Perşembe, Nisan 18, 2024

Madrid Zirvesi’nin ardından: NATO ‘Yeni Soğuk Savaşa’ hazır

Doç. Dr. Zeynep Dağı, Madrid’deki NATO zirvesi kapsamında alınan kararları PolitikYol’a değerlendirdi.

NATO Madrid Zirve’sinin küresel güvenlik açısından büyük önem taşıdığı söyleniyor. Neden?

30’u üye olmak üzere 44 ülkenin devlet veya hükümet başkanları katıldığı tarihindeki en yüksek katılımlı NATO zirvesiydi. Madrid ile yeni dönemin güvenlik haritası çizildi, yeni ‘stratejik konsept’ ilan edildi. Ayrıca, Avrupa’nın tarafsız iki ülkesinin üyelik süreci başlatıldı. Kısaca Atlantik bölgesinde birçok şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir döneme giriyor dünya. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi NATO’yu diriltti. Alman gazetesi Volksstimme’de yer alan bir yorum bu sürecin de kısa bir özeti aslında: ‘Putin kendi çıkardığı Ukrayna savaşında henüz Donbass’ta değil ama Madrid’de şimdiden hezimete uğradı. Avrupa barışını, demokrasisini, toprak bütünlüğünü koruma adına ‘meşru müdafası’ için güçlü bir adım attı’.

Trump döneminde neredeyse varlığı sorgulamaya açılan, Macron’un ‘beyin ölümü’ gerçekleşti diye nitelediği bir örgütün hızla Soğuk Savaş dönemindeki gibi entegre bir yapıya kavuşması çok önemli. Madrid Zirvesi Trans-Atlantik ilişkilerde güven tazelemekle kalmadı, geleceğe ilişkin güçlü bir ortak dayanışmanın alt yapısını da hazırladı. Zirve sonucu açıklanan ‘stratejik konsept’ yeni dönemin küresel güvenlik yol haritasını ve güvenlik şifrelerini de açıklıyor.

Yeni stratejik konsept neleri kapsıyor?

Madrid Zirvesi’nde alınan kararlar çok kapsamlı ve radikal bir dönüşümü işaret ediyor. 2010 yılında Rusya’yı stratejik partner olarak gören bir NATO vardı. Yeni belgede Rusya ‘en ciddi ve doğrudan tehdit’ olarak niteleniyor.

Ayrıca, belgede Çin ile ilgili başlık da dikkat çekici. Daha önce NATO stratejik konseptlerinde yer almayan Çin’in, ilk kez ‘Batı ve Batılı değerler’ açısından tehlike arz ettiği ifadesi NATO’nun Asya Pasifik’te de var olma arayışının bir parçası.

Tabii en önemli somut adım ise, ‘tarafsız’ ülke konumunda olan Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerine yeşil ışık yakılmasıdır.

Son alınan kararlar, sadece Trans-Atlantik ilişkileri etkilemekle kalmadı, küresel ölçekte güvenlik politikaların yeniden şekillenmesinin de önünü açtı.

NATO Zirvesi’nde bu radikal kararların alınmasının arkasındaki ana neden?

NATO’nun yeniden canlanmasına ve genişlemesine zemin hazırlayan en önemli etmen elbette Rusya’nın uluslararası hukuku hiçe sayarak egemen bir devlet olan Ukrayna’yı işgal etmesidir. Rusya’nın cephe savaşından ziyade, sivilleri de hedef alması Avrupa kamuoyunda teyakkuza yol açtı. Daha bu hafta G-7 ve NATO zirvelerine misilleme olarak Rusya’nın Kiev’de içinde yüzlerce sivilin olduğu bir AVM’yi bombalaması herkese verilen bir gözdağı. Zelenski’nin savaşın başından beri, Ukrayna’nın bir başlangıç olduğunu, Kiev sonrası savaşın tüm Avrupa’ya sıçrayacağı uyarıları da boşuna değil.

NATO’nun radikal tutumunda, işgalin yanı sıra Rusya’nın eski Sovyet Cumhuriyetlerini ve Avrupa ülkelerini nükleer silahlarla tehdit etmesi de önemli bir başka boyut. Yani, Soğuk Savaş döneminde bile olmayan yeni bir durumla karşı karşıya küresel toplum. Nükleer savaş tehdidinin Rusya tarafından bu kadar kolay dile getirilmesi uluslararası alanda güvenlik risklerinin ve belirsizliğin artmasına neden oldu. Küresel ısınma, iklim değişiklikleri, pandemi, gıda arzı gibi pek çok krize ek olarak şimdi de nükleer bir tehlike ile karşı karşıya kalmak uluslararası alanda şok etkisi yarattı.

Son zamanlarda ikinci bir Soğuk Savaşla mı karşı karşıyayız gibi argümanlar duyulmakta. Nedir bu yeni durum?

Yeni Soğuk Savaş diye nitelenen bu süreç aslında Ukrayna savaşı ile değil, 2008’de Rusya’nın Gürcistan’da Abhazya ve Güney Osetya’yı tanıması ile başladı. Ardından Donbas bölgesinde Rus hakimiyeti ve 2014’te Kırım’ın ilhakı ile bu mütecaviz durum genişledi ve olağanlaştı.

O dönem Rusya’nın uluslararası hukuku ihlal eden, egemen ülkelerin toprak bütünlüğünü hiçe sayan genişlemesine karşı Batı güçlü bir direnç gösteremedi. Küçük ölçekli yaptırımlar da Rusya özelinde caydırıcı bir işlev görmedi. Batılı ülkeler 1997’de G-7’ye aldığı Rusya’yı Kırım ilhakı sonucu G-8’den çıkarsa da bunların Rusya üzerinde etkisi sınırlı kaldı.

Hatta Rusya’nın enerji sektöründe son dönemde elde ettiği küresel gücü onu daha da kural tanımaz yaptı. Enerji arzı ve güvenliği alanındaki gücünü de diplomatik baskı aracına çevirmekte beis görmedi. Sonuçta Rusya’nın yayılmacı politikaları küresel ölçekte Batı ile Rusya arasında yeniden gergin bir döneme kapı araladı.

İkinci Soğuk Savaş olarak nitelenen bu yeni dönemin geleneksel Soğuk Savaştan farkı var mı?

Aslında bu yeni süreci II. Soğuk Savaş olarak nitelemek bile eksik kalır. Çünkü Soğuk Savaş döneminde lokal ölçekli sıcak çatışmalar olsa da global bir nükleer savaştan kaçındı Batı ve Doğu Bloku ülkeleri. Hatta, nükleer silahlanma yarışı olmasına rağmen, ülkeler birbirlerini nükleer savaşa başvurmakla tehdit etmediler. Hatırlarsanız Küba Krizi ile dünya nükleer savaşın eşiğine geldi. Bu tehlikeli tırmanış sonrası ABD ve Sovyetler hızla müzakere yapıp uzlaşı yoluna gittiler. Hatta Washington ve Moskova, iki düşman başkent arasında olası bir nükleer savaşı ve krizi önleyebilme adına iletişim kanalları açık olsun diye telefon hattı kurdular 1963’te.

Soğuk Savaş nükleer bir caydırıcı denge üzerine inşa edildi. Yani nükleer silahlara sahip olma savaş değil paradoksal olarak barışı sağlayan bir mekanizmaya dönüştü. O dönem söylemsel düzeyde bile nükleer savaştan uzak durulmasına rağmen, şimdi neredeyse her gün tekrarlanan bir nükleer savaş tehdidi ile karşı karşıya uluslararası toplum. Bu tehdit göz ardı edilecek bir durum değil. Burada temel sorun, sistemin caydırıcı fonksiyonlarını kaybetmesi. Bu bir tür denge-fren sistemi gibi. Daha amiyane ifade edersek sistemin çivisi çıktı.

Sistemde denge ve fren mekanizmasının bozulması nasıl bir durum yaratıyor?

Sitemde denge-fren mekanizması yok olunca en başta uluslararası hukuk zarar görüyor. Hukuk zemini kaybolunca da ‘orman kanunları’ geçerli olmaya başlıyor. Tıpkı Rusya’nın bir yanda eski Sovyet alanını ‘yakın çevre’ politikası ile esareti altına alması, bir yandan da başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm dünyaya nükleer meydan okuması gibi.

Örneğin Rus Parlamentosu Savunma Komitesi üyesi General Andrey Gurulyov, ABD veya İngiltere fark etmez NATO üyesi olmanın savaşmak için yeterli bir neden olacağını, ilk hava harekâtında, savaşın uzaydan kontrol edilerek düşmanın uzaydaki uydularının yok edileceğini, muhtemel her türlü topyekûn savaşa hazır olduklarını ifade etti. Putin de bu yılın sonunda Şeytan II adını verdikleri Sarmat kıtalararası balistik füzenin hazır olacağını duyurdu. Kremlin sözcüleri dünyanın en uzun menzilli nükleer füzesi ile 13 dakika içinde Londra’yı vurabileceklerini söylediler. Hatta bu iddialarını güçlendirmek için de savaş devam ederken nükleer füzelerle tatbikat yaparak, eski Sovyet alanına ve Batı’ya açıkça gözdağı verdiler.

Unutmayalım konvansiyonel silahlarla yapılan II. Dünya Savaşı’nda bile milyonlarca kayıp ve büyük bir yıkım yaşadı insanlık. Şimdi bir nükleer savaş sadece Rusya ve Ukrayna’yı ya da Rusya ile Avrupa ülkelerini değil tüm insanlığı ve dünyayı yok olma eşiğine getirir. O nedenle de herkesin çok dikkatli olması uluslararası barışı ve güvenliği öncelemesi gerekiyor.

Krizi derinleştiren başka unsurlar var mı?

Nükleer silahlara başvururuz tehditlerinin yanı sıra, Putin’in ısrarla ve değişik vesilelerle ‘Rusya’nın sınırsızlığına’ dair vurguları krizi derinleştiren bir başka unsur. Rusya’nın sınırsızlığı iddiası ve nerede duracağının bilinmemesi sadece Avrupa’yı değil, küresel güvenliği bir bütün olarak tehdit ediyor.

Ukrayna’yı kolay lokma olarak gören ve orada hızlı bir zafer arzusu hayal eden Putin’in planlarının suya düşmesi, onu daha da radikalize ediyor. Üstelik Rusya’nın savaşı zamana yayarak barıştan uzak durması, tahıl, gübre gibi dünya gıda arzı için önemli ürünleri bir savaş aracına çevirmesi belirsizlikleri de derinleştiriyor elbette.

Bu tür otoriteryen rejimler için hukuk, diplomasi, iş birliği, müzakere gibi kavramların içi boştur. Askeri ve ekonomik olarak güçlü olmak yeterlidir her istediklerini dikte ettirmek için. Putin Ukrayna halkının seçilmiş liderine açıktan darbe çağrısı yapabilmektedir mesela. Bir Batı ülkesi böyle bir şeyi söylemsel olarak bile dile getirse bu günahtan kurtulamaz. Rusya yaptığında darbe çağrılarının bile meşrulaşabilmesi de ilginç aslında.

NATO’nun yeni yol haritası ile yeni bir caydırıcılık mı inşa ediliyor uluslararası sistemde?

Evet, yapılan tam da bu. Hatta bunu ‘inandırıcı caydırıcılık’ olarak niteliyorlar. Caydırıcılık kavramı çoğu insan için bir şey ifade etmeyebilir. İç siyasette kuvvetler ayrılığı ‘denge-fren’ işlevi üstlenir. Uluslararası alanda da kaotik/çatışmacı durumu en aza indirmenin yolu, devletler arasında uluslararası hukukun, diplomasinin, iş birliğinin güçlendirilmesiyle bir tür denge-fren mekanizmasının tesis edilmesidir. Bir tür ‘denge-fren’ işlevi gören caydırıcılık da sistemde barışı kurabilmenin bir aracıdır. Diğer türlü caydırıcılığını kaybeden sistem güçlünün hâkim olduğu, ‘orman kanunları’nın geçerli olduğu bir ortamın doğmasına zemin hazırlar. Uluslararası hukukun, diplomasinin işlevsiz kalması, bir süre sonra sonu öngörülemeyecek savaşları da tetikleyeceğini hatırlamakta fayda var. Aynen Mussolini, Hitler ve Franco üçlüsünün önce Avrupa sonra dünyayı ateşe atması gibi.

NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, ‘daha tehlikeli ve daha az öngörülebilir günümüz dünyası için’ caydırıcılığın üyeler arasında siyasi, askeri ve diplomatik iş birliği ile ancak tesis edilebileceğini vurguluyor. NATO, uluslararası alanda BM’ce kabul edilen evrensel kuralların yani ülkelerin egemen haklarının ve toprak bütünlüğünün sağlanmasını, demokrasi ve insan haklarının korunmasını stratejik hedefler olarak görüyor.

Gerçekten de dünya Ukrayna savaşı ile demokratik değerlerin mi yoksa insan haklarını hiçe sayan Rusya ve Çin’in önderlik ettiği otoriteryenizmin mi hâkim olacağı bir yol ayrımına gelmiş durumda. Ya çoğulculuğu ve özgürlüğü önceleyen bir barış sağlanacak ya da otokrat rejimlerin dayattığı uluslararası hukuku hiçe sayan ‘orman kanunları’ sisteme hâkim olacak.

Biden yönetimi zirvede bir fark yarattı mı?

Batılı ülkeler nezdinde Madrid Zirvesini başarılı kılan en önemli unsur, insan haklarını, demokratik değerleri ve ortak aklı önemseyen anlayışın Trans-Atlantik ilişkilerde öne çıkması oldu. Bu bağlamda ABD’de yeni yönetimin bir fark yarattığını kabul etmek gerek. Trump yönetiminin ‘önce Amerika’ mottosu, hatırlanacağı gibi Trans-Atlantik ilişkileri yok sayan, her türlü iş birliğini reddeden bir dayatmaydı. Trump Kuzey Kore’yle bile yakınlaşma potansiyeli taşıyan, Putin’le iş birliğini Avrupa ülkelerine tercih eden, sadece uluslararası alanda değil, kaybettiği seçimi tekrar alabilmek için taraftarlarına Kongre’ye baskın düzenletecek kadar ‘orman kanunları’ndan yana bir zihniyeti temsil ediyordu. Bu zihniyetin artık ABD’yi yönetmiyor olması NATO’yu da rahatlattı.

Almanya’da yeni yönetim de artık daha aktif bir rol mü sergiliyor?

Almanya savaşın başında aktif bir tavır sergilemedi. Putin’in sivilleri hedef alması, bölgeyi nükleer silahlarla tehdit etmesi sonucu Almanya politikasını hızla değiştirdi. Madrid Zirvesi’nde de Almanya Trans-Atlantik ilişkilerin askeri ve finansal açıdan güçlendirilmesi adına önemli sorumluluklar üstlendi. Scholz’un, Almanya’nın yapacağı her katkının ve yaptırımın Alman ekonomisine büyük zararlar verdiğini, ama ‘özgürlüğün de bir bedeli’ olduğunu hatırlatması önemli. Scholz, G-7 Zirvesi’nde ‘müttefiklerle dayanışmanın ve demokrasinin bir bedeli var, biz bu bedeli ödemeye hazırız’ ifadeleri ile yakın gelecekte barışı inşa etmenin ağır bedeli olacağını ama özgürlük ve demokrasinin buna değeceğini ifadesi kritik bir öneme sahip.

Zirveye Rusya’nın tepkisi ne olur? Putin geri adım atar mı?

Zirve sonrası Putin’in nasıl bir politika izleyeceği muallak. Putin’i Ukrayna’da işgale iten en önemli motivasyonlardan biri, AB ve NATO içindeki anlaşmazlıklardı. Ama Madrid Zirvesiyle NATO üyesi ülkeler arasında iş birliğinin askeri, ekonomik ve siyasi boyutunun güçlendirilmesi Putin’in öngördüğü gelişmeler değildi.

Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üye olma konusundaki kararlılığı, Ukrayna işgalinin Avrupa’daki yansımalarını anlamak için önemlidir. Bu iki ülke ‘tarafsız’ ülkeler olarak çatışmadan ve Rusya ile restleşmeden uzak durdular hep. Örneğin Finlandiya’da yakın bir zamana kadar NATO üyeliğine destek kamuoyunda %15 idi. Savaşla birlikte ve Putin’in tehditleri sonucu bu desteğin şimdi % 85’e çıkması çok şey anlatıyor işin ciddiyetine ilişkin.

Sonuçta, pandemi bile bize iş birlikleri olmadan küresel ölçekte hiçbir sorunun tek başına çözülemeyeceğini gösterdi. Bu nedenle insanlığın en yakıcı temel sorunları küresel ısınma ve iklim değişikliği iken, Putin’in bölgeye savaşı dayatması, nükleer reaktörleri bile riske atarak hepimizin sağlığını, yaşamını tehdit etmesi yakın gelecek adına çok ciddi güvenlik riskleri barındırıyor.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI