Çarşamba, Nisan 24, 2024

Muhafazakârlığın Kışı Başlıyor-3: Erken Cumhuriyet Döneminde Muhafazakâr Algı

Hilafetin ilgası (kaldırılması) ve “devletin laikleştirilmesi” muhafazakâr kültürel hafızada koruyucu/yönlendirici bir “önderlik” zırhından ve “devlet gücü”nden yoksun kalma duygusunu yaratmıştır.

Hilafetin kaldırılması, laiklik ve peşi sıra yapılan reformlar… Türkiye’deki muhafazakâr kesimleri analiz etme yolculuğunda bu kez Cumhuriyet’in ilanı ve yeni rejimin inşası sırasında yaşananlara, “Kopuştan geri dönüşe” uzanan sürece odaklanacağız…

Aynı başlıklı yazımın ilkinde (Muhafazakârlığın Kışı Başlıyor-1) muhafazakârlık bağlamında kültürel hafıza ile güncel siyaset arasındaki karşılıklı ilişkiye vurgu yapmış ve solun etki alanının sınırlı kalmasında muhafazakâr kültürel hafızanın büyük rolü olduğuna işaret etmiştim.  Aynı başlıklı yazımın ikincisinde ise (Muhafazakârlığın Kışı Başlıyor-2) Osmanlı’nın dağılma konjonktüründe, devleti ele geçirerek devleti ve toplumu kurtarmak ve yeniden düzenlemek amacıyla tarih sahnesine çıkan muhafazakâr tepkinin, Cumhuriyet’in ilanına kadarki serencamına temas etmiştim. Bu yazımda ise Erken Cumhuriyet Dönemi’nden çok partili hayata kadarki süreçte muhafazakârlığın genel bir görünümüne odaklanacağım.

Osmanlı’nın son uzun yüzyılından başlayarak devam eden sürecin sonucu olarak ortaya çıkan Cumhuriyet Devrimi; Türk modernleşme tarihinde bir kırılma noktasına işaret etmektedir zira III. Selim ve II. Mahmut dönemleriyle başlayan, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemleri ile devam eden modernleşme süreçleri daha çok devleti ve kurumlarını modernleşme ve merkezîleşme bağlamında değiştirmeyi veya yeniden düzenlemeyi hedeflerken; Cumhuriyet rejimi, modernizmi daha radikal bir biçimde yorumlayarak hayatın tüm alanlarına nüfuz edecek bir değişimi/dönüşümü hedeflemiştir. İlyas Söğütlü’nün yerinde ifadesiyle Türk modernleşmesinde “ihya” fikri Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte yerini “inşa” vizyonuna bırakmıştır[1].

Osmanlı Devleti’nin “yanlış Batılılaşma” hareketine muhalefet eden İslamcılar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla yeni devletin İslam’ı ihya ederek devletin resmî dini olarak yenileşme hareketine rehberlik edeceği inancı ve beklentisi içindeydiler. Bundan dolayı Millî Mücadele’de tam destek verdikleri Ankara hükümetinin saltanatı kaldırmasına sessiz kalmışlardı. Ancak Cumhuriyetin kurucu kadroları, onlar gibi düşünmüyordu. Bu kadrolar, halifeliğin kaldırılması, devlet ağının denetimi dışında örgütlenmiş din eğitiminin yasaklanması, camiler dışında dinî kıyafetlerin giyilmesinin yasaklanması, Latin alfabesinin benimsenmesiyle Kur’an’ın yazılmış olduğu alfabenin kamusal hayatta kullanılmasına son verilmesi, resmî tatil günü, takvim yılı, günlük saat sistemi gibi kamusal alanda zamanı düzenleyen normlarda, İslam dünyasının zaman birimlerinin kullanılmasının yasaklanması ve yerlerine muhafazakâr hafızadaki karşılığıyla Hristiyan dünyasının zaman birimlerinin ikame edilmesi, “Devletin dini İslam’dır” hükmünün ve İslami yeminin Anayasa’dan çıkartılması gibi reformların tümü bir arada değerlendirildiğinde, yeni Türkiye’nin kamusal alanında, “eski rejime” işaret eden ve akla getiren bütün ögelerin tasfiye edilmesini amaçlıyordu. “Eski rejimin” referans sistemini oluşturan bu geleneksel İslami sembollerin kamusal alandan çıkartılmasından dolayı bazı muhafazakâr aydınlar, Demokrat Parti’nin iktidara gelişine kadar sürecek olan yaklaşık çeyrek asırlık dönemi, “fetret devri” olarak adlandırmışlardır[2].

Hilafetin ilgası ve “devletin laikleştirilmesi”, muhafazakâr kültürel hafızada, koruyucu/ yönlendirici bir “önderlik” zırhından ve “devlet gücü”nden yoksun kalma duygusunu yaşatmıştır.

Saltanatın kaldırılmasına ses çıkarmayan muhafazakârları, halifeliğin kaldırılması dramatik olarak etkilemiş ve bu cenahta çok farklı tepki ve duruşlara yol açmıştır. Bu durum, bir taraftan muhafazakâr siyasetin laik Cumhuriyet karşısında yenilgisine işaret etmiştir ancak diğer taraftan, İslam ile devlet arasındaki bin yıldan fazla süren özdeşliğinin ortadan kalkmasına yol açmıştır. İslamcıların/muhafazakârların devletle aralarının açılması ve tarihsel olarak kendilerini sahibi olarak gördükleri devleti kaybetme duygusunu yaşamaları sonraki dönemlerde muhafazakâr siyasetin şekillenmesinde ve muhafazakâr kitleleri seferber edecek enerjinin birikmesinde etkin rol oynamıştır.

Hilafetin ilgası (kaldırılması) ve “devletin laikleştirilmesi” muhafazakâr kültürel hafızada koruyucu/yönlendirici bir “önderlik” zırhından ve “devlet gücü”nden yoksun kalma duygusunu yaratmıştır. Muhafazakâr kültürel hafızada din ve devlet her ne kadar ayrı kategoriler olsalar da bunlar birbirlerini tamamlayan ve birbirlerini tamamladıkları oranda meşruiyet ve kutsallık kazanan imgelerdir. Bu tarihsel muhayyilede din gücünü dayandığı devletin kurumlarından (zor aygıtlarından), devlet ise meşruluğunu dine dayalı sembolizminden (rıza araçlarından) almaktadır. Cumhuriyet rejiminin, hilafeti ilga etmesi muhafazakâr kültürel hafızadaki devlet ve din özdeşliğini zedelediği için tarihsel bir travmaya neden olmuştur. Bu toplumsal/kültürel hafızanın belirlediği çerçeve içinde günümüzdeki muhafazakârların en azından bir kısmı, Ak Parti’nin iktidarını tarihsel olarak özdeşliği sarsılmış olan din ve devletin yeniden buluşması olarak değerlendirmiştir. Ayrıca mevcut Cumhurbaşkanı’nın birçok muhafazakârın nazarında “halife” olarak görülmesi ve bunun kamusal alanda dillendirilmesi, anlamını söz konusu muhafazakâr kültürel hafızada bulmaktadır.

Tarihsel olarak devlet dairesi içinde kurumsallaşmış ve devletin gücünü arkasında hisseden resmi İslam’ın Erken Cumhuriyet Dönemi’nde tasfiye edilmesiyle birlikte, İslam davası ve kimliği belki de tarihsel süreç içinde ilk kez sivilleşme, sosyolojik bir zeminde kendini bulma ve ifade etme araçlarına kavuşmuştur. Bu yeni dönemde, siyasal İslamcılar mevcut devletleri İslam’ın önünde bir engel olarak görmüşlerdir. Bu durum sonraki yıllarda muhafazakâr cephe içinde özellikle İslami hareketin sivil bir hareket olarak devlete muhalefet ederek toplumu İslamileştirme söylemine tarihsel ve sosyolojik bir zemin oluşturacaktır. Ancak bu sivilleşmiş İslami söylemin amacı dini, sivil bir alanda tutarak demokratik bir siyaset inşa etmek değil, tam tersine kitleleri seferber ederek devleti yeniden ele geçirmek ve devlet eliyle yeni bir toplumsal ve siyasal düzen inşa etmek şeklinde olmuştur. Türkiye’deki tüm muhafazakâr grupların “devleti ele geçirme” ve devletin sahibi olma arzusunun arkasında bu kültürel hafızadaki tarihsel materyal bulunmaktadır.

Cumhuriyet rejimini savunan kimi seçkinlerin, “Osmanlı’dan kopuş” söyleminin, dönemin muhafazakâr hafızasında oluşturduğu imge ise “dinden kopmak” şeklinde olmuştur.

Bu dönemde Cumhuriyet rejimini savunan kimi seçkinlerin, “Osmanlı’dan kopuş” söyleminin dönemin muhafazakâr hafızasında oluşturduğu imge ise toplumsal işleyişin biçimleyici ve bütünleyici ilkesi olan “dinden kopmak” şeklinde olmuştur. Bu imgelemde, hilafetin kaldırılmasından, şapka devrimine; miladi takvimin kabulünden Latin harflerinin kabulüne kadar bütün devrimler, İslam dininin ve kültürünün sembollerine karşı yönelimler olarak kodlanmıştır. Ayrıca Cumhuriyet rejiminin kamusal alanda geleneksel dini ve kültürel değerleri devre dışı bırakılması İslam’la çatışma olarak algılanmıştır.

Hilafetin ilgası ve dinî referanslara işaret eden sembol ve kurumların ortadan kaldırılmasına yönelik muhafazakâr tepkiler muhtelif şekillerde cereyan etmişlerdir. Bu tepkilerin bir kısmı “kıyam” adıyla toplumsal reaksiyonlar olarak kültürel hafızada kodlanırken, bir kısmı da cemaat ve tarikat biçiminde kamusal alandan uzaklaşarak özel alanlarda “dini ve geleneksel değerleri yaşatma” yolunu izlemişlerdir. Bu süreçte Şeyh Sait İsyanı ’nın bastırılması amacıyla hükümete olağanüstü yetkiler veren ve 1929 yılına kadar yürürlükte kalacak olan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılmasıyla birlikte İstiklal Mahkemeleri marifetiyle lider konumunda olduğu düşünülen bazı kişilerin idam edilmesi muhafazakâr hafızada kalıcı izler bırakmıştır. Bugün bile İskilipli Atıf Hoca’nın isminin sık sık anılması muhafazakâr toplumsal hafızadaki sürekliliği göstermesi açısından önemlidir.

Cumhuriyet’in erken döneminde İslamcı bir toplum tasavvuruna sahip aydınlar, açıktan mücadele etmek yerine, Türk muhafazakârlığına eklemlenerek “kültürel” alanla sınırlı bir faaliyet içine girmişlerdir.

Cumhuriyet’in bu erken döneminde İslamcı bir toplum tasavvuruna sahip olan aydınlar, devlete ve onu “ele geçiren” seküler aydınlara karşı açıktan mücadele etmek yerine, Türk muhafazakârlığına eklemlenerek “kültürel” alanla sınırlı bir faaliyet göstermişlerdir. İsmail Kara’nın yetkinlikle belirttiği, muhafazakâr kültürel hafızada devlet ve dinin ontolojik özdeşliğinden dolayı İslamcı aydınlar, tarihsel olarak devlet kapılarının kapandığı zor şartlarda dinî ve geleneksel değerleri ve kalıpları bir şekilde muhafaza etmek ve sürdürmek; devlet kapılarının tarihsel şartların gereklerinden dolayı açıldığı dönemlerde ise bundan en üst düzeyde yararlanarak “görünür hale” gelme eğiliminde olmuşlardır.

Yine bu dönemde İslamcı- muhafazakâr aydınların bir kısmı ise Mehmet Akif Ersoy örneğinde olduğu gibi yaşanan olaylara tepki göstermek için başka “diyarlara hicret etmişlerdir.” Geride kalan muhafazakârların kendi aralarındaki siyasal vizyon farklılıklarına karşın “öz yurdunda” kendilerini “garip ve parya” olarak hissettikleri bu dönemde, Cumhuriyet’e karşı esas itiraz noktalarının devlet-din özdeşliğinin yıkılması ve bunun sonucunda kamusal alanın “Batı  “ya atfedilen değerler tarafından yeniden düzenlemesi oluşturmuştur.

[1] Söğütlü, İ. (2008). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’de modernleşme: Kırılmalar ve süreklilikler. Muhafazakâr Düşünce Dergisi.

[2] Uzun, Necmi (2011), Türkiye’de İslamcı Hareket, Yayımlanmamış master tezi.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI