Salı, Nisan 16, 2024

Mahmut Üstün yazdı | Hoşçakal kardeşim Fidel…

Fidel’in Mirası ve Küba’sı üzerine bazı saptamalar…

Kimileri bildik ezberler üzerinden onda yalnızca bir diktatörlük göreceklerdir. Kimileri küçük burjuva bir devrimin önderi diyerek hafif bir küçümseyicilikle saygılarını bildireceklerdir. Kimileri Che ile birlikte O’nu sosyalizmin devrim ve iktidar teorisi ve pratiğine yeni bir yol ve ufuk kazandıran büyük proleter önderler olarak selamlayacaktır vb. vb.

Fidel tek tek bunlardan hiçbirine indirgenemez. Bunların basit bir toplamı da değildir.Çok daha fazladır ve çok daha önemlidir.

Fidel ve Che bir haykırıştır.

Başta Yanke emperyalizmi olmak üzere tüm kapitalist sistemin adaletsiz, çıkarcı, ahlaksız ve iki yüzlü haline bir isyan haykırışıdır.

Ama aynı zamanda reel sosyalizmin ruhunu yitirmesine, asık yüzlülüğüne ve kitleleri sisteme yabancılaştıran bürokratik deformasyona uğramasına da bir itiraz, bir haykırıştır.

Fidel insanlığın ve sosyalist deneyimlerin vicdanıdır.

İki ayırıcı özellik

Fidel 2 Aralık 1959 tarihinde 82 kişiyle Granma yatıyla devrimi örgütlemek ve yönetmek için Küba’da karaya çıkarak bir devrimi başlatmıştır; başlangıçta Fidel ve arkadaşlarının kafasında sosyalizm fikri ve amacı yoktur. Ayrıca başta parti formu olmak üzere hiç bir formel örgütlenmeye sahip olmayan bir harekettir onlarınki… Bu ayrıksı özellikleriyle Küba Devrimi hep hummalı tartışmaların konusu olmuş; kimileri Fidel ve arkadaşlarının izlediği yolu sosyalizme geçmenin yeni ve genelleştirilebilir bir yolu olarak görmüşler; kimileri de işçi sınıfının çok tali bir ağırlığa sahip olduğu bu partisiz devrimi “böyle sosyalist devrim olmaz” diyerek sosyalizme geçiş potansiyelleri açısından küçümseye gelmişlerdir. Küba Devrimi hala teorik anlamda önemli bir problematik olmaya devam etmektedir.

Bu devrimin ikinci ayırt edici yönü de “sosyalizm” anlayışı alanındadır. Küba Devrimi’nin önderleri o güne kadar yaşanan sosyalist inşa pratiklerinin  ekonomik anlamda kapitalizmi aşmaya odaklanan pür “ekonomist” niteliklerine eleştirel yaklaşmaktaydılar. Fidel ve yoldaşları bu yüzden kendi  sosyalist inşa süreçlerinde “kapitalizm”le hesaplaşmalarını bu alana değil, sisteme yabancılaşmanın olmadığı herkesin insanca ve onurlu yaşam hakkına sahip olduğu adil ve eşitlikçi bir düzen yaratılması eksenine oturttular.

Fidel bir diktatör müdür?

Her devlet durumunun özü itibariyle bir diktatörlük olduğu temel gerçeğini atlayarak  sorunu bir yönetim biçimi tartışması düzeyinde  ele alacak olursak:

Eğer çok partili olmayan her rejime ve o rejimle özdeşleşmiş bir liderin iktidar anlamında özel bir ağırlık kazanmış olmasına diktatörlük diyorsanız; evet öyledir.

Ama diktatörlüğü benim gibi hiç bir yasa ve kuralla sınırlandırılamayan keyfi bir tek adam ya da dar bir elit hükümranlığı olarak tanımlıyor ve öyle anlıyorsanız; hayır.

Fidel Castro’nun elbette rejim üzerinde kişisel bir ağırlığı da vardı. Ama onun asıl ağırlığı hemen yanı başındaki ABD’ye meydan okuyarak bir devrimi muzaffer kılmış ve 50 yıllık zaman zarfında da çeşitli entrika, suikast girişimi, ambargo ve yoğun bir ablukaya rağmen ülkesini ayakta tutmuş bir devrimci lider olmasından kaynaklı manevi ve simgesel bir ağırlıktı.

O Kübalıların olduğu kadar tüm dünya devrimcilerinin de ön adıyla seslendiği ve sevdiği bir adamdı. Ne “Reis”, ne “Başbuğ”, ne “Führer”, ne de “Duçe” değildi… O bütün bürokratik rütbe ve unvanlardan azade olarak halkı ve dünya halkları açısından “Fidel”di yalnızca.

Ya Comandante?

Komutan anlamına gelen bu sıfat yalnızca Fidel’e ait değildi. Başta Che olmak üzere Küba Devrimi’nin bütün kadrosunu tanımlamaktaydı. Ordu dahil hiç bir dokunulmaz kurumsal iktidar gücünü tanımlayan bir sıfat da değil bu. Aksine zalim bir iktidarı sıradan insanların yenilgiye uğratmasının simgesidir. Küba halkı Fidel ve Che’ye “Comandante” diye seslenirken devleti kişiliğinde temsil eden ve  itaat edilmesi gereken bir diktatöre değil, kendilerine  her türlü diktatöre karşı durmayı ve direnmeyi çağrıştıran devrimci liderlere seslenmektedir. Bu yüzden bu sıfat diktatörlüğün ve itaatin değil her türlü diktatörlüğe karşı duruşun simgesidir.

Küba’nın tılsımı

Aklı başında hiç kimse Küba’nın bugüne kadar ayakta kalmasını baskıcı bir rejim olmasıyla açıklayamaz.

Bu yoksul ülkenin yoksul insanlarının rejimle kurduğu protest ve coşku içeren ve Fidel sevgisiyle de perçinlenen o çok özel bağı görmeden Küba’nın ayakta kalma inadını anlayabilmek olanaksızdır.

Ekonomik bakımdan güçlü olmayan, coğrafya anlamında çok geniş olanaklara sahip olmayan ve üstelik de “baş düşman” ABD’nin burnunun dibindeki bu ülke, akıl almaz alçaklıklarla dolu bir dizi dışsal yıkma çabalarına direnç gösterebilmişse, bunun tek nedeni bu entrikaların başarılı olmaya yetecek gerekli iç desteği üretememiş olmasıdır. Hele de 25 yıldır SSCB gibi bir müttefikten de yoksun kalmışken Küba rejimi eğer yıkılamamış, inatla dik durmuş ve ayak diremiş ise burada apayrı bir tılsım vardır.

Nice diktatörlükleri derdest etmiş, hatta çok daha güçlü bir muarızı olan SSCB ve Doğu Bloku’nu bir bütün olarak domino taşları misali devirmiş ABD merkezli emperyalist sistemin Küba’yı, çok daha rahat biçimde, amiyane tabiriyle bir tükürükle boğabilmesi, bir üflemeyle yerle bir edebilmesi gerekmez miydi?

Hele de Fidel Castro ülkede yıllardır halkı bizar eden koyu bir baskı rejimi uygulamaktaysa…

Fidel’in gücü ve başarısı..

Fidel ve arkadaşlarının gücü ve başarısı despotça yöntem uygulamalarından gelmiyordu. Aksine onlar Latin Amerika’da köklü anti-ABD’ci damarı sosyalizmle bir anlamda sentezlediler… “Onurlu ve bağımsız Küba” idealini resmi söylem olmanın ötesinde adeta Küba halkının folklorik bir özelliği haline getirdiler.

Reel sosyalizmi ekonomizmle eleştiren Fidel ve arkadaşları Kübalılara hiç bir zaman zengin bir ülke, refah içinde bir yaşam ve kapitalizmi ekonomik olarak geçme vaadinde bulunmadılar. Tokluk, onurlu yaşam ve ABD başta emperyalizme teslim olmama vaadinde bulundular. Pek çok çevre tarafından anlaşılamayan şuydu ki, Küba halkı da zenginlikten çok bunları istemekteydi zaten…

Tüm bunlar eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanındaki yeterli ve eşitlikçi uygulamalarla birleşince Küba’nın eski evler ve tek tük eski otomobillerle bezeli sokaklarında özgürce dans edebilen bir toplum oluştu.Sokaklarında insanların dans edebildiği ve kendini özel ve onurlu hissettiği bir ülkeyi ve rejimi kolayca yıkamazsınız.

Küba elbette ideal bir sosyalist yönetim ve toplum oluşturamadı. Tek başına ve verili dünya koşullarında oluşturamazdı da… Ama çok özgün bir deneyim, adeta bir “masal ülkesi” haline geldi Küba.

Ve Fidel’de halkı için bu masal ülkesinin bilgesi ve koruyucu meleğiydi…

Fidel’in en başat özelliği genelde anti emperyalist ve özelde anti Amerikan olmasıydı

Küba Devrimi’nin  en temel motifi ve  bütün kuşatmalara rağmen sistemi ayakta tutma direncinin en temel kaynağı Latin Amerika’nın  sömürgeciliğe karşı verdiği yüzyıllık mücadele ve halkın adeta ruhuna işlemiş olan bağımsızlık tutkusuydu. Bu yüzden anti emperyalizm ve özellikle de anti Amerikan yaklaşım Fidel’in ve Küba halkının en temel karakter özelliği olagelmiştir.

Fidel’in liberaller ve Barzani taraftarı Kürtlerce çok eleştirilen ABD’ye karşı Saddam’ı destekleyen tutumu da bu karakter özelliğiyle yakından ilgilidir.

Fidel ABD hegemonyasını derinleştirecek her adıma karşıt, zayıflatacak her güce de müttefik olmuş ya da hayırhah bir tutum almıştır. Bu yaklaşım zaman zaman hatalı ve eleştiri gerektiren tutumlar almasına yol açmış olsa da, temelde Fidel’in dünya halkları nezdinde sempatiyle karşılanan bir lider olmasını sağlayan bir özelliğidir.

Fidel’i bu nedenle eleştirmek ayrı, düşmanlaştırmaya çalışmak ayrıdır. İkinciyi yapanların siyasal arka planına baktığımızda bir Amerikanperverlikle karşılaşmak hiç şaşırtıcı olmayacaktır.

Gelelim Küba’da gerçekleşenin bir sosyalist devrim olup olmadığına…

Bu tartışma değil birkaç pragrafa, bir kaç makaleye de sığmaz. Bu nedenle bu yazı sınırlarında kendi tutumumu temel nedeniyle birlikte belirtmekle yetineceğim.

Bana göre  bu devrimler Marks’ı ve Lenin’i bir başka açıdan doğrulayan devrimlerdi. Marks Rusya üzerine tartışmalarında bir tek şartla Rusya’nın köylü hareketleri ve komünleri üzerinden sosyalizme geçebileceğini, Lenin de yine bir tek şartla çok geri bir toplum olan Moğalistan’ın sosyalizme geçebileceğini söylememişler miydi? Ya o şart neydi? Güçlü sosyalist ülke(ler)in varlığı ve uluslararası işçi emekçi hareketinin bu devrimlere yön verebilecek etkinlikte müttefik olmaları…

Yani Çin ve Küba işçi sınıfına dayanmadan köylülüğün içsel potansiyelleri ya da önderliklerin güçlü siyasi iradeleri ve ideolojik sınıfsal önderlikleri sayesinde sosyalizme yönelmiş örnekler olmadıkları gibi, içeride işçi sınıfı hareket ve örgütünün önderliğinden yoksun olmaları nedeniyle sosyalizme yönelme olanağından yoksun küçük burjuva devrimler de değillerdi.

Zira Marks ve Lenin’in sözettiği o tek şart vardı: SSCB ve dünya da hala etkili bir genel sınıf hareketi ve devrimci muhalefet…

Küba’nın Geleceği…

SSCB’nin varlığı Küba Devrimi’nde elbette yalnızca ileri sıçratıcı etkiler yapmadı. İdeolojik ve kurumsal anlamda SSCB’nin yaşadığı bazı temel zaafların Küba’ya sirayet etmemesi de kaçınılmazdı.

Liberal yaklaşımların tümüyle biçimsel ve burjuva ve ABD perver içerikli “diktatörlük” ithamlarına prim vermemek ne kadar gerekliyse; Küba’nın ideal ve model olarak takdim edilebilecek olgunluk ve gelişmişlikte bir sosyalizmi temsil edemediğini de teslim etmek o kadar zorunlu.

Birincisi küçük ve yoksul bir ülke olmak ve pervasız bir kuşatma ile süreğen biçimde restorasyoncu operasyonlara maruz kalmak ciddi bir sorun… Küba SSCB ile yakın bir ilişki içinde olmasına rağmen her ne kadar sosyalizmin pür ekonomist yorumuyla arasına mesafe koymuş ve bu nedenle de Küba’da kapitalizm karşısında daha direngen bir deneyim yaratılmışsa da, sonuçta ekonomik gücün belirleyiciliği  yasası hükmünü sürmektedir. Küba siyasi alanda olduğu gibi ekonomik alanda da kuşatılmışlığın yarattığı derin sorunlarından muaf değildir. Özellikle de SSCB yıkıldıktan sonra… Son yıllarda bu kuşatılmışlığın yarattığı sorunların kamusal ekonomiden tavizler verilmesi suretiyle aşılmaya çalışıldığını ve bu anlamda Küba’nın oldukça riskli bir yola girdiğini görüyoruz.

İkincisi,  yine Küba SSCB ile yakın  ilişkilerine rağmen bürokratik virüsü bir ölçüde kapsa da hiç bir zaman katı bürokratik bir rejim olmadı. Küba’da halk ile yönetim arasında sistemin çözülmesine kaynaklık edebilecek düzeyde bir yabancılaşma yaşanmadı bugüne kadar. Küba 50 yıl boyunca zamanla -ve zaman zaman- azalsa da yeni ve farklı bir toplum olma/kurma heyecanını bir bütün olarak koruyabildi. Ama bu Küba’da iyi işleyen bir emekçi demokrasisinin kurulamamış olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Doğrudan/katılımcı  emekçi demokrasini inşa edememenin ve/fakat  temsili demokrasinin tüm kurumlarının da lağvetmiş  olmanın yarattığı boşlukta yeşeren bürokratik/burjuva egemenliği olgusu, hele hele de sistemin ekonomik alanda sıkışma içinde olduğu bu tarihsel kesitte artan  bir risk olarak Küba’nın başında da Demokles’in kılıcı gibi sallanmakta…

Sonuç olarak…

Fidel Castro ve O’nun Küba’sı – bu saatten sonra ne kadar ayakta kalacağından bağımsız olarak-  yalnızca sosyalizm/sol açısından değil en genel anlamda insanlık açısından da adlarını özel ve önemli bir lider ve deneyim olarak tarihe kazımışlardır.

Ve çok daha önemlisi bu öyle bir deneyimdir ki, Küba deneyimi doğru anlaşılmadan, bu deneyimin daha şimdiden bizlere bıraktığı önemli ve olumlu miras içselleştirilmeden, ileri de daha tam ve kusursuz bir sosyalist devrim anlayışı ve inşa pratiği geliştirebilmek de mümkün olmayacaktır.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER