Cuma, Mart 29, 2024

Haftanın Çevirisi | Mümkün/Muhtemel Komünizm Üzerine 11 Tez

Ocak 2017’de, dünya genelinden yoldaşlar, çağdaş kapitalizmin durumunu değerlendirmek ve bugüne dair komünist stratejileri planlamak için Roma’da bir araya geldiler. Konferansın destekçilerinden olan Viewpoint de tartışmalara yer yer katıldı ve önemli katılımcıların mülakatlarının tercümesini üstlendi. Collectivo 17 tarafından yazılan ve kaynağını Roma’da bir araya gelen geniş bir yelpazedeki militan ve teorisyenlerin katkılarından alan “Mümkün/Muhtemel Komünizm Üzerine 11 Tez” isimli manifestonun çevirisini bir yıl sonra sizlere sunuyoruz.

Giriş

Aşağıdaki “Mümkün/Muhtemel Komünizm  Üzerine Tezler”, geçtiğimiz Ocak ayında  ESC Atelier ve Galleria Nazionale  de düzenlenen  Komünizm  üzerine Roma Konferansı ile başlayan  ve sonrasında  “C17” kolektifi tarafından yazılı olarak geliştirilmiş ortak emeğin ürünüdür. Tezlerkonferansın dengeli bir sentezi değildir. Tezler, basitçe  bu olağanüstü  günlerin gücünü niteliksel ve müdahil olarak tekrarlamaya çalışmaktadır. Kısmi, iddialı, aceleci,  hatta eğreti bir biçim sergilemektedirler. Nihai bir tartışma olmaktan çok, konferansla birlikte açılan tartışmanın yeniden ele alınmasıdır. Tema ortaya koyulduğuna göre mesele, farklılıklarda ısrar ve kişisel olarak durmaksızın doğaçlama yapmanın bir daha ne zaman mümkün olacağıdır.  Ancak bu şekilde tezler marjinal olmayan bir işleve sahip olacaktır. “C17” kolektifinin Ekim Devrimi’ni kutlamak için seçtiği yol bu “Tezler” ise, her şeyden öte –ve komünizm üzerine yeni bir Konferans’ın bakış açısından- karşılık ve ihtilafa çağırmakta: gelecek için çağrıda bulunmaktadırlar.

1.Hayalet: Komünist Parti ne haldedir [al poter] bilinmez, komünizm ortadan kaybolalı çok oldu. Bir piyasa var, sömürü de var ama ne parlamento ne de ifade özgürlüğü var ortada. Komünizm, Avrupa ve dünya için, yozlaşmış, yenilmiş ve imha edilmiş bir tarihtir. Bir yenilginin yeniden korkutma kapasitesine sahip bir heyula olarak ortaya çıkması nadiren görülür; komünizm de işte bu nadir görülen durumdadır. Kelime telaffuz edilemez, anlamı ya da tasarısını sahihleştirmek güçtür. Düşman ise berrak fikirlere sahip olmayı sürdürmektedir; 1848’deki kadar terörize değildir şüphesiz fakat kesinlikle ön almayı öğrenmiştir. Günümüz kapitalizmi, korkuya kapılmamak için korkutmaktadır. Hobbes’tan beri biliyoruz ki korku egemeni tesis eder; korku bugün, güvencesiz yaşamlara yapılan daimi şantaj şeklinde ortaya çıkar ve sömürüyü mümkün kılar. Fakat durum buysa, geri dönüşü olmayan bir şey daha var demektir: Güvencesiz ve sürekli işe koşulmuş yaşamlar, tehlikede olmalarının yanında kendileri de birer tehlikedir. Her şeye rağmen korkutmaya devam eden bu fazlalığın adıdır komünizm. Sermayenin zaferi, bir can düşmanı olarak, bu fazlalığı (yani ilişkiler, akışkanlık, yaratıcı kuvvetler, üretici elbirliği vs. fazlalığını) üretmekten geri durmaz. Sermayenin zaferi, bir can düşmanı olarak, komünizmin nesnel koşullarını üretmeye devam eder: Yani “gerekli emeği”, emek gücünün toplumsal yeniden üretimine indirger.

2.Neoliberalizm: “Devrimi sermayeleştir”: 1968’den beri  içine çekildiğimiz büyük dönüşümünalameti budur. Mücadelelerle birlikte, mihenk taşlarını ve fabrikayı terk etmişse eğer yaşam, onun eşsiz ve tekrar edilemez hasletlerinin kıymetini bilmek, her bir yaşamın estetik beğenileri ve tutumlarıyla iş tutmak, makine aksamlarını “toplumsal aklın” protezlerine (dijital ve iletişimsel teknolojiler: kişisel bilgisayardan internete, akıllı telefonlardan sosyal ağlara), genel zekayı bir algoritmaya dönüştürmek için onun izini her yerde sürmek elzemdir. Küreselleşme dörtnala koşarken, vahşi birikim küresel Güneye ve Doğuya saldırmışken gerçekleşmektedir bu. İki süreci ayrı veya karşıtlık içinde düşünmek vahim sonuçları olan bir hatadır: neoliberal küreselleşme çoklu ve heterojen bir zamansallıklar örgüsü, dağıtılmış ortak bir mekândır. Silikon Vadisi’ni ancak Çin’in veya Polonya’nın ekonomik bölgeleri ile beraber kavrayabiliriz –tersi de geçerlidir. Neoliberalizm, açıkça ortaya koymak gerekirse bir karşı devrimdir, Sorbonne’dan Vietnam’a, Berkeley’den Prag’a, Roma’dan Tokyo’ya tamamen küresel bir mücadele etkinliği olan 1968’e sermayenin verdiği yanıttır. Küreselleşmeyi, sömürge karşıtı kalkışmaları kavramadan düşünmenin pek de bir anlamı yoktur. Öğrenci hareketlerini veya işçilerin (tekrarlayıcı) çalışmayı reddini göz ardı ederek bilgi ekonomisine odaklanmak, teknolojik inovasyonu tamamen kapitalist buyruğa bırakmak anlamına gelmektedir. Patentler aracılığıyla bilginin çitlenmesi; milyonlarca insanın toprak gasplarıyla mülksüzleştirilmesi; adaletsiz vergilerle ve özlük haklarında kesintilerle dolaylı olarak ücretlerin kırpılması; emeğin prekaryalaştırması ile ücretlerin doğrudan baskılanması; yoksulları topluca hapse tıkarken, ücretleri esnetmek için göçmen emek-gücüne başvurulması; suç ekonomisi ile “temiz” ticaret arasındaki, ahlaki olarak her daim mahkum edilmesine rağmen, var olan bağ; yoksunlaşmanın yanında tüketime ve teknolojilere yaygın erişim; yenilenen hareketliliğin yanı sıra sınırların yayılması; farklılıkların yüceltilmesinin yanı sıra sömürünün radikalleşmesi… Neoliberalizm, bu olguları küresel ölçekte, farklı yoğunluklarla, kronik hale getirerek ilksel birikim fenomenini yeniden uygulamaya koyar. Neoliberalizm bütün bu süreçlerin her daim yeniden etkinleştirilen kombinasyonudur.

3.Kriz: Ekonomistler son on yıldır saplanıp kaldığımız krizin, 1870’lerdeki ya da 1929’da başlayıp 1945’te ancak milyonlarca insanın ölümünden sonra dinen krizler gibi bir Büyük Bunalım olduğunu söylüyorlar. 1930’lardan alınan ders ile, birçok ekonomist “uzun süreli iktisadi durgunluk”tan bahsetmektedir: on yıllar sürecek düşük büyüme, düşük ücret, yüksek işsizlik ve yoksulluktur bu. Her zaman umut vardır… bu durumda ise, kriz artık sadece bir hastalık değil, hastalık alevlendiği için her gün uygulanması gereken “tedavi”nin kendisidir. Soru aslında kendini dayatmaktadır: eğer kapitalizm her yerde kazanmışsa, dünyaya hükmetmek için neden bir krize ihtiyaç duymaktadır? İlk cevap dünyanın yönetilebilmekten çok uzak olduğunu gösteriyor: Amerikan egemenliği zayıflamakta; yeni çok kutupluluk bir tehdit oluşturmaktadır; savaş, hem merkez de hem çevre ülkelerde can almakta ve silahlar, taarruzlarla olduğu kadar para ve ticaretle de yapılmaktadır. İkinci bir yanıt ise, krizin emek gücüne hükmetmenin bir biçimi olduğunu söylemektedir bize. Elbette sermayenin zaferi, kendi hilafına, komünizmin nesnel koşullarını üretmeye son vermeyeceği için, 16. yy’dan beridir kökenlerini karakterize etmekte olan ekonomi-üstü şiddeti bıkıp usanmadan yenilemektedir sermayenin buyruğu. İnsani emek gücünün yerine ne kadar fazla robot geçerse, daha az toplumsal adalet ve demokrasi sağlayabilir kapitalizm. Özneler ne kadar üretim aracını bünyesine katarlarsa, onları yıldırmak, yoksunsallaştırmak ve disipline etmek de o kadar elzem hale gelir. İster iş bölümü, ister kadınlara karşı eril şiddet, isterse de yoksullara ve göçmenlere şiddet biçimini (gözaltından sınır dışı etmeye) alsın, krizin neoliberal idaresi, davranış denetimini, disiplinin yenileştirilmesiyle bağlar… Kapitalizmin-krizin en tanıdık yüzü Donald Trump’tır: Goldman Sachs ve dolayısıyla Wall Street’e yakın, milliyetçi ve ırkçı sağı tahkir etmeyip savunan, elinden geldiğinde de kışkırtan bir milyarder. Yıllardır küreselleşme ile yediği içtiği ayrı gitmeyen neoliberalizm, saldırgan ve otoriter kutbunu güçlendirmiş; finansın mekânı, sınırlar, ayrımcılık ve ulus devletinkilerle bir hale gelmiştir. Dahası da var: krizle birlikte, Hükümdarın arkhe’si, yoksullara karşı iç savaş yeniden ortaya çıkmıştır. Bu senaryoda, eğer neoliberal sol -Clinton, Blair ve Schröder zamanında rağbet gören- hemen hemen her yerde değerini yitirmekteyse, şövenist (neoliberal) sağ, faşist retoriği de içerecek şekilde, yeniden keşfedilmektedir.

4.Proletarya. Şimdiye kadar yazılanlar doğruysa  üretimin ve yeniden üretiminin melezlenmesini, küreselleşmeyi (ve krizini), sermayenin tarihsel çağlarının heterojenliğini (çağdaş olmayışın çağdaşlığını”) dikkate almadan proletaryayı tanımlamak artık mümkün değildir. Aslında, emek kendisini yaşamdan ayırt etmek için çabalamaktadır; hem sadece emeğin zamanının, yaşamın zamanıyla çakışma eğilimi olması sebebiyle de değil; çalışmak ve artı-değer üretmek için, yaşamın kendisini yeniden üretimine eklemleyen duygulanımsal, ilişkisel ve sembolik kaynaklardan yararlanmanın esas olması sebebiyle. Aynı şekilde, üreten özneleri hareketliliği merkeze almadan tarif etmek mümkün değildir; ikincisi, emek piyasasını hiyerarşikleştirmenin yeni süreçlerini cesaretlendirmek için engelleniyor ya da büyük oranda kullanılıyor olsa da. Bir kez daha: yüksek-teknoloji şirketleri, tarım üretiminde caporalato ve yarı-kölelik, eksik ücretlendirilmiş bakım emeği, enformel ve suç ekonomisi aynı bölgede yan yana yaşayabilir. Proletaryayı o yüzden her zaman 3 anlamıyla ifade etmek gerekiyor: cinsel farklılık, ulus-ötesi boyut (yeni göç rejimleri; ‘renk’ çizgisine göre hiyerarşiler); emeğinin çoklulaştırılması (ve sömürü biçimlerinin). Eril, pek eril olan beyaz işçi sınıfı hiç bir zaman proletaryanın tümünü teşkil etmemiştir. Örneğin Rus Devrimi, 8 mart 1917 (Jülyen takvimine göre 22 Şubat) kadın greviyle başlar. Açık olarak küresel işçi sınıfını da (dikkatimizi büyük oranda Çin ve Bangladeş’e vs. yönelterek) içeren proletarya, bugün her zamankinden daha fazla kadındır, eğitimli gençliktir, siyahtır, göçmendir. Bu unsurların kesişiminde, sömürülmüş özneleri günümüzün dekorunda bulmaktayız. Çoğunluk olan fakat azınlıklardan müteşekkil bir proletarya, kimliklerden kaçan melez bir dokuma.

5.Sınıf Mücadelesi: Üretim ve yeniden üretim iç içe geçtiğinde ve çoğunlukla birbirine karıştırıldığında, bütün sınıf mücadelesi, aynı zamanda yaşam biçimlerinin olumlanması ve savunusu için bir ihtilaf haline gelir. Tarihsel olarak sendikaya devredilen ekonomik mücadele, sınırlarını yitirerek, gitgide cinsellik, eğitim, kent hakkı, ırkçılık karşıtlığı ve iletişimin alanına kayar. Bu anlamda, ekonomik ve siyasal mücadeleler arasındaki geleneksel ayrım yıkılmıştır; bilakis, üretimde olduğu kadar toplumsal dayanışmada, ortak mülkiyetlerin savunulması kadar davranış tarzında, ilişkilerde olduğu kadar samimiyette de baskı ve değişim yaratan siyasallaşma süreçlerine tanık olmaktayız. Sınıf mücadelesi, “Uluslararası Kadın Grevi” kadar Gezi Parkı’dır, Çin ve Hindistan’da ücret artışı için yapılan şiddetli ve sebatkar çatışmalar ya da daha önceki Uber ve Foodora işçilerinin grevi kadar “Siyahların Yaşamı Değerlidir” hareketidir de. Özellikle kadınların bize gösterdiği şey, grevin artık sendikalara özgü bir araç değil, demokratik refahın yeniden tahsisi için, toplumsal ve sivil haklar için, ataerkil şiddete, sömürüye ve ücret eşitsizliğine karşı mücadele yoluyla yürütülen bir uygulama olduğudur. 8 Mart Uluslararası Kadınlar Günü Grevi’nden sonra bir siyasallaşma süreci haline gelmiştir nihayet grev. Bahsedilen örneklerde, Marx ve Engels’in Manifesto’sunda bir dizi halinde düzenlenmiş anlar –yerel proletarya ve kapitalist birey arasındaki “çatışma, “işçilerin” birliği, siyasal mücadele- bahsedilen örneklerde doğrudan doğruya mevcuttur ve evvelce sınıf mücadelesine harici addedilen sahayı zapt etmektedir. Ama, bu bir arada varoluş ya da birbirine eklemlenme, kurucu sürecin hücumunu el sürülmemiş tutmakla kalmaz, pekiştirir ve çetrefilleştirir: alttan -yaşam ve yaşamın gücü [potenza], sosyal ilişkiler ve sömürü, moleküler mücadeleler, dil ve bulaşıcı etkisi, vb.- yukarıya doğru- yerleşik iktidar [potere]. Sınıf mücadelesinin ve iktidarın [potere] ayrılmaz bir bileşeni olan şiddet, direnme hakkının hasletlerini [ius resistentiae] yeniden keşfeder: fizyonomi ve ritmini tanımlayan, siyasal ve askeri husumet değil, “dostluk eserlerinin müdafaası”, toplumsal elbirliği, alternatif yaşam biçimleridir.

6.Komünistler:  Bugün komünistler kimlerdir? Ya da daha doğrusu: komünistler ne yapmaktalar? Marx ve Engels’in Manifestosu’ndaki bazı göstergelerden şematik olarak yola çıkabiliriz: komünistler mücadelenin yerel/ ulusal sınırlarının ötesindeki “ortak çıkarları öne çıkarırlar”; kendilerini sabır ve kararlılıkla “proletaryanın bir sınıfa dönüşmesine’’ adamışlardır; siyasal iktidarı ele geçirmek için savaşırlar; “mevcut sınıf mücadelesinden (gözümüzün önünde devam eden tarihi hareketten) kaynaklanan gerçek  ilişkileri’’ genel bir biçimde  ifade ederler. Bu cihetle komünistler, ilk etapta mücadelelerde müşterek olanı zapt eder ya da inşa edeler. Mücadelelerin  indirgenemez çokluğu ve küresel ufku, tarihsel  ritimlerin uyumsuzluğu, farklılıkların kimlikler(aynılıklar) üzerindeki öncelliği konularıyla ilgilenmekte ciddi isek, her zamankinden daha elzem bir çabadır bu.  Proletarya homojen kodlamalardan kaçarken, onu sınıf içinde kurmak, dikkati özneden özneleşme süreçlerine çevirmek demektir. Yaklaşmakta olan sınıf  ‘’sonsuz bir yama’’ ya da “kırk yamalı bohça” olabilir yalnızca; komünistlerin metodu ise bileşim. Filozofların metaforlarına yeniden bel bağlarsak: proletaryayı sınıf içinde oluşturmak bir takımada yapmak, takımyıldızları tasvir etmek demektir. Daima bireysel bir çalışma laboratuvarı da olan bu sürecin ortasında, mücadeleleri genelleştirmek, enine veçheleri kavramak mümkündür yalnızca. Komünistler savaş halindeyken, bu veçheleri gevezelikle değil kendi hayatlarıyla ifade ederler.

7.Komünizm: Komünizm sıkça mal mülkün -doğal ya da yapay olsun- paylaştırılmasıyla karıştırılmaktadır. Buna karşın adlı adınca ortaya koymaya değer: komünizm “burjuva özel mülkiyetin ilgası”dır. Bunun, başkalarının emeğinin çalınmasına tekabül eden, toplumsal bir sömürü ilişkisi anlamına geldiğinin farkına vararak. Sözün özü: başkalarının emeğinden çalınan şey, bu fazlalık ya da emek verenlerin yaşamlarının üretilmesi için zorunlu olmayan şeydir. Bu sert öz kavranmazsa eğer, komünizm servetin adil dağıtılması gibi basit bir sorunla karıştırılır. Gel gör ki mülksüzleştirme (topraktan, üretim araçlarından, genel olarak yeniden üretimin nesnel koşullarından) olmadan sömürünün olmayacağı da doğrudur: piyasada satılan, elinde başka bir şeyi olmayan yoksulların emek-gücüdür. Fakat bugün, 16. yüzyıldan farklı olarak yoksullar, yeni üretim biçimi ve küreselleşmenin, her şeye rağmen ve farklı içerme rejimleri uyarınca mümkün kıldığı bir iletişim ve devinim ağının içine doğrudan doğruya fırlatılmış durumdadırlar. Dünyanın kayda değer bir bölümünde, diğer şeylerle beraber üretici araçlar, büyük bir ölçüde toplumsallaşmış (bilgi teknolojileri, dijital emek vs.), yaşamın yeniden üretimi de büyük ölçüde finansallaşmış (borç) durumdadır. Oldukça detaylı bir “maden çıkarma işlemleri” dizisi şeklinde yeterlilik kazanmıştır bu anlamda sermaye. Değerin sökülüp alınması, mülksüzleştirme ve çitleme mekanizmaları vasıtasıyla, üretim sürecinden yukarıya doğru gerçekleşmektedir (toprak, doğal kaynaklar, kentsel rant vs.); elbette üretim sürecinin kendisinde de mutlak ve göreli artı-değerin kanını emerek vuku bulmaktadır. Fakat aynı zamanda, giderek artan bir biçimde, kapatılma ve buyruk içinde algoritmalar ve finansın araçları, elbirliği ve toplumsal yaratıcılık vasıtasıyla aşağı doğru da vuku bulmaktadır. “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” (ya da sınıf mücadelesi), özel mülkiyetin ilgası anlamına gelmektedir o vakit: komünizmin müştereki, hem mallar ve refahla -onların ortak kullanımı ve demokratik yönetimi- hem de emeğin patron buyruğu altında olmasıyla; kolektif aklın otonomisi ve kuruculuğu (bilimsel, siyasal, ekonomik, sanatsal) kadar yeni parasal ölçütlerin icadıyla da ilgilidir.

8.Yaşam biçimleri: Komünist temellük –veya ücretli emeğin reddi, refahın demokratikleştirilmesi vs.– aynı zamanda “kişinin” de affedilmesidir. Marx ve Engels, burjuva toplumunda, yalnızca sermayenin “bağımsız ve kişilik sahibi” olduğuna, canlı emeğinse “kişiliksiz” olduğuna dikkat çekerler. Sermayenin bittiği yerde, çeperiyle birlikte bireysel kurgu da biter. Liberal politik gelenek ve bugün çok daha güçlü bir şekilde neoliberal yönetimsellik, bireyin toplum karşısında tartışmasız önceliğini ısrarla vurgular. Karşı devrimin başında, madencileri ve daha genel olarak da sendikaları bastırırken Margaret Thatcher kutsal sözü (mantra) tekrarlamıştı: “Toplum diye bir şey yoktur; sadece bireyler vardır.” girişim biçiminin aşırı derecede genişlemesinde (kendiliğin girişimcisi), insani sermayenin kutsanışlarında ve serbest meslek sahipliğinin artmasında somutlaşan bir slogandır bu. Sömürüyü ortadan kaldırmak demek, –değer ele geçirme biçimini, artık fabrika duvarlarının ötesinde, toplumsal işbirliğinin tabiiyetinde, yaşam süresi ile emek zamanı arasındaki çakışmada aldığından–  rekabetçi bireyciliği ortadan kaldırmak demektir. Komünizm, yaşayan emeğin özerkliği, bugünün geçmişe (sermayeye, birikmiş emeğe) üstünlüğü ve buradan hareketle bireyin indirgenemez toplumsal karakterinin olumlanmasıdır. Dahası: Aile ve ataerkillik ortadan kaldırılmadan, yeni sevgi kurumları bulunmadan sermayenin kişiliğinin ilgası da söz konusu olamaz. Hepsi bu da değil. Günümüzde yaratıcılık ve estetik boyut, benzeri görülmemiş bir şekilde teknolojik ve üretken inovasyonla birleştiğinden, genç Marx’ın özdeyişini tekrarlıyoruz: “Özel mülkiyetin ilgası, bu nedenle tüm duyuların tamamen özgürleşmesidir.” Marx’ın ötesinde, yeni duygu biçimlerinin fethinin sadece bir varış noktası olmadığını, fakat her kurtuluş sürecine eşlik eden şey olduğunu söylüyoruz.

9.Program: Sınıfla birlikte oluşur program. Bu bakış açısına göre belirleyici olan, pek de toplumsal sorunlar değil, mücadeleler ve özneleşme süreçleridir… Komünist siyaseti, popülist siyasetten ayırt etmek için bu noktada ısrarcı olmaya değer. Soruların indirgenemez çokluğu halkı, bir dizi söylemsel ve hegemonik hamleyle içi doldurulacak bir “boş gösteren” haline getirir. Buna karşılık, mücadelelerin indirgenemez çokluğu ve bunlarla ilişkili siyasallaşma olgusu, iddiaları somutlaştırıp bunları aynı anda hem polemik hem yapıcı bir seviyede icra eder; hegemonya artık söylemle ilgilenmekle kalmaz, yaşam biçimleri üstünde ısrarcıdır. Bu anlamda, komünist program bir yönetim programı değildir yalnızca. Proletaryayı sınıfa dahil etmek, burada ve şimdi “demokrasiyi fethetmek” anlamına gelir. Ve şimdi ve burada demokrasiyi fethetmek, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek, sermaye ve onun çıkarım faaliyetlerine karşı müşterek olanı yaratmak anlamına gelir. Bu nedenle, herhangi bir hiyerarşi kurmadan, şimdiye kadar belirttiğimiz birçok çatışma içerisinde halihazırda güçlü halde olan bir program sunuyoruz: emek performasından ayrılıp genel vergilendirme tarafından sağlanan evrensel vatandaşlık maaşı; küresel asgari ücret; emek süresinin azaltılması; insanlar için hareket özgürlüğü; robotların mal varlıklarının ve finansal işlemlerin vergilendirilmesi; vergi cennetlerinin ortadan kaldırılması; müşterek olanın üretiminin müşterek için geliştirilmesi (sağlık, bakım, inovasyon); kamusal eğitim için kesintisiz destek; ataerkillik karşısında, anaokuldan başlayan, acımasız bir mücadele; güzelliğin icrası (kentsel, kırsal, kültürel); vb.

10.Sovyet: 1917 yılının Nisan’ında Lenin şöyle yazmıştı: “Tüm devrimlerin temel sorunu, devlet iktidarıdır.”  Dolayısıyla şu soruyla başlıyoruz: bugün devlet iktidarı ne anlama gelmektedir? Devlet Lenin’in ve onun yanı sıra 19. yüzyıl komünistlerinin düşündüğü gibi siyasal gücün en fazla yoğunlaştığı yer midir hâlâ? Neoliberal rasyonaliteyi tanımlarken son yıllarda “minimal devlet”i kutlayan ya da devletin buharlaşmasında ısrarcı olan retoriğe itiraz edenlerle aynı fikirdeyiz. Bir taraftan Avrupa ordoliberal modeli, aynı zamanda da daha genel bir ifadeyle global Doğu’yu (özellikle Çin ve Rusya’yı) önüne katmış olan neoliberalleştirme süreçlerindeki devlet hamlesi tamamen farklı bir senaryoyu göstermektedir. Bununla birlikte aynı ölçüde, neoliberal küreselleşmenin ne kadar çok mekânı ve iktidarı [poteri] alaşağı ettiğini biliyoruz. Ulusal ekonomik sınırların yerini özel ekonomik bölgeler, koridorlar, akımlar, uluslararası anlaşmalar vb. almıştır. O kadar ki artık siyasal gücü, onun tesirini devlet iktidarıyla örtüştürmenin imkânı yoktur. Devlet iktidarı, neoliberalleşme süreçlerindeki önemli aktörlerden biriyse de (“yapısal reformlar”), bu süreçlerin yegâne veya imtiyazlı yönlendiricisi değildir. Amerika hegemonyasının tükenmişliği, tam anlamıyla çok kutuplu bir dünyanın tanımlanması, küreselleşmeyi ortadan kaldırmaz; onu eşi görülmemiş yörüngelere göre, savaş buhranlarının bakış açısından eklemlerler. Lenin’in Şubat Devrimi’nden sonra devlet iktidarını sorguladığı yukarıdaki kısa metin, belirleyici bir politik fenomene olanak tanır: “ikili iktidar”. Bir yandan burjuva hükmü, diğer yandan embriyonik olmasına rağmen işçi, köylü, asker Sovyetlerinin hükmü. İkincisi bir iktidardır [potere] -Lenin’in deyişiyle- “1871’deki Paris Komünü’yle aynı türden” bir iktidardır bu: normlar ve parlamentonun yerine tabandan gelen doğrudan inisiyatif, ordu ve polisin yerine silahlanmış halk, bürokrasi yerine buyurgan yetki geçer. İkili iktidar olmadan, başka bir yönetim şeklinin örneklendirilmesi ve derinleştirilmesi olmadan, burjuva hükmünün kalkması ve devrim imkânsızdır. Antonio Gramsci, sendikaları eleştirirken “proleter devlet modeli” olarak, işçinin yerini toplumsal işbirliğine karar veren özne olan “üretici”nin aldığı fabrika konseyini ortaya koyar. Kesinlikle devlet artık politik gücün tamamını bir noktada toplayamaz, şimdilerde küresel yönetim yeni montajlar tarafından eklemlenmektedir. Canlı emeğin ilişkisel, dilsel, duygulanımsal yoğunluğu zapt ettiği bugün ikili iktidar, komünist girişimin imtiyazlı ve kalıcı bir sahası olmak için geçici niteliğini yitirir. Olumlu konjontürler izin verdiğinde fırsatları yakalayıp yönetime el koymamıza engel olmaz bu. Ve neoliberal rejimin sıklıkla kendi kendini örgütleme süreçlerini harekete geçirdiğinin ve yakaladığının, onları tartışmalı bir alan haline getirdiğinin farkındalığını yok edemez. Bununla birlikte bu, Sovyetlerin (güçlü) uluslararası yoğun bir karşı-güç ağı olmadan, devletin fethinin bile fark yaratmadığı, kalıcı izler bırakmadığı anlamına gelir. Komüne, bu nedenle devrimci sendikacılık fenomeni; sınıf mücadelesi ve siyasallaşma, çatışma ve öz-yönetim süreçlerinin el ele gittiği canlı emeğin gerçek kurumları eşlik etmelidir.

11.Gelecek: Canlı emeğin gerçek hareketi içinde, acil çıkarların ortaya çıkardığı mücadelelerde bile, komünistler “hareketin geleceğini” sergilerler: 1848 Manifestosu böyle biter. Geleceği sergilemek, onu tekil mücadelelerde yaşatmak, “ezilen sınıfların kurumsal deneyimlerini” sağlamlaştırmak (bunu daha önce Gramsci’den duymuştuk) anlamına gelir. Aynı zamanda geleceği zapt etmek, bizi bir kafes gibi sıkı ve nefessiz tutan, bunca zaman distopyadan etkilenmiş bir şimdiki zamanı yanına alıp önceden tasarlamak demektir bu; proletaryanın rafine örgütlenme ve proje sanatını değersizleştiren neoliberal yıllardan sonra. Açıkçası, planlar yapmak demek, devlet şiddeti yoluyla zorla kolektifleştirmeler yapmak demek değildir. Mücadelelerin yataylığı içinde, olası fazlayı büyütmek; hareketin imkânlarını -kurumsal olarak- geliştirerek hareket içinde kalmak; müşterek olanın yönetimselliği için gerekli paradigmalar ve araçların ana hatlarını belirlemek anlamına gelir. Bu durumda, komünist bir proje, üretim, yeniden üretim, politik karar ve yaşam biçimlerinin (nihayet) ayrılmaz bir hale getirildiği yeni bir konstrüktivizmdir.

[Viewpoint Magazine’deki orijinalinden Köstebek Kolektif tarafından çevrildi]

 

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER