Mahmut Üstün yazdı | Çürüyen burjuva modernizmi ve post-modern rödavansçılık

Biz bu yazıda aydınlanma, modernizm, post-modernizm, Avrupa merkezcilik kavramlarına ilişkin ve post-modern düşünceyi bayrak yapmış aydın ve siyasetçilerin temsil ettikleri tarihsel ve siyasal konum hakkında “tezler” halinde yaklaşımımızı ortaya koymaya çalışacağız.

Avrupa merkezli bakış açısının biz de ve dünyada egemen olması, Batı’nın daha önce yarıştığı ve hatta gerisinde kaldığı Doğu’ya galebe çalmasının ürünüdür. Batının doğuya sağladığı galibiyetin felsefi-düşünsel arka planında insanlığa “aklını kullanmaya cesaret et” çağrısı yapan aydınlanma felsefesi vardır. Demek ki aydınlanma düşüncesi bugünkü Batı egemenliğinin en önemli etmenlerinden biri olarak başarısını kanıtlamıştır.

Doğu’nun aydın ve siyasetçilerinin geneli aydınlanma gerçeğini tahlil edip kendi gereksinimleri doğrultusunda yeniden üretmek yerine, taklit etme yolunu seçmişler ve bu nedenle de ancak Avrupa merkezciliğin figüranı olabilmişlerdir.

(Burjuva) Aydınlanma ve modernizminin sınırlarına geldiği saptaması doğrudur… Ama aydınlanmanın yerine gelenekselliği, bütünselliğin karşısına parçalılığı, evrenselin başatlığı yerine yerelin egemenliğini koyan post-modernizm temel tezleri itibariyle yanlış olduğu gibi; bizzat kendisi de Avrupa merkezli bir yaklaşımdır. Post-modernizm gerileyen ve çürüyen Batı’nın, bu çürümeyi aşma çabası değil, bu çürümeyi Doğu’ya da yayarak, Batı hegemonyasını olabildiğince uzatma çabasıdır.

Batı çıkarlarını seslendiren bu yaklaşım -dünün qydınlanmasından farklı olarak- bu kez de Doğunun gelenekselci aydınlarını ve siyasetini kendi hegemonyası için araçsallaştırmayı, figüranlaştırmayı amaçlamış ve büyük ölçüde başarmıştır. Doğunun geleneksel ve liberal aydınları Batı’nın krizini Doğunun ihtiyaçları doğrultusunda analiz ederek Batı merkezli yaklaşımların dışında bir düşünsel hegemonya tesis etme arayışında olacakları yerde, elbirliği ile bugünün Avrupa merkezci ideolojik hegemonyanın ifadesi olan post-modernizmin basit birer figüranı konumundadırlar.

Tarihte hiçbir hegemonya kalıcı değildir. Tarihte yeni tarihsel ve siyasal sıçramalar kural olarak o momente hegemon olanlarca değil geriden gelenlerce yapılır. -Bu sıçramalar ancak hegemon olanın pradigmasından çıkıp yeni bir pradigma oluşturmakla mümkündür.

Gerileyen hegemonlar tutuculaşır ve tarihle avunma eğilimi gösterir. “Tarihle barışma” lafı modalaşır. Osmanlı gerilediğinde yeniyi aramadı, tarihe sarıldı. Geçmişle avunmayan, tarihle barışma değil, tam aksine hesaplaşma derdinde olan, çıkışı geçmişte değil gelecekte arayan Batı’ydı ve başardı.

Batı, hegemonyasının sarsıldığı bu tarihsel momentte, post-modern ideoloji aracılığıyla Doğu’nun bağımsızlaşma dinamiklerini de kadükleştirmektedir. Post-modernizmle gerçekleşen Batı’nın yerelliklerle barışması değil, bir kez daha ve çok daha yoğun biçimde geleneksel olanı kullanarak (emperyalist) Batı’nın denetimine olmayabilecek tüm ilerici dinamiklerin baskı altına alınmasıdır.

Sonuç olarak post modernizm burjuva (batı) aydınlanması ve modernizmin ve Avrupa merkezciliğin dışında ayrı bir pradigma değil, burjuva aydınlanmasının ve Avrupa merkezci modernleşmenn çürüme halinin adıdır.

Doğu’nun laikperest aydın ve siyasetçileri burjuva aydınlanmasının ilerlemeci döneminin taklitçileri oldukları için yalnızca birer zavallı idiler… Bugünün post-modern aydın ve siyasetçilerini burjuva aydınlanmasının çürüme döneminin taklitçileri olmaları nedeniyle, zavallılıktan çok daha ağır nitelemeleri hak etmektedirler. Post-modernizime sarılan geleneksel ve liberal aydınlar, “aydınlanma ve modernizm düşmanı” kimlikleriyle, batı aydınlanmasının karşıtı değil, çürüme halinin temsilcileridir. Doğu’nun post-modern siyasetçileri de bir rönesansçı değil, şu elim madenci cinayetleri vesilesyle aşina olduğumuz tabirle, çürüyen burjuva modernleşmesinin rödovansçısıdırlar…

Gerileyen Batı medeniyeti gerçeği, burjuva aydınlanması ve modernleşmesine karşı yeni bir paradigmayı zorunlu kılmaktadır. Ama çığır açıcı hiçbir paradigmanın, geriye-geçmişe referansla oluşturulduğu görülmemiştir. Geçmiş referans alınmaz gelecek ütopyasına göre yeniden yorumlanır. Ve yine her tarihsel sıçrama, yerel değil dünyasal paradigma değişikliğinin ifadesi olmak durumundadır. Bu nedenle de doğası gereği bütünsel ve evrensel bir nitelik taşımak durumundadır. Böylesi bir yeni paradigma mevcudu koruma eksenli bir savunmacılıkla üretilemeyeceği gibi tarihle avunarak ve barışarak da üretilemez. Ancak tarihle hesaplaşarak ve parçayı değil bütünselliği, yereli değil evrenselliği, geçmişi değil yarını temsil ederek oluşturulabilir.

Bunun bugünkü tarihsel evrede tek mümkün yolu ise burjuva aydınlanmasına karşı emekçi aydınlanması, burjuva modernizmine karşı sosyalist modernizmdir.