Çarşamba, Nisan 24, 2024

Kritik krizler/krizlerin kritiği

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.

Türkiye’de eleştirel aydın/entelektüellerin daha çok toplumcu sorumluluk almaları, hesap verebilirlikleri, krizlerdeki rollerinin ve yıkımlardaki paylarının da sorgulanması gereği konusundaki görüşlerimi de çeşitli vesilelerle dile getirdim.

Bu hafta da yine hemen her köşedeki krizlerle geçti. Kişisel olanlardan aile, parti, ittifak, ulus içi veya uluslarası ilişkilere kadar irili ufaklı krizlerle geçti. Hele söz konusu aile İngiliz Kraliyet ailesi olunca, Kraliçe Elisabeth’in vefatıyla gelmiş geçmiş “aile-içi” krizleri bütün dünya yeniden hatırladı. Çekimi süren yapımların senaryoları yeniden yazılmak durumunda kaldı.

Tabii tarihin akışını değiştirmek, değil olaylar olup bittikten sonra, olurken bile yazılan senaryolar film senaryosu yazar gibi (etkili ?) olmuyor. Örneğin, bizde ise Altılı Masa’nın adayı meselesi, daha doğrusu “Kemal Kılıçdaroğlu dururken”, İYİP’nin Mansur Yavaş’ın adaylığını tercih edeceği” senaryoları ortalığı karıştırdı.

Bu durum o kadar da şaşırtıcı değil. Hatta zaman ilerledikçe yenilerine de hazırlıklı olmalı. Peki “hazırlık” olarak ne yapmalı?

Belki de, bu yazı ile birlikte, esas onunla biraz  daha ciddi ilgilenmek gerekiyor. Bu da krizlerin ve kritiklerin birbirlerini karşılıklı belirleyici ilişkileri üzerine de eleştirel düşünmek ve sorumlu davranmak demek.

Başlıktaki ilk “kritik” sözcüğünü “belirleyici önemi yüksek ve hata payı oldukça düşük, vb” anlamında kullandım. İkincisini ise “eleştiri” anlamında.

“Kriz” ve “kritik” ilişkilerinden önce dilerseniz ortak yönü üzerinde biraz duralım. Hatta ortak “üç harf,  “kri” üzerinde. Çünkü her iki sözcüğün bu ortak harfleri tesadüfi değil. Bu kavram terimlerin kökü Eski Yunanca’daki “krino”dan geliyor: Ayıklamak (= ayrıştırarak seçmek) ve muhakeme ederek karar vermek, kısacası bazı ölçütlerle ciddi bir değerlendirme yapmak anlamında.

Bunların hepsi de birer eylem. Ve bu süreçte karşılaşılacak olası engellerle de başa çıkmaya çalışmayı da kapsar. Hatta yukarıda “kişisel” derken kast ettiğim gibi, bu “diyalojik” süreç kişi-içi, yani “diyalojik kendilik” çatışmalarını da içerir. Kısacası, özdüşünümsellik metod ve becerisi gerektirir.

Açıkçası bu haftaki yazımın konusunu seçmek de o kadar zor olmadı. Nasıl olsun ki? Eşzamanlı olarak şu “baktıklarıma” da bir göz atalım hele:

Bir yanda, uluslararası popülist ve araçsal siyasetin ve halkların gündemine zaman zaman köpürtülerek oturtulan Türk-Yunan krizi ve ortak denizimiz Ege.

Bir yanda, güzelim memleketimizin artık tek tük kalmış “saklı Cennet” köşelerinden biri. Bir yanda küresel Cehennem ısınmasının selleri altında yok olmuş Pakistanlılar ve yok olan insanlık.

Bir yanda, İzmir’in kurtuluşunun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş serüveninin simgesel tarihlerinden olan 9 Eylül kutlamaları için Kordon’da akan kıpkırmızı sel.

Bir yanda, değil tatil yapmak, ekmek-peynir-zeytin alamayan yurttaşların da izlemeye koştuğu ücretsiz Tarkan konseri. Bir yanda, “sosyal medyada konserin tamamı neden yok, telif ücreti”, vs vs tartışmaları.

Bir yanda, zeytin ağaçlarının gölgesinde okuyup yanıtladığım tweet. Bir yanda, “ayıp olur” diye her konuyu kişiselleştirip yüzleş(tir)emeyenler. Bir yanda hemen her “keyfi tavrı” eleştiri diye “kritik” torbasına dolduranlar.

Bir yanda, “değerlendirmelerini” bir yudum tatili yapabilmek umuduyla yaptığım ve ne yazık ki onca “niceliksel” emeğe rağmen her sene giderek vasatlaşmış akademik ortamda, niteliği iyice düşmüş Doçentlik Eser İnceleme dosyaları. Bir yanda, tamamen çökmüş eğitim sistemi ve üniversite.

Bir yanda, zaten her yılki gibi akademik işlerden yeterince ötelemiş olduğum ve sonuna geldiğim yıllık iznim. Bir yanda yeni öğretim yılı için döneceğim ve üstüne çöküldükçe yıkılan üniversitem.

Ve istisnasız her yanda, ülkeyi sarıp sarmalamış popülizm ve onun sadece yanlışları başka yanlışlarla kapatmaya çalışmayı öğrenmiş “akılsız aklı”, “araçsal pragmatist” mantığı ve uygulamaları!

Günün sonunda yine, ne olacak bu Türkiye Cumhuriyeti’nin ve onun tarihselliğinin baş gösterge simgesi olagelmiş, onsuz olunamaz CHP’nin hali? Yani, ne olacak bu memleketin hali?

Bu toplumun bu devirdeki kolektif karakterinin “Sınır/da” (borderline) tip olduğunu, krizlerle beslenip, “aç kaldıkça” da “yapay krizler” çıkardığını geçen sene de yazmış idim. Sınır tanımazlık, nerede duracağını bilemezlik, dramatik iniş çıkışlar, ham duygusallık, yüzeysel tepkisellik, kişiselleştirme, kritiğe kapalılık (inkar) ve bölücülük (hizipçilik veya nifak), vb. baş özellikleri.

Popülist toplumlar bölünmüş popülasyonun kolektif karakterine uyan (kendilerine benzeyen, onlarla “özdeşleşen”!) liderlerin peşinden giderler. Ona da dikkat! Belki günün birinde, “insan Atatürk” (ve dönemin kolektif karakteri) hakkında bir çift söz de ben yazarım.

KRİZ VE KRİTİK

Geçen hafta Angelus Novus bağlamında tarihe bakış vesilesiyle andığım Benjamin’in bu konudaki ve özgül olarak şu görüşüne (mealen) de katılıyorum: “Bir toplumdaki entelektüeller krizleri kritik kararlara taşıyabilecek önemli aktörlerdir.

Zaten onun için ben de naçizane bilgi, eleştirel düşünce ve toplumcu görüşlerimi yıllardır (kendi kuram-pratik çözümlemelerime göre elbette) Türkiye’nin “kritik kriz ve dönüşüm dönemleri”nde ara ara ve son iki yıldır da aralıksız olarak kamusal alanda yazmaktayım.

Türkiye’de eleştirel aydın/entelektüellerin daha çok toplumcu sorumluluk almaları, hesap verebilirlikleri, krizlerdeki rollerinin ve yıkımlardaki paylarının da sorgulanması gereği konusundaki görüşlerimi de çeşitli vesilelerle dile getirdim. Elbette bu (Benjamin’in düşlediği gibi) entelektüel aktörlere ne doçentlik dosyalarında, ne TV stüdyolarında, ne sosyal medyada, ne de çevrimiçi yayın organlarında kolay rastlanıyor.

Neyse, biz yine Walter Benjamin’e dönelim. Aklımızdan hiç çıkmayan Türkiye’yi düşünerek tabii. Zaten Weimer dönemi Almanyası (1930 yılı sonu) ile başta ekonomik kriz olmak üzere pek çok paralellik kurulmuyor mu?! Benjamin de işte tam o dönemde ve yukarıdaki gerekçe ile “Kriz ve Kritik” adlı dergiyi kurma kararı almıştı. Ekonomik krizin toplumsal göstergeleri ile apaçık ortada olan tüm gerçek gereksinimlere yanıtlar üretmek üzere.

Bertolt Brecht ile birlikte. Çünkü Brecht de kendisi gibi, “kritiğin siyasetin farklı araçlarıyla kavranabileceğini, zaman ve mekan dışındaki soyut yasalarla kurgulanamayacağını ve entelektüel müdahalenin gerekli olduğunu”, vb. düşünüyordu. Derginin yararlı olacağı ve gerekliliği konusunda kolay anlaştılar.

“Kriz ve Kritik”’in yayın kurulunda Georg Lukacs ve Ernst Bloch da vardı. Derginin politikası, yazıların nasıl kritik edilip seçileceği, vb. konularında uzun uzun tartışmalı oturumlar yapıldı. Tam yayımlanmak üzereyken kurul-içi sürtüşmeler ve tabii küresel kapitalizm gerçekleri karşısında proje çöktü.

Politikyol hangi hayallerle kuruldu, bilemem. Hangi yazarlar veya yazılar nasıl seçilir onu da bilemem. Hele “arkasında hangi (gizil) güçler ve finansörler var?”,  küyerel popülizme ne kadar dayanır, nerelere savrulur, gibi soruların yanıtlarını ben hiç bilemem. Uzun soluklu ve ülkeye yararlı olmasını dilerim.

Sadece, kendimin (bir “köşe yazarı” şapkası ile!) kısıtlı sınırlarımın oldukça, günümüz Türkiye toplumunun genel bilişsel-duyuşsal-düşünsel durumunun hayli ve tarihsel-toplumsal-siyasi konjonktürün de olabildiğince farkındayım sanırım. Salt çevrimiçi yayıncıların “ağır (kaç gram?) ve uzun (kaç sözcük?) yazılar okunmuyor” gibi uyarıları bile başlı başına bir gösterge bence.

Bu ülke için söz(üm) kolay bitmez. Arzu ve koşullar izin verdiğince de yazmayı sürdürürüm.

Ancak “tıklanma” veya “okunma” istatistikleri (hele kendi “okuma” tanımım açısından!) oldukça anlamsız. Fakat zaten “ortak dil” geliştirmeye ve birlikte dönüşmeye arzulu, kısacası “diyalojik okuyucu” yoksa eğer, (“karadeliğe”?) yazmak da son derece anlamsız!

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

Aydan Gülerce
Aydan Gülerce
Aydan Gülerce, halen Boğaziçi Üniversitesi’nde psikoloji profesörü. Klinik ve Örgütsel Psikoloji eğitimini Hacettepe, Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Disiplinlerarası akademik çalışmaları ve çok çeşitli konulardaki yüzden fazla uluslararası yayınları, ağırlıklı olarak bütüncül meta-kuram, siyasi psikoloji, eleştirel psikanaliz ve öznel birey/toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki görüşlerini ise muhtelif dergilerde, YeniYüzyıl ve Radikal gazetelerinde yazdı.
spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI