yıldır bir tür “ittihatçı baskı” ile yöneten “laik-batıcı” kesimin yerini 20 yıldır benzer bir baskı rejimiyle “muhafazakâr-İslamcı” kesim almıştır. Bu tespitleri yapmamın nedeni bizim gibi göstermelik bir demokrasiyle yönetilen ve esasında baskıcı olan ülkelerde muhalif siyaset baskı altındaki bütün kesimlerin dayanışmasına ihtiyaç gösterir. İki nedenle. Birincisi, baskı yapan iktidar karşısında değişimi sağlayacak bir güç birliği ancak farklı kesimlerin (kimliklerin) eşit kabul edilerek birlikte bir hegemonya yaratmak üzere dayanışmasına ihtiyaç gösterir. İkincisi ise, baskıcı bir sistem yerine gerçek bir demokrasi ancak farklı kimliklerin kendilerini içinde hissedecekleri bir “biz” olgusuyla mümkündür. AKP ve MHP’nin böyle bir toplumsal durumla ilgileri ancak ve ancak herkesin “Sünni” ve “Türk” olmaları üzerinedir. Yani insanların “yerli” ve “milli” olmaları onlar için yeterlidir. Onun için, yukarıda tanımlamaya çalıştığım siyasi sorun daha çok “muhalif” siyasi çevrelerin sorunudur.
Gerçek güçlü bir muhalefet, baskı altındaki kimliklerin mensuplarıyla ya da o kimlikleri temsil yeteneği olan kurumlarla birlikte davranmayı gerektirir. Onları temsil ettiği varsayılan örgütlerle değil.
Bu sorunun temelde bu seçimlerde iki muhatabı vardı. CHP ve HDP/YSP. Aslına bakarsanız iyi kötü her iki parti de bu sorun çerçevesinde olumlu işler yaptılar. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun en azından Alevi, Sünni farklılığı üzerine gitmesi ve ittifakı içine, AKP’den ayrılmış DEVA ve Gelecek Partisinin yanı sıra Saadet Partisi’ni de katması bir başarı öyküsü olarak görülebilir. Bence bu ittifakın en önemli yanlışı ise, “Merkez sağ” parti mi yoksa “MHP’nin başka bir versiyonu” mu olduğu konusunda karar verememiş İYİ Partiyi ittifak içine almış olmasıdır. (Oysa bu partinin bir kimlik netleşmesine ihtiyacı vardı). Bu ittifakın en önemli ikinci yanlışı da Erdoğan’ın medya makinesiyle yarattığı “HDP=PKK” algısına teslim olup HDP ile açık, net ve samimi bir ilişki kuramamış olmasıdır. Gelelim HDP/YSP’ye. Bu parti de toplumda baskı altında tutulan başta Kürtler olmak üzere Alevileri, Süryanileri, Ermenileri bir araya getirerek bir muhalefet hattı oluşturdu. Gerçekten de bu dayanışma hattını oluşturarak Kürtlerin değişim talepleriyle diğer kesimler arasında bağlar kurdu ve belirli bir ölçüde de başarılı oldu. Ama bu partinin de en önemli hatası, kendisi zaten, içinde sol ve sosyalist farklı partilerden oluşan “bileşenlerle” bir ittifakken bir de TİP ve EMEP gibi iki partiyi de içine alarak (üstelik de bu her iki partinin HDP ile geçmişten gelen sorunları olmasına rağmen) Emek ve Özgürlük İttifakı’nı kurması olmuştur. Peki gerek CHP ve gerekse HDP/YSP neden başarılı olamadılar? Tabii ki bu sorunun ağırlığının farkındayım. Bu soruya çeşitli çerçevelerden farklı yanıtlar da verilebilir kuşkusuz. Ama ben bu yazıda her iki partinin kurmuş oldukları ittifakların başarısız olmasını her iki partinin de es geçtiği aşağıdaki gerçekle ilişkili olduğunu düşünüyorum: Farklı kimliklerden oluşan baskıcı bir toplumda  güçlü bir muhalefet ancak bu kimliklerle doğrudan kurulacak bağlarla ya da bu kimliği temsil yeteneği olan kurumlarla birlikte davranarak sağlanabilir. Kılıçdaroğlu’nun Sünni çevrelerle kurmak istediği bağ önemliydi ama bu bağı Sünni toplumun bizatihi kendisiyle değil onları temsil ettiğini varsaydığı küçük partilerle sağlamaya çalışması başarısızlığın da altında yatan en önemli nedendi. Benzer biçimde, HDP/YSP de “bileşenler” adıyla bazı sol ve sosyalist partileri içine alarak ezilen ulus ile sömürülen işçi sınıfı ittifakını oluşturabileceğini düşündü. Ama doğrusu bu bileşenler kategorisindeki sol ve sosyalist partilerin işçi sınıfını temsil etme özellikleri çok sınırlı olduğundan kurulan ittifak da sınırlı bir yarar getirdi. Özetle, gerçek güçlü bir muhalefet, baskı altındaki kimliklerin mensuplarıyla ya da o kimlikleri temsil yeteneği olan kurumlarla birlikte davranmayı gerektirir. Onları temsil ettiği varsayılan örgütlerle değil.