Salı, Nisan 23, 2024

Mahmut Üstün yazdı | “Alt Emperyalistleşme” Hayali ve Ölümün Eşiğindeki Ülke

Türkiye dış politikasının son dönemdeki serüvenini nasıl tanımlamak gerekir? AKP medyası bunu bir “bağımsızlık mücadelesi” olarak takdim ediyor. Hatta bazı “solcu”lar bu politikada anti-emperyalist bir yan keşfediyor.

AKP’nin son dönem dış politikasında “bağımsızlık” ve/ya” anti emperyalizm” görmek, bu iki kavram hakkında yeterli bir fikre sahip olmamak demektir.

Ayrıntısıyla burada değinemeyiz. Bu başka bir yazının konusu. Ama kısaca ve kabaca belirtecek olursak; Bağımsızlık ve anti emperyalizm aynı gerçekliğin iki yüzüdür. Bağımsızlık kavramı daha çok iç, anti emperyalizm ise dış politikaya yöneliktir. Birbirlerinin olmazsa olmazıdırlar.

Geçmişte bu türden bir bağımsızlık olmuş mudur? Hele de ekonomik ve siyasi planda dünyada yaşanan entegrasyon düzeyi düşünüldüğünde bugün böylesi bir otarşik sistem ne kadar olanaklıdır? Bu soruları da şimdilik unutmak kaydıyla bir tanımlama yapacak olursak: Bağımsızlık bir ülkenin ekonomik,askeri, siyasi,kültürel vb .hayatına ilişkin kararlarını büyük güçlerin yönlendirmesinden muaf biçimde alabilmesidir. En temel göstergesi ise kendi kendine yetebilen bir ekonomiye; yani ekonomik bağımsızlığa sahip olmaktır. Anti emperyalizm ise dış politikanın emperyalist güçler ekseninde değil zayıf/ezilen milletler yanında/lehinde belirlenmesidir.

Bugün bu tanıma uygun tek ülke herhalde Küba’dır. Türkiye’de ise son dönemde bolca duyduğumuz “mazlum savunucusu” söylemler, bir tür “bölgesel hamilikle” ilgilidir. “Hami” rolüne soyunmak bir üst dildir ve egemenlik iddiası içerir. Dolayısıyla emperyal bir nitelik taşımaktadır.Zaten neo Osmanlıcılık, önce “Osmanlı bakiyesi” coğrafyaya,sonra da dünyaya nizam verebilme “mega idea”sına sahiptir.

Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” sözüyle anlatmak istediği herkesin (ülkenin) eşit ağırlığa sahip olduğu bir dünya düzeni özlemi değildir. “Emperyal kurumların içinde biz de olalım ” talebidir.

Bu bir alt emperyalistleşme stratejisidir.

Tabi bu strateji ilk kez AKP ile gündeme gelmemiştir. Başlangıcı Özal’ın ilk Körfez Savaşı dönemindeki “bir koyup üç alma” politikasına kadar gider.

Her şey “Biz artık “alt emperyalist” olabiliriz” hayaliyle başladı…

Bu aslında başlangıcı 80 öncesine uzanan sol içi bir tartışmanın konusuydu. SSCB’nin yıkılması ve yeni kapitalist küreselleşmenin rakipsiz biçimde gündeme oturmasıyla 1990’lı yılların başında yeniden alevlendi. Tez, iki doğru öncülü abartıp bir yanlış sonuca varıyordu.

Öncüllerden ilki Türkiye’de kapitalizmin sermaye ihraç eder hale gelecek denli geliştiğiydi. İkincisi de, artık ülkelerin iki kutuplu dünyadaki gibi, kutup başı olan ABD ve SSCB’ye mutlak bağımlı dış politika zorunluluğundan kısmen bağımsızlaşabilecekleriydi.

Teoriye göre, bu durum Türkiye gibi orta boy ülkelerin en azından bölgesel hegemonya kurabilecek alt emperyalist ülkeler haline gelmesini olanaklı kılmaktaydı. Bu emperyalist ülkelerin taşeronu olmaya göre daha farklı ve ileri bir merhaleydi. Zira alt emperyalist ülkeler taşeronluk ilişkisine göre ana emperyalist ülkelerden görece bağımsız hareket etme marjına çok daha fazlasıyla sahiptiler.

SSCB’nin dağılmasıyla Balkanlar da, Orta Asya ve Ortadoğu’da iki kutuplu dünyanın sağladığı görece stabilize durum tümden bozulunca, Türkiye’de de bu kaostan nasıl karlı çıkılacağı hesabı/arayışları başlamıştı.

Bu dönemden sonra “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesinin bir yana bırakılması ve aktif ve “oyun kurucu” bir dış politika inşa edilmesi argümanları sıklıkla dile getirilir oldu.

Alt emperyalizm teorisi  bu konjonktürde arayış içindeki Türkiye’nin egemen siyaset yapıcılarını etkilemiş midir? Bunu iddia edebilecek hiç bir somut veri(m) yok. Ama bu Özal dönemi için kuvvetle muhtemeldir. Zira egemenlerin etrafında bu türden taşıyıcılıkları yapan eski solcu danışman kadrosu hep bulunmuştur. Fakat Erdoğan’ın tümüyle, Davutoğlu’nun ise kısmen sol teoriden çok Özal’dan ve geçmişlerinden getirdikleri fetihçi ideolojiden etkilendikleri  ve bu yüzden de ekonomik ve askeri  verilerden çok irrasyonel bir neo Osmanlıcı “iman” ile hareket ettikleri söylenebilir.

Dış politikada Özal’ın pratiği ve büyük ölçüde de Davutoğlu’nun teorisi aşağı yukarı aynı eksen üzerinde yükselmekteydi. “Aktif dış politika”, “oyun kurucu ülke”, “statik değil dinamik denge”, “hareketli çok yönlü  ittifak politikası”, “bölge liderliği” vb. vb. Davutoğlu’nun ekonominin belirleyici öneminin her zaman  farkında olan Özal’dan farklılığı ise,  işte tam da bu alanda, yani İslami ve neo Osmanlıcı kültür/değer faktörüne, Özal’a kıyasla çok daha fazla önem hasretmelerindeydi.

Alt emperyalizmden neo Osmanlıcılığa…

Bölgedeki her soruna müdahil olarak, sürecin sonunda kurulacak masaya oturmayı ve çıkar elde etmeyi amaçlayan aktif dış politika anlayışının ilk temsilcisi Menderes’ti. Menderes hükümeti Bağdat Paktı, Süveyş kanalı krizi,Filistin sorunu gibi tüm alanlarda İngiltere ve ABD’yi bile şaşkınlıkta bırakan “kraldan çok kralcı” tutuma sahipti. Ama Menderes hükümetlerinin aktif dış politika anlayışı İngiliz-ABD eksenine bağlı bir taşeron ilişkisinin ötesini hiç zorlamadı.

Alt emperyalizm tanımındaki bazı savları dillendirmek anlamındaki “aktif dış politika” anlayışının ilk temsilcisi Özal’dır. Ne var ki Özal’ın bu konudaki söylemleri çok net ve keskinken, uygulamada bu anlayış neredeyse hiç vücut bulmamıştır. Bunda dış politikadaki klasik devlet aklını temsil eden asker/sivil bürokrasinin kısıtlayıcılığı kadar, kapitalist dünyayı içinden ve iyi tanıyan Özal’ın temkinliliği de bir faktör olmuş olabilir. Örneğin Birinci Irak Krizine kendi ifadesiyle “bir koyup üç alma” hevesiyle askeri anlamda da müdahil olmayı istediğini ifade etmiş ama askeri bürokrasiden gelen direnci aşmak doğrultusunda özel bir gayret de göster(e)memiştir. Özal başta, o dönemin yöneticileri küçük bazı atraksiyonlarla ve fırsat kollamalarla yetinmişler; işi AKP gibi çılgınlıklara vardırmamışlardı.

AKP’li yıllar ve neo- Osmanlıcılık…

AKP’nin iktidar olduğu yıllar ABD’nin Ortadoğu’da “ılımlı İslam” eksenli Büyük Ortadoğu Projesi’nin devreye sokulduğu yıllardı. AKP’nin de ABD eksenine bağlı ve/fakat İslami kimliği öne çıkan bir parti olarak bu projede özel bir rol alabileceği düşünüldü.

ABD “Ilımlı İslam” ve BOP projesine o kadar önem veriyordu ki, bu önem otomatikman Erdoğan’a ve AKP’ye verilen bir önem anlamına da geliyordu.Öyle ki ABD’nin Erdoğan için İsrail’i bile incittiği oluyordu.

Davutoğlu ise akademisyen kimliğiyle bu alt emperyalist  çizgiyi daha bütünsel ve teorik hale getirmişti. Daha Dışişleri Bakanı olmadan önce bile AKP’nin dış politikasını bu eksende yönlendiriyordu. Davutoğlu’nun bölgesel güç olma stratejisinde soft power (yumuşak güç) politikalara.özel bir ağırlık tanınması “ılımlı İslam” ve BOP projesinin amaçlarıyla da örtüşüyordu.

ABD’nin Ortadoğu’daki projesinde bir volan kayışı olarak aktif bir rol almak Türkiye’yi Ortadoğu’da nispeten önemli bir aktör haline getirdi.  Erdoğan kendi ifadesiyle BOP’nin eş başkanıydı artık. Arkasındaki ABD desteği ve dilindeki İslamcı söylem karizmatik kişiliğiyle birleşince Erdoğan kısa sürede Ortadoğu için önemli ve sayılan bir Müslüman siyasetçi haline geliverdi.Her şey görünürde çok iyi gidiyordu. Ta ki Arap Baharı’na kadar.

Arap Baharı ya da Siyasal İslam’ın  Sonbaharı…

Arap ülkelerinde adeta domino etkisi yaratan ve  Batı’da “Arap Baharı” olarak nitelenen halk ayaklanmaları, Türkiye  açısından bir alt emperyalistleşme hamlesine dönüştürülmek istendi.

Mısır, Tunus, Libya gibi ülkelerdeki eski rejimlerin çökmesi ve bu ülkeler de yeni iktidarların işbaşına gelmesi, AKP’nin bu gelişmeler ışığında Ortadoğu politikasını yeniden revize etmesine neden oldu. Özellikle Müslüman Kardeşler örgütünün bu ayaklanmalarda oynadığı etkin rol, bu örgütün bazı ülkelerde iktidarı ele geçirmesi, Türkiye’nin bölge liderliği amacına ulaşması için, yeni ve önemli  bir şans olarak değerlendirildi.

Aynı dönemde Suriye’de de; başta Müslüman kardeşler örgütü olmak üzere bir dizi İslami örgütün özel bir rol oynadığı kalkışma desteklendi. Radikal İslamcı örgütlerle örtülü/açık /ittifaklar gerçekleştirildi.

AKP’nin uluslararası müttefikleri bu politika değişikliğinin, ABD çıkarları doğrultusunda bölgenin yeniden dizayn edilmesi çabasının ötesine taşan, AKP’nin neo-Osmanlıcı ve mezhep temelli birbölgesel  hegemonya tesis etme çabası olduğunu fark etmek de gecikmedi.

Fakat AKP’nin bu hamlesi tutmadı.. Suriye’de Esad rejimi bir türlü yıkılamadı. Mısır’da AKP müttefiki Mursi bir darbeyle devrildi. Müslüman Kardeşler diğer bölgelerde de kısa sürede büyük irtifa kaybetti .Her şey adeta yıldırım hızıyla tersine döndü. ABD yalnızca AKP’yi bu atraksiyonları nedeniyle “güvenilmez” ilan etmedi. Ilımlı İslam Projesi de bu süreçte itibar yitirdi. Erdoğan ve AKP,  bu nedenle de eski önemini ciddi biçimde yitirdi.

AKP hem ABD ve AB ekseninde;  hem de Ortadoğu ülkeleri nezdinde hızla güvenilir müttefiklikten “değerli yalnızlığa” doğru irtifa yitimi yaşadı.  “Komşularla sıfır sorundan” “sorun yaşanmayan komşunun sıfırlanması”na doğru trajik bir dönüşümdü bu.

Bu hazin son ekonomik anlamda kendine çevre yaratabilecek ve bunu askeri bir güçle de pekiştirebilecek bir merkez olmadan, sınırlı askeri gücüne ve daha çok da uluslararası siyaset açısından ciddi bir reel karşılığı olmayan İslami/Sünni kültürel  ortaklığa ve Osmanlılılık ortak geçmişine dayalı bir alt emperyalistleşme hevesinin duvara toslaması anlamına geliyordu.

Alt emperyalistleşme hevesinin altında kalan bir lider ve çaresiz çırpınışlar…

AKP içinde de -muhtemelen Davutoğlu’da dahil- pek çok politika yapıcı Arap Baharı sürecinde izlenen politikanın Türkiye’nin dış ilişkilerinde yarattığı geri döndürülemez tahribatı görüp frene basmak istediler.

Ama Erdoğan için artık frene basmak olanaksızdı. Zira frene bastığı an, politik ömrünün bittiği an da olacaktı. AKP değil ama Erdoğan, dünkü yol arkadaşı ülkelerce artık güvenilmez kabul edilmekteydi ve siyaseten üstü çizilmişti.

Bu tarihten sonra  Türkiye dış politikasını, her geçen gün daha da artan ölçüde Erdoğan’ın siyasi ikbal kaygısı belirlemeye başladı. Türkiye dış politikasını olağan dönem rasyonalitesi içinde tanımlamak imkansızlaştı.

Artık Erdoğan’ın Türkiye ile ilişkisi “ya benimsin ya kara toprağın” türü bir ilişkiye; dış politikası da “ellere yar olmasın” diye ölüm döşeğindeki kocası tarafından boğazına sarılınmış bir kadının dramatik haline dönüştü.

Son bir kaç yıldır topluca bu ölümcül sorunun gerilimini yaşamaktayız…

Eskiden büyüklerimiz sık sık abartıyla ”memleket elden gidiyor” derlerdi.

Ama şimdi memleket bir uçurumun kıyısında ve  gerçekten tam manasıyla elden gitmek üzere.

Farkında mısınız?

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER