Salı, Nisan 23, 2024

Muhafazakâr siyasilere kimse inanmayacak

AKP’nin 23. Dönem milletvekili olan Suat Kınıklıoğlu, bugünkü AKP için; “Mağdurken maruz kaldıklarının fazlasını yapar hale geldiler. Demokratik inanılırlıkları kalmadı.” dedi ve ekledi; “Devran döndüğünde muhafazakâr siyasetin işi zor. Onlara kimse inanmayacak.”

Sunuş

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir paylaşım dikkatimi çekti. Bu bir haberdi. Manşeti ise; “AKP’nin sosyal demokrat adayı” idi. Haberin öznesi ise Suat Kınıklıoğlu idi. 2007 Genel seçimlerinde Ertuğrul Günay, Zafer Üskül, Reha Çamuroğlu gibi AKP’nin farklı kesimlerden milletvekili adayı yaptığı isimlerden biri idi.

Uluslararası ilişkiler uzmanı olan Kınıklıoğlu ise 2007’den bugüne AKP’yi ve AKP’nin dış politikasını konuştuk.

Kınıklıoğlu bugünkü AKP’nin klasik anlamda parti olmadığını söylerken; “Ben bugünkü AKP’yi dünyayı saran otoriterleşme dalgasının en gelişmiş ve maalesef en etkili öncülerinden biri olarak görüyorum. Yani bu alanda gerçekten muadillerine parmak ısırtacak derecede mahir ve bir o kadar da yaratıcı bir aygıt var karşımızda.” diyor.

Kınıkoğlu ayrıca AKP dış politikasında ana hedefin iktidarın bekası olduğunu söyledi ve ekledi; “2015’ten sonra girilen süreçte Beştepe ile alışveriş ilişkisine geçildi. Türkiye artık mültecileri AB’den uzak tutan tampon ülke ve Afganistan gibi belalı bir coğrafyada nöbetçi asker olan bir ülke oldu. Ama Erdoğan bunu bedavaya yapmıyor. Bunun bedeli var: O da Batı’nın Türkiye’de demokrasi, insan hakları, ifade hürriyeti gibi konulara fazla müdahil olmamasıdır.”

Murat Aksoy

Geçtiğimiz günlerde kendinizle ilgili bir gazete haberi paylaştınız. Haberde sizin için “AKP’nin sosyal demokrat adayı” tanımlaması vardı. Aday olduğunuz AKP ile bugünkü AKP arasında nasıl bir fark var?

Karaoğlancı bir aileden geliyorum. Aktif siyasete de Demokratik Sol Parti’de başladım, o yüzden o haberin başlığı öyle konmuştu. Günümüzün karmaşık siyasetinde tek bir kelime ile tanımlanmak beni rahatsız etse de dünya görüşümü “hürriyetperver” olarak tanımlarım. Merkezin soluna daha yakınımdır.

İnsanların hür yaşayabilmesi uğruna mücadele veririm. O zaman benim gibi merkez profilli insanların AKP’ye katılması partinin merkeze oturma çabası ve Batı tipi muhafazakâr-demokrat bir partiye evrilmesi olarak okunuyordu. Tabii ki bu algının şekillenmesinde AB süreci önemli bir rol oynadı. Ne yazık ki öyle olmadı. Türkiye muhafazakârları tarihi bir fırsatı heba etti.

İNANIRLIKLARI KALMADI

Nasıl bir fırsattı bu?

O dönem AKP kendini İslam ve demokrasinin çeliştiği, Müslüman ülkelerin demokrat olamayacağına ilişkin iddiaların antitezi olarak konumlandırıyordu. AB süreci, ekonomik büyüme, sivil toplumun gelişmesi ve uluslararası alandaki itibar sanki bu işte başarılı olunuyor hissini veriyordu. Gezi’den sonra içine girilen istikamet o dönemin esasında geçici bir dengenin eseri olduğunu gösterdi. Muhafazakârlar demokrasi treninden inmeye hiç ses etmedi.

“Dış güçler”, “üst akıl” safsatasını çok da istekli bir şekilde satın aldı. Demokrasiden ultra-milliyetçiliğe olan dönüşüm baş döndürücü oldu. Partide merkez profilli insanların tasfiyesini, genel siyasetteki değişimi hiç sorgulamadılar. Mağdurken maruz kaldıklarının fazlasını yapar hale geldiler. Demokratik inanılırlıkları kalmadı. İlham alınan ülke gitti yerine alabildiğine otoriter bir yapı geldi. Dünya bunu izledi ve notunu verdi. Devran döndüğünde muhafazakâr siyasetin işi zor. Onlara kimse inanmayacak.

2007’den 2013’e olan dönüşüm nasıl yaşandı?

2007’de partinin birden fazla ağırlık merkezi vardı ve bu partiyi güçlü ve çoğulcu kılıyordu. Parti-içi tartışma ve istişare olanakları vardı ve bunu kullanıyorduk. 2010’dan sonra her şey değişti. 2011 seçiminde merkez profilliler ve “mutedil muhafazakârlar” tasfiye edildi. 2012 kongresiyle tasfiye tamamlandı ve 2013 Nisan’ında Aziz Babuşçu’nun ağzından kaçırdığı ve partinin artık eski kimliğine dönmek istediği faş edildi. Sonrası malum.

ORTADA PARTİ YOK

Malum olan ne?

Ortada artık bildiğimiz anlamda bir parti yok. Lider kültüne tutsak düşmüş ve iktidarda kalabilmek için milliyetçi-ulusalcı bir koalisyonun ana parçası olan bir yapılanma var. Sanırım Türk-İslam sentezinin teorisyenleri bugünleri görseydi pek mutlu olurlardı.

Milletvekili olduğunuz dönemde bugünkü AKP’nin emareleri var mıydı?

Hayır yoktu. Bizim dönemimizde partide merkez profilli ve benim çok önemsediğim “mutedil muhafazakârlar” vardı ve bunlar partide etkindi. Bunlar AB sürecine ve ülke içinde demokrasiye inanan insanlardı. Tabii ki onların çoğu artık AKP’de değiller. O dönemde Tayyip Bey istişareye ve parti-içi tartışmaya geniş olanaklar tanıyordu. Ekonomi büyüyor, uluslararası alanda itibar yüksekti.

SİYASİ KIRILMA 2010’DA OLDU

Dışarıda çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeye yönelik büyük bir iyimserlik vardı. Bu yüzden 2008’de BM Güvenlik Konseyi’ne rekor bir oyla seçildik. Medeniyetler İttifakı’nı başlattık. Obama’nın Türkiye’yi çok önemsediğini vurgulamak için ilk yurtdışı ziyaretini Ankara’ya yaptığı günlerdi. 2010 itibarı ile belediyelerde yolsuzluk dedikoduları kulağımıza gelmeye başladı. Muhafazakâr arkadaşlarımızdan Gülen Cemaatine yönelik memnuniyetsizlikler ifade edilmeye başlandı. İktidar konsolide oldukça iki İslamcı grubun kendi aralarındaki iktidar çatışması şiddetlendi ve sonunda ülkeyi zehirledi. Ben hem içte hem dış siyasette kırılmanın 2010 yılı olduğunu düşünenlerdenim.

Peki bugünkü AKP’yi nasıl tanımlamak mümkün?

Ben bugünkü AKP’yi dünyayı saran otoriterleşme dalgasının en gelişmiş ve maalesef en etkili öncülerinden biri olarak görüyorum. Yani bu alanda gerçekten muadillerine parmak ısırtacak derecede mahir ve bir o kadar da yaratıcı bir aygıt var karşımızda. Tabii ki bu durumu kolaylaştıran toplumuza has bazı yapısal sorunlar da yok değil. Türkiye’de istendiğinde köpürtülen güvenlik ve beka endişesi toplumu paralize ediyor. İçine girilen ruh hali ülkeye büyük zarar veriyor ve buradan nasıl çıkılacağına dair pek de bir ışık göremiyorum.

EN BÜYÜK ZAAF İNSAN KAYNAĞI

AKP’nin en önemli zaafı elindeki insan kaynağı. 2015’te girilen ultra-milliyetçi koalisyondan sonra devlete ve bürokrasiye giren insan kaynağının kapasitesi çok kısıtlı. Gülencilerin topyekün tasfiyesi tam gaz lümpenleşme ve kasabalaşmaya yol açtı.

Sonuç olarak toplumdaki fay hatlarını iyi bilen, kimlik siyasetini sonuna kadar köpürten, kendi bekası için ortaklarını mütemadiyen değiştiren, toplumu iletişim ve algı üzerinden yöneten sofistike bir siyasi makine var karşımızda.

Türkiye pek çok alanda sorun yaşıyor. Bunun başında da dış politika geliyor. Sizce iktidar Türkiye’yi Batı’dan kopartıyor mu?

İdeal bir dünyada iktidar Batı ile ticaret dışında bir ilişki istemiyor ama ideal bir dünya yok ortada. Aksine her şeyi ile Batı ekonomilerine, pazarlarına ve güvenlik şemsiyesine muhtaç bir ülke var önümüzde. Türkiye’yi Batı’dan koparmak zor çünkü alternatif öneren çevrelerin ekonomiye yönelik bir cevapları yok.

Ürettiğimiz malın yarısını AB’ye satıyoruz, çocuklarımız Batı standardında okul ve yaşam talep ediyorlar ve yıllardır sistematik olarak yapılan propagandaya rağmen Batı halen en önemli referans noktası. AB süreci kendi başına yılda 750 bin kişiye iş imkanı sağlıyordu. 2013-2015’ten bu yana ekonominin hali ortada. Yerli ve millicilerle onların ulusalcı/Avrasyacı ortakları Türkiye’yi Batı’dan koparmak için pek gayret ediyorlar ama Beştepe Batı’dan kopulamayacağını gayet iyi biliyor ve Batı ile ilişkileri gönüllü tampon bölge/mülteci şantajı ve Afganistan’da gönüllü nöbetçilik üzerinden yönetmekte oldukça başarılı.

HER ŞEY İKTİDARIN BEKASI İÇİN

AKP’nin dış politika tercihinde belirleyici olan ne ya da kimler?

AKP’nin dış politika tercihlerindeki en belirleyici şey içerideki iktidarın bekasıdır. Dış politikadaki her dosya bu öncelik zaviyesinden değerlendiriliyor. Son yıllarda AKP’nin koalisyon ortakları bu ortaklığın diyeti olarak bazı dosyaları açtılar. İktidarın bekasını pekiştirecekse bu tür dosyalara destek veriliyor. Mavi Vatan bu dosyalardan biridir.

Tarihimizde dış politikanın iç siyasetin bu denli açık ve net bir uzantısı olduğu bir dönemi ben hatırlamıyorum. Dolayısı ile dış politika iç siyasetin tam olarak devamı haline geldi. Doğal olarak dış politikada ne olduğunu anlamak isterseniz iç siyasete yakından bakmanız gerekecek. Her şey birbiri ile ilintili. AKP’nin dış siyasetinde İhvancı/ümmetçi bir ideolojik boyut var ama bu da bahsettiğim ana amaca hizmet ettiği sürece araçsallaştırılıyor. Türkiye’de muhalefetin dış politikada doğru dürüst alternatif bir siyaset geliştirememesi de iktidarın işini çok kolaylaştırıyor.

AVRASYACILIK DEĞİL ULUASALCILIK BELİRLEYİCİ

Avrasyacılığın siyasi ve toplumsal tabanı var mı ülkede?

Avrasyacılığın siyasi ve toplumsal tabanı oldukça kısıtlıdır. Bu taban son 1-2 yıldır Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı mezalimin daha fazla duyulması ve Perinçek gibi aktörlerin aleni Rus/Çin angajmanı sayesinde iyice daraldı. Tanıdığım bir sürü ulusalcı Avrasyacı olmadıklarının altını çizme gereği hissediyorlar.

Türkiye Avrasyacılığının esas önemi dış politikada değildir. Asıl önemi iç siyasette otoriterliğe sağladığı seküler destek ve iktidarın ultra-milliyetçi dış politikasına rıza üretiminde sağladığı meşruiyettir. Ne var ki, Türkiye’de asıl dikkat edilmesi gereken taban ulusalcı tabandır. Bu çok hibrid ve geçişkenliği olan bir akım ve hatırı sayılır bir kitlesi var. Bilerek veya bilmeyerek birçoğu iktidarın neferliğine soyunmuş vaziyette. CHP son yıllarda bunlardan kurtulmaya gayret ediyor ama söylediğim gibi oldukça hibrid bir gruptan bahsediyoruz.

TÜRKİYE-RUSYA: OTORİTER KARDEŞLİK

Rusya ile olan ilişkilerin temelinde ne var?

Rusya ile ilişkilerde en önemli boyut ”otoriter kardeşliktir”. Bu kardeşliğin harcı Batı karşıtlığı, devletin kutsanması, kişi hak ve hürriyetlerine düşmanlıktır. Ruslar bizimle asimetrik bir ilişki geliştirmek istiyorlar. Yani ortada eşit bir ortaklık anlayışı yok. Liderler seviyesinde ise hem Putin hem Erdoğan birbirilerine karşı saygı duyuyorlar ve aralarında özel bir ilişkiden bahsetmek mümkün.

Geçmişe nazaran kurumsal olmaktan çok kişiselleşmiş bir ilişki var. Bu son yıllarda küresel düzlemde artan bir eğilim. Liderler kurumları devre dışı bırakıp kişiden kişiye ilişki geliştiriyorlar. Kremlin Türkiye’deki iç gelişmeleri ve tartışmaları çok iyi takip eder ve etkilemeye çalışır. Zaman zaman çok da başarılı olur. 15 Temmuz ve S400 meselesi buna çok iyi örneklerdir.

S400 vasıtası ile Moskova, NATO’nun içine saatli bomba atmış oldu. Biz ise F-35 programından çıkarıldık, Batı ile papaz olduk ve yine 1990’ların ”yalnız kurt” sendromuna geri döndük. Ruslar Türkiye’nin ciğerini bilir ve iyi siyaset geliştirirler. Bunu hiçbir zaman akıldan çıkarmamak lazım.

Aynı şekilde Katar’la olan ilişkinin de?

Katar’la olan ilişkiyi çok yakından takip etmiyorum. Temelde ekonomik bir ilişki. Dış politika ile iç siyaset arasındaki ilişkiye işaret etmiştim. Bu bakımdan Katar’la olan ilişkinin mahiyeti daha net ortaya çıkıyor. Bununla birlikte Körfez’de özellikle Beştepe’nin geçinemediği BAE ve Mısır’a karşı Katar önemli bir koz. Aynı zamanda bölgede askeri güç projeksiyonu için kullandığımız bir ülke. Ne var ki, Katar ile olan ilişkinin tüm boyutlarını bu iktidar değişmeden öğrenebileceğimize sanmıyorum.

BATI İLE ALIŞVERİŞ İLİŞKİSİ VAR

Türkiye’nin Rusya başta olmak üzere uluslarası ilişkilerine Batı (ABD-AB) Türkiye’ye nasıl bakıyor?

Batı’da Türkiye’yi olduğu gibi kabul etme eğilimi konsolide oldu. Gezi Parkı olaylarından sonra bir süre Türkiye’yi akla ve mantığa davet etme gayretleri oldu ama 2015’ten sonra girilen süreçte Beştepe ile alışveriş ilişkisine geçildi. Beştepe de öyle olmasını istiyor.

Demokrasi, insan hakları, ifade hürriyeti vs. gibi değerler üzerinden ilişki geliştirmek istemiyor Erdoğan. Bunun yerine AB ile mülteci şantajı/gönüllü tampon bölge olma durumu üzerinden ABD ile de Afganistan’da nöbetçilik üzerinden yeni bir ilişki tanımlanmak isteniyor. Bunda da bayağı mesafe alındı, özellikle AB ile. Türkiye artık mültecileri AB’den uzak tutan bir tampon ülke ve bu durumun devam edebilmesi için içeride Beştepe’nin iktidarda kalması elzemdir. Kılıçdaroğlu’nun mültecilere ilişkin son açıklaması Batı’da mültecilere ilişkin paranoyayı daha da perçinleyecektir. Washington ile olan ilişki daha karmaşık ama orada da uzlaşılacağını sanıyorum. Pazarlık sünnettir.

KENDİMİZLE YÜZLEŞMEMİZ ŞART

Peki bu koşullarda ABD ile AB ile ilişkiler normalleşmelidir mi?

Türkiye’nin her şeyden önce kendine karşı dürüst olması gerekir ve Batı ile nasıl bir ilişki istediğini belirlemesi gerekir. Bir aşırı uçtan diğerine salınıyoruz. Kayıtsız şartsız NATO karakolluğundan doğru dürüst düşünülmemiş aşağılık kompleksi kokan ”yalnız kurt” sendromuna bir salınım var. Rusya’ya Çin’e öykünen marjinaller de cabası. Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun medeniyet çıpası bellidir. Dağılan bir imparatorluktan bağımsız bir ülke meydana gelebilmişse bu başarıda referans alınan medeniyet çıpasının rolü küçümsenemez.

Onyıllarca 600 bin kişilik bir ordu besledik ve sonunda Soğuk Savaşı kazandık. Şimdi tam bu güvenlik şemsiyesinden yararlanacağımız vakit bambaşka işlere tevessül etmeye başladık.

Huntington Türkiye için ”ortadan yarılmış” ülke tabirini kullanır. Maalesef 8 yıldır bu yarılmayı alabildiğimiz derecede körükledik. Esas olarak Batı ile yeniden ilişkileri geliştirmenin yolu ulusal çıkarı öne almaktır. Ulusal çıkarı değil de iktidarın bekasını öne çıkarırsanız Batı karşıtlığı üzerinden paranoyak olmuş bir kamuoyu yaratırsınız. Elde olan da budur. Fon tartışmasına bakın fotografı net olarak görürsünüz.

ÜYELİK HEDEFİNDEN KÜRT MEMED NÖBETE DÖNEMİNE

Batı ve ABD ilişkiler böyle iken neden Afganistan’a gönüllü oluyor Türkiye? Bu adım ilişkileri iyileştirebilir mi?

Biden Yönetimi nezdinde bir miktar alan açabilir ama Washington’da dikkate alınması gereken başka güçlü çevreler var: savunma bakanlığı, kongre, askerler ve ABD kamuoyu gibi.

Batılıların yapmak istemediği pis işlere gönüllü olarak talip olmak Beştepe’ye Batı ile sınırlı bir ilişki tesis etme olanağı sağlayacaktır. Fakat bu asimetrik ve tamamen iç siyaset odaklı bir yaklaşımdır. Zaten Ankara da bunun peşinde.

Ankara alışveriş istiyor. Türkiye artık mültecileri AB’den uzak tutan tampon ülke ve Afganistan gibi belalı bir coğrafyada nöbetçi asker olan ve bu çerçevede ilişkiye girilen bir ülke oldu. Merkel’in son açıklamaları bunu çok açık bir şekilde yansıtıyor. Verirsiniz Ankara’ya birkaç milyar dolar onlar da yapar gerekeni. 2010 öncesinin AB’ye aday ülkesi gitti yerine ”Kürt Mehmet nöbete” anlayışı geldi. Ama Erdoğan bunu bedavaya yapmıyor. Bunun bedeli var: O da Batı’nın Türkiye’de demokrasi, insan hakları, ifade hürriyeti gibi konulara fazla müdahil olmamasıdır. Alan razı veren razı.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI