Cumartesi, Nisan 20, 2024

Mahmut Üstün yazdı | Bir başka açıdan Karlov cinayeti: AKP’nin İslamcılıkla ölümcül ilişkisi  ve çöküş alametleri

Rus Büyükelçisi Adrey Karlov’un  -üstelik bir polis olan-  intihar eylemcisi tarafından öldürülmesi üzerine çok şey yazıldı.

Eylemle ilgili Türk-Rus ilişkileri, eylemcinin polis olması,  FETÖ , El Nusra bağlantısı, Halep’teki gelişmeler ve Türk-ABD ilişkileri bağlamında çok sayıda değerlendirme yapıldı.

Suikastın devletin eline yasal silah,mermi  ve koruma rozeti verdiği cihadist bir polis tarafından gerçekleştirilmesi de es geçilmedi tabi.

Ama bu konuya yönelik söylenenler “polis teşkilatında  kaç tane Mevlüt Mert Altıntaş(suikastçı polis) var?” sorusuyla sınırlı kaldı.

Biz bu yazıda bu soru üzerinde yoğunlaşmaya çalışacağız.

FETÖ ya da El Nusra fark eder mi?…

Birbirinden belli farklılıklar gösterse de Türkiye’deki tarikat, cemaat türü yapılanmaların ve cihadist örgütlerin çok daha temel ortaklıkları vardır.Bu ortaklıklar dikkate alındığında bu yapıların istisnasız tümünün böylesi bir eyleme yönelme potansiyellerine sahip olduğu söylenebilir. Aslına bakarsanız FETÖ  ve Nakşibendiliğin bir kaç kolu tüm bu yapılar içinde bu eylem biçimine en uzak olanlar arasındadır. Ama buna karşın kesinlikle bu yapıların  işi değildir de diyemeyiz.

Ama belli ki bu konu daha çok hükümet cephesinden önemli görülüyor. Üstelik de FETÖ bağlantıları daha önce devletçe soruşturma konusu olmasına karşın devletçe 2 yıldır FETÖ bağlantısı açığa çıkarılamamış olan suikastçı polisin, suikastın üzerinden daha saat geçmemişken iktidar çevrelerince “FETÖ’cü” olduğu yönünde kesin tonlamalı açıklamalar gelmesi, belli ki tartışmaların  El Nusra başta olmak üzere diğer tarikat ya da cihadist örgütlerle bağı üzerine yoğunlaşmasını bloke etmeye yönelik bir hamleydi. Zira suikastçı polisin bir tek FETÖ’cü olması durumunda hükümet tartışma ve eleştirilerin odağı olmaktan kurtulabilecekti.

Katil polis FETÖ’cü mü? İlerleyen zamanda daha net göreceğiz. Ama AKP’nin bütün stratejisini bu polisin hükümete yakın duran bir başka cemaat ya da dinci örgütün bağlısı olma ihtimaline göre dizayn ettiği ve temel çabasının böyle bir ihtimalin doğuracağı riskleri minimize etmeye yönelik olduğunu söyleyebiliriz.Hükümetin bu çabası bile bize nasıl bir risk tablosuyla karşı karşıya olunduğu konusunda  çok önemli bir ipucu sunmaktadır.

Gerçek durum ne?

Tek tek her tarikat/cemaat ve cihadist örgütün silahlı ve sivil bürokrasi içinde hangi ağırlıkta kadrolaştığını söyleyebilecek verilere sahip değiliz. Ama AKP ile Cemaat çatışması arkasından, özellikle de başarısız darbe girişimini izleyen günlerde bizzat resmi ağızlardan yapılan rakamsal açıklamalar, yıllardır cemaat kadrolaşmasına dikkat çeken bizleri bile şaşırtan boyuttaydı.

Diğer yapıların FETÖ kadar özel ağırlıkta bir kadrolaşma yaratabilmesi hem yöntem hem de kadro vasfı açısından pek olanaklı değil. Nihayetinde Cemaat devlette kadrolaşmaya özel bir strateji haline getirmiş ve bu nedenle eğitimden, sınav sistemine uzanan özel taktikler geliştirmiş bir yapıydı.

Ama bu  demek değil ki, bu yapıların kadrolaşması ciddiye alınmayacak önem ve boyuttadır.Nitekim daha yakın süre önce polisler içinde duvarlara “Esedullah Timi” yazanlara, “Yaşasın İŞİD” sloganı atanlara dair haberler/görüntüler medyaya yansımamış mıydı?

Denilebilir ki bu yeni ve AKP ile sınırlı bir olgu değildir.

Doğrudur. Ama eski dönemle AKP dönemi arasında yine de çok belirleyici farklar mevcuttur.Eski dönemin tarikat ve dinsel akımlarla ilişkisini “sopa ve havuç” politikası olarak nitelemek mümkün. Bu kesimlerin toplumsal planda örgütlenmesine ve sistemden nemalanmasına  kontrollü ve sınırlı biçimde izin verilmekte (havuç) ama bu yapılar çizilen sınırları aşmaya yöneldiğinde sopa devreye girmekteydi. Bürokrasi içinde örgütlenmek sözkonusu olduğunda ise havucun boyutları çok daha küçük tutulmaktaydı.

Oysa AKP döneminde sopa ortadan kalktı;havuç ise bollaştırıldı bu kesim için. AKP başta silahlı olanı olmak üzere tüm bürokraside ve yine başta FETÖ olmak üzere bu tür yapılara kapıyı sonuna dek açık bıraktı. Bu kesimleri kendisi açısından güvenilir bulmak gibi -yalnızca tüm sistem için değil birazdan açıklayacağımız nedenlerle kendisi için de- tarihsel ve siyasal bir gafletin içine düştü.

Tarikat ve cihadist örgütler artık AKP için de muhtemel ve yakın tehdittir…

Bu iddiamızın  bir kısmı yapısal bir kısmı da güncel birden fazla nedeni var.

Önce yapısal olanlarından başlayalım…

Tarikatların ve cihadist örgütlerin sistemin kuralları içinde kurulan “İslamcı Parti”lerle hep bir kan uyumsuzluğu bulunmuştur. Bu yapılar kullanma ilişkisi ölçüsünde bu partilere hayırhah tutum almışlar ve/fakat hiç biri zaman bu partileri önder kabul etmemişler; hatta güvenilir bile bulmamışlardır.Tarikatlar bu partilerin liderlerinin kendilerini aynı zamanda dini lider/halife pozlarında takdim etmelerini kendi alanlarına bir tecavüz  kabul etmişlerdir.Tersinden siyasal partiler içinde de tarikat üyelerinin parti/devlet disiplini yerine tarikat disipline bağlılık göstermesinden, siyasi lider yerine mürşide itaat etmesinden dolayı hep bir gerginlik mevcut olmuştur.

Bir noktada tarikat ve siyaset rekabeti ve çatışması kaçınılmaz olmuştur. Örneğin Erbakan Nakşibendi ilişkisi de aynen böylesi bir çatışmaya yol açmış, Erbakan bu nedenle ölünceye kadar tarikatlarla hep uzak ve mesafeli olmayı tercih etmiştir. AKP- Cemaat çatışmasının arkasında da benzer bir süreç ve dinamik vardır. Dolayısıyla AKP ile başka tarikat/cemaat yapıları arasında  da bu  türden çatışma dinamiğinin devreye girmesi  çok mümkündür.

El Nusra, İŞİD vb. cihadist örgütlerin taraftarları ise zaten bambaşka bağlılıklara sahiptir. Bu yapıların bir tür İslami enternasyonalizm iddiaları olması AKP gibi “ulus merkezli” İslamcı partilerle farklı ve çatışan önceliklere sahip olması anlamına gelebilmektedir.

Ayrıca bu yapılar her ne kadar “hilafet düzeni” iddiasını taşısalar da. aslında seküler hedef ve önceliklerle değil, cennet/şahadet  gibi motivasyonlarla mobilize olmaktadırlar. Bu nedenle dünya işleri ve siyasetleri karşısında , genel tavır olarak tüm bunları hiçleştiren nihilist bir ilişki içindedirler. AKP iktidarının esenliğinin onlar açısından kendi başına hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

Son süreçte iki taraf açısından da özellikle Ortadoğu’da ki önceliklerin farklılaşmasıyla çatışma dinamiği ile şekillenen ilişkiler yaşanmaya başladığına tanık olmaktayız.. Bu nedenledir ki  katil polisin El Nusra ya da İŞİD bağlısı biri olması hiç kimseyi şaşırtmaz(dı).

İmam Hatipler ve İlahiyat Fakülteleri “avuç içindeki sabun”…

Bu okullar Diyanet  İşleri Başkanlığı ile birlikte devletin cumhuriyetçi din adamları aracılığıyla dini kontrol edebilmesi amacı doğrultusunda kurulmuşlardı.

Ama bu beklentinin tutmadığı kesindir. Abdurrahman Dilipak 20 yıl kadar önce okuduğum bir kitabında mealen, bir tür “protestan İslam”ı üretmeyi ve yaymayı amaçlayan bu okulların eni sonu “gerçek İslam”ın kalelerine dönüşmekte olduğunu söylüyordu. Haklıydı.

Ama “gerçek İslam” neydi? Temsilcisi kimdi? Dilipak o zamanlar doğal olarak bu okulların tarikat ehli ve cihatçı yetiştirmesinin orta ve uzun vadeli sonuçlarını  sorun etmiyordu. Kaldı ki AKP iktidarının hala geçmiş ezberlerle İmam Hatipleri arka bahçesi görüp ısrarla yaygınlaştırmaya çalıştığını görüyoruz. Ama İslamcı çevrelerden Mustafa İslamoğlu, daha çok yakında iktidarı” İmam Hatip’ler İŞİD’ci yetiştiren yerlere dönüşüyor” diye uyardı. İslamoğlu daha da haklıdır…

Dün cumhuriyete karşı “gerçek İslam’ın kaleleri olan İmam Hatip ve İlahiyat Fakülteleri, öyle anlaşılıyor ki AKP’nin elinde de ayağına dolanma potansiyeli güçlü bir ıslak sabun özelliğini korumaktadır.

AKP dışarıda Rusya ve İran’a , içeride Avrasyacılara yaklaşırken…

Şii İslam bir yana 1920’lerden itibaren Ortadoğu ve Türkiye’deki tarikatvari ve cihadist yapılanmaların ortak özelliği  önce İngiltere  ve sonra ABD kontrollü ve hatta güdümlü bir gelişme/evrim geçirmiş olmalarıdır.Soğuk Savaş yıllarında ise bu ilişki çok daha dolaysız bir nitelik kazanmıştır.Müslüman Kardeşler’den El Kaide, İŞİD,El Nusra’ya değişmez bir çizgidir bu.

Bütün bu yapılar Batı ile de zaman zaman sorun ve çatışma yaşasalar da, temelde Batı’nın yanında dünkü SSCB’de, bugünkü Rusya’da ifadesini bulan bloklaşmanın da  açık biçimde karşısında yer almıştır.

Bütün bir tarihi deneyimi ve tedrisatı bu eksende şekillenmiş olan tarikatçıların ve cihadist yapıların AKP’nin Avrasyacı yönelimi  önünde bir çatlak/engel oluşturma ihtimalleri güçlüdür. Dahası Rusya’da geleneksel olarak dış politikada ağırlıkla laik, kısmen de Şii ittifaklara sahip bir güç olarak Türkiye’deki egemen tarikatçılığı ve cihadist yapıları kendisi için risk kabul edecek, etkisizleştirme çabasına girecektir.Bütün bu faktörler AKP ile eski dostları arasında düşmanlık yaratacak özelliklere haizdir.

FETÖ,El Nusra, İŞİD bunun ilk işaretleridir. Kuvvetle muhtemel ki zamanla bu işaretler daha da çoğalacaktır.

Sonuç olarak…

İlk örnekleri şimdiden görülen AKP ile  tarikat/cemaat/cihadist İslamcılık arasındaki çatlak ve çatışmaların yakın gelecekte giderek gündemi belirleyecek bir düşmanlığa ulaşması çok güçlü bir olasılıktır.

Çok daha önemlisi boyutlarını tam bilemesek de  bu yapıların tüm bürokratik aygıt içinde önemsenecek düzeyde bir kadrolaşmaya sahip oldukları kesindir. Bu ise bürokrasiyi çatışma ve hesaplaşmaların en temel alanı haline getirmektedir. Karlov suikastının bu anlamda bir başlangıç,bir işaret fişeği olması büyük ihtimaldir.Türkiye  çok yakında çok başlı, atomize,kaotik bir bürokrasi gerçeğiyle yüz yüze gelebilir

Ve bu güçlü bir çöküş alametidir. Bütün diğer işaret ve boyutlarıyla  birlikte bu çöküş süreci gelecek yazımızın konusunu oluşturacaktır.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER