Perşembe, Nisan 25, 2024

Muhalefetin tarihsel sorumluluğu ve fırsatı (I)

Türkiye var olan siyasal ve ekonomik sistemin işlemediğinin – belki cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar – bütün toplumsal kesimlerce anlaşıldığı ve sorgulandığı, yeni ve daha iyinin arandığı bir dönemden geçiyor. Özellikle de yeni yetişen kuşaklarca. Bu durum muhalefete bir yandan bu arayışa yanıt olmanın ve temsil etmenin tarihsel sorumluluğunu yüklüyor. Bir yandan da bu süreci “ben değil biz,” “geçmiş değil gelecek”[1] vurgusuyla yönetmek suretiyle hem Türkiye hem de dünya demokrasi tarihine altın harflerle geçmek fırsatını sunuyor.

İçinde bulunduğumuz krizin mevcut yöneticiler yani iktidar değişmeden aşılması mümkün değil. Bunun için de bir yandan iktidara destek azalırken diğer yandan da muhalefetin inandırıcı bir çözüm ve alternatif olarak şekillenmesi, halk desteğini artırması gerekiyor. İçinden geçtiğimiz süreçte, yavaş yavaş da olsa tam da bu oluyor. Normal demokratik koşullarda da bunun olması değişim için yeterli. Ama “normal”[2] koşullarda yaşamadığımız da bir gerçek. İktidarın son on dokuz yıldaki önce sinsi sonra açık otoriterleşmesi sonucunda, muhalefet, meşruiyetini salt halk iradesine dayandırmayan ve ne olursa olsun iktidarda kalmaya çalışan – bazı çözülme emareleri gösterse de — otoriter bir blok karşısında.

Bu durum, ve ülkenin içinden geçmekte olduğu derin kriz, hem muhalefet hem de bir toplum olarak ev ödevimizi daha kapsamlı ama bir o kadar da önemli ve değerli yapıyor. Temel soru şu. Önümüzdeki dönemde gerçekleşecek olan değişim sadece bir iktidar değişimi mi olacak? Yoksa aynı zamanda kapsamlı reformlarla gerçek bir sistem değişikliği de üretebilecek mi? Yani bütün vatandaşlara aileleri, sevenleri ve kendi yaşam tercihleriyle huzur, refah, adalet ve ümitvar bir gelecek vaat eden yeni bir siyasal-toplumsal sözleşme de doğurabilecek mı? Otoriterlikten ve yoksulluk, adaletsizlik, yolsuzluk ve umutsuzluk gibi sonuçlarından geçici olarak mı kalıcı olarak mı kurtulacağız?

Ağır toplumsal ve siyasal krizler aynı zamanda, normal zamanlarda bölüşüm tartışmaları ve fikir ayrılıkları nedeniyle başarılamayan köklü ıslahat, yenilenme ve ilerleme hamleleri için siyasal fırsat ve toplumsal destek yaratır. Türkiye’nin böyle bir yenilenme fırsatının ve potansiyelinin olduğunu, bu yönde ilerlediğini ve herkesin bu amaca destek olması gerektiğini düşünüyorum.

Ama bu potansiyelin hayata geçebilmesi için toplumsal ve siyasal muhalefetin doğru yolda ilerlemesi, başarması gerekenler konusunda net ve kararlı olması elzem. Bu yazı dizisinde bunları, dünyadaki örneklerden de yararlanarak ve maddeler hâlinde tartışacağım.

DOĞRULARI SÖYLEMEK TEK BAŞINA YETERLİ DEĞİL,

TÜRKİYE’NİN DEMOKRASİ REFLEKSİNİ HAREKETLENDİRMEK GEREKLİ

Aşağı yukarı 2018 yılından beri güvenilir uluslararası değerlendirme kuruluşları artık Türkiye’yi asgari ölçüde de olsa bir demokrasi olarak nitelendirmiyor. “Açık/ılımlı otokrasi” veya “rekabetçi otoriter” bir rejim olarak nitelendiriyor.[3] Yani kusurlu ve kısmi (seçimsel) bir demokrasiden demokratik bir rejime ilerlemesi beklenirken tam tersine küme düştüğünü, otoriter bir rejime dönüştüğünü söylüyor.

Bu tür rejimler zor da olsa muhalefetin seçimleri kazanması yoluyla demokrasiye geri dönebiliyorlar.[4] Ama muhalefetin seçimleri kazanarak demokrasiye geçişi başarması için sadece doğruları savunması yeterli olmuyor. Halkın az farkla da olsa çoğunluğunu ikna etmesi de yetmiyor. Çünkü otoriter iktidar ne olursa olsun kazanmak, seçim süreçlerini ve seçmen tercihini manipüle etmek için elindeki bütün eşitsiz güçleri kullanıyor.

Dolayısıyla muhalefetin normal demokratik rekabetin çok ötesinde yaratıcı ve gayretli bir mücadele vermesi, ortak bir akıl ve oyun kurması gerekiyor. Birbiriyle rekabet etmeden ortak hedeflere odaklanması, sivil toplumun da desteğini arkasına alarak, iktidarın istese de hasır altı edemeyeceği bir halk desteğiyle seçimleri kazanması gerekiyor.

Bunun örneğini 2019’da “tekrarlanan” Istanbul seçimlerinde gördük. Millet İttifakı ve Ekrem İmamoğlu’nun kazanmasını sağlayan, sadece bir seçmen çoğunluğunun doğru ittifak adayını ve ittifak bileşeni partileri beğenmesini sağlamak değildi. Bağımsız ve tarafsız olması gerekirken “atı alanın Üsküdar’ı geçmesi için” elinden geleni yapan devlet kurumlarının ve acımasız bir dezenformasyon kampanyasının önünde, sivil toplum ve parti örgütlerinin çabalarıyla adeta etten bir duvar örmesi gerekti. HDP seçmeninin desteği dahil olmak üzere geniş bir partilerüstü koalisyon kurdu.

Ve belki her şeyden önce, Türkiye’de mevcut olan bir demokrasi refleksini aktive etmeyi başardı. Eğer ikinci seçimi gene çok az bir farkla kazansaydı, belki güç yeniden hakkı yenebilir, atı alan Üsküdar’ı geçebilirdi. Ama ilk seçimde yapılan demokratik haksızlığa tepki duyan üç tip seçmenin demokratik tepkisi ve refleksi buna meydan vermedi:

  • İkinci seçimde sandığa gitmeyen veya bu sefer oyunu Millet İttifakı lehine değiştiren Cumhur İttifakı seçmenleri
  • İlk seçimde oy kullanmamış olup da ikincisinde sandığa giden Millet İttifakı ve HDP seçmenleri.

Bu sayede muhalefet bu kez hasır altı edilemeyecek kadar büyük bir farkla kazanabildi. Bir başka deyişle, otoriter bir blok karşısına demokratik bir blok çıkarabildi. Tüm bunlar, muhalefetin yapıcı ve ilkeli, partilerüstü ve iyi hesaplanmış seçim stratejileriyle desteklenmiş bir demokrasi ittifakı veya ortaklığı  oluşturmasının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.

SOSYAL ADALET KONUSUNDA KÖKLÜ VE VURUCU REFORMLARDA ORTAKLIK

Önümüzdeki seçimler yerel değil muhtemelen yeni bir Cumhurbaşkanı ve meclisin seçileceği genel seçimler olacak. Dolayısıyla hem iktidar hem de muhalefet için sonuçları çok daha büyük. Öte yandan, iktidar da 2019 seçimlerinden kendine göre dersler çıkardı ve muhalefetin siyaset alanını daraltmaya yönelik politikalarını sertleştirdi. En önemlisiyse, yazımın başında bahsettiğim gibi, içinde bulunduğumuz derin sosyoekonomik ve ahlâki kriz, ekonomik öncelikleri ve sosyal adalet arayışını ön plana çıkarıyor. Köklü sosyoekonomik reformlar ve kazanımlar için hem bir toplumsal ihtiyaç hem de potansiyel destek ve fırsat yaratıyor.

Bu koşullar ışığında muhalefetin “temel vatandaşlık geliri” gibi köklü, somut ve kolay anlaşılabilecek sosyal adaletçi reformlarda uzlaşmasının ve somut bir yol planıyla gerçekleştirmeyi vaat etmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu hem geniş halk kesimlerini hareketlendirerek seçimleri kazanabilmek ve demokrasiye geçişi başarabilmek, hem de ülkeye iyi bir gelecek vaat edebilmek için elzem. Bu tür reformlar “Kanal Istanbul” ve ekonominin kara deliği olan ödeme garantili mega projeler konusunda kaynak yaratıcı ortak çözümlerle desteklenebilir.

Demokrasiye geçiş için gerekli ideolojiler-üstü ortaklığı gerçekleştirecek olan muhalefet partileri farklı programlara, ideolojilere ve önceliklere sahipler. Bu yüzden uzun vadeli ekonomi politıkalarının birçok boyutunda farklı görüşleri olabilir. Bu da doğal ve olumludur. Ama bu tür kalıcı ve farklı seçmen kesimlerini birleştiren reformlarda anlaşabilirler. Bu sayede bir demokrasi bloğunu bir sosyal adalet bloğu ve hamlesiyle pekiştirebilirler.

Türkiye’yi gelecekte görece sermaye lehine sağ partiler de yönetse, çalışanlar lehine sol partiler de yönetse, her vatandaşın en azından en temel ihtiyaçlarını giderememekten korkmayacağı bir desteğe sahip olduğu bir ülkeden daha desteklenesi, özgürleştirici ve birleştirici bir gelecek projesi olabilir mi?

Gelecek yazılarda önümüzdeki dönem, demokrasiye geçiş, ve muhalefet stratejilerine dair diğer boyutlar ve önerilerle devam edeceğim.


[1] Burada kastım, muhalefetin kendi arasındaki geçmişten kalma bagajlar. Elbette geçmiş dönemdeki her türlü hukuksuzluk ve yolsuzluktan, gene hukuk devleti standartlarında bağımsız ve adil yargı tarafından hesap sorulmalıdır.

[2] “Normal” sıfatı son yıllarda birçok kesimce sanırım aşağı yukarı, “demokratik, kutuplaştırılmamış, düşmanlaştırılmamış, hakikat-ötesi siyasetin iktidar ve devlet tarafından alenen üretilmediği/körüklenmediği” bir toplum özlemine karşılık olarak ve “normalleşme” özlemiyle beraber kullanılıyor.

[3] Benim bu konuda ayrıntıda farklı akademik saptamalarım var. Türkiye’nin rejiminin değişmiş olmasından çok, yerleşmiş anayasal rejiminin (demokrasi) askıda olduğu bir araf ve geçiş sürecinde olduğunu, bu sürecin otokratikleşme kadar demokratikleşme potansiyeli taşıdığını düşünüyorum. Bu saptamalar muhalefet ve demokrasiye dönüş stratejileri konusunda önemli bazı sonuçlar yaratıyor. Bununla beraber, buradaki yazının konusu  açısından bir fark yaratmıyor ve Türkiye’nin uzun zamandır (2018’den çok öncedir) “fiili” yönetim tarzının demokrasiyle alakası olmadığı gerçeğini değiştirmiyor.  Üç kaynak için: “Prof. Dr. Murat Somer: Partiler üstü bir demokrasi bloku şart,” İslam Özkan, Gazete Duvar, 27 Haziran 2020; Şirin Payzın ile söyleşi, T24, 6 Mayıs 2020; M. Somer, “Understanding Turkey’s Democratic Breakdown: Old versus New and Indigenous versus Global Authoritarianism,’` Southeast European and Black Sea Studies 16 (4): 481-503. (2016).

[4] Seçim dışı (otoriter) süreçler sonucu gerçekleşen iktidar değişimlerinin ise genellikle yeni otoriter iktidarlar yarattığını vurgulamakta fayda var. Bkz. Axel Hadenius and Jan Teorell. “Pathways from Authoritarianism.” Journal of Democracy 18, no. 1 (2007): 143-57.

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

YAZARIN DİĞER YAZILARI