Anadolu köylülüğü akraba ve Kürtlerde de kabile bazlı dayanışmacı bir köylülüktü. Aile kendine yetecek kadar üretimi şekillendiriyordu. Mülkiyetin hiçbir zaman bireyselleşememesi problemi ayırt ediciydi. Çocukluk ve gençlik yıllarım yazları tatilimiz dayımın yanında Bandırma’da geçerdi. Bölgede en çok beni etkileyen Kapıdağ’daki Kızlar manastırı, Perama-Karşıyaka ve Kocaburgaz gibi köyleri dolaşmak olurdu. Köylerdeki Rumlardan kalan bağ, bahçeler, kilise kalıntıları ve taş sokaklar etkileyiciydi. Yıllar geçtikçe bölge balıkçılıktan zenginleşmeye başladı. Kızlar manastırının taşları eksilmeye, bahçesi de hazine avcılarının köstebek yuvasına dönmeye başladı. Zenginleşen köylerin görünümleri Manav, Kavala bölgesinden gelen Türkmen ve Pomakların kültürünün niteliklerine göre şekillendi. Zenginleşen gırgır motor sahipleri adeta birbirleri ile rekabet edercesine Rumlardan kalan alanlara niteliksiz yüksek dar beton bloklar yerleştirdiler. Yeşil köyler artık çevre kirliliği ile beton köy görünümü aldı. Bu kadar güzel yarımadada artık hayrat çeşmelerinin etrafında bile bira kutularının oluşturduğu açık çöp deryaları ile karşılaşabiliyorsunuz. Önünüzdeki seyreden arabalardan da her an yola pet veya bira şişesi atılması da yüksek bir olasılık. İşin başka bir trajikomik yanı da yıllardır çevre kirliliği ve trolle yok edilen balıkçıların ekmek havuzu Bandırma körfezinden balık çıkmamasının gırgır sahipleri ve bölge ahalisi tarafından şikâyet edilmesi. Birkaç yıl önce eşimin dedelerinin Kavala kırsalındaki köyü Söğütçük-Lumnia’yı merak etmiş Selanik gezisi içine dahil edelim demiştik. Karşıyaka’nın yaşlıları; “oralar dağın başı ancak hayvan otlatılırdı böyle deniz kenarı değil ona göre gidin” demişlerdi. Gece Kavala’da kalıp bize rehber olarak eşlik eden Katerina hanımı da yanımıza alarak Söğütçük için dağa rampalara tırmanmaya başladık. Köy gözüktüğünde şaşırmıştım. Adeta mamur estetik binaları ve yeşiliyle bir İsviçre köyüne benziyordu. Vardığımızda yaşlılar vardı. Gençler çalışmak için çoğu yurt dışındaymış. Yaşlılar Kapadokya muhacirleriymiş. Türkçe konuştular çok yakınlık gösterdiler ikram ettiler hüzünlüydüler. Orada Taverna dedikleri güzel bir et lokantasında yemek yedik. Bizimkilerin artık mezar taşı kalmamış yeşiller içinde kabristanına gidip büyüklere Fatiha okuyup tekrar yola koyulduk. Uzun yıllardır Türk Sağı ve siyasetinin özünde dönüşemeyen Anadolu köylülüğü olduğunu söylemekte ve yazmaktayım. Sadece Türk Sağında mı? Tabii ki hayır. Cumhuriyet devrimleri bu köylülüğü dönüştürme gerekliliğinin farkındaydı. Ne yazık ki devrimler metodolojiden ziyade ideoloji odaklı olarak uygulandı. Mahalle de zaten ideolojiyi benimseyemedi geri tepti metodolojiden ise hiç kimse nasiplenemedi. Devrimlerin kazandırdığı görgü yönü en az metodoloji kadar değerliydi. Cumhuriyet yönetimi köylülüğü üretim toplumuna adapte edebilmek için halk evleri, kooperatifler, ziraat mektepleri ve köy enstitüleri gibi kurumları kurdu; bunların pek çoğu yaşatılmadı. Bu anlamda başka bir yazının konusu olmakla beraber görgü devriminde TSK’ya özel parantez açmak lazım. Askeri lise, Yüksek okullar ve eski mecburi askerlik hizmeti belki de devam zorunluluğu olmayan fakültelerden çok daha fonksiyonel olarak Anadolu evlatlarının görgü devriminden nasiplenmelerine ve kent hayatına kapı açmalarına da vesile olmuşlardır. Bu yazıyı yazmaktaki amacım, İngiltere’nin 15. Yüzyıldan bu yana başını çektiği Avrupa köy aristokrat dönüşümünün, dönüşemeyen yoksullaşan Anadolu köylülüğü ile mukayesesine ilişkindi. Bu mukayesenin ucu yetkileri sınırlandırılmış meslekleri olan kurallı demokratik toplumdan, irrasyonel mesleksiz gurup kimliği öncelikli popülist sandık demokrasisine kadar gitmekte. İngiliz köylülüğünün büyük kısmının kapitalist üretime, kalan azının da büyük toprak aristokrasisine dönüşmesinin ardında mülkiyet hukukuna ilişkin düzenlemelerin etkisi büyüktür. Bunda toprak mirasının sadece büyük oğulda olması ve çitleme uygulamalarının rolü mevcut. İş gücü ve girişimcilik açısından köylü nüfusun bu alana kayması sanayi devriminin alt yapısını da hazırladı. Köylülüğün ücretli tarım işçiliğine dönüşmesi ara aşamaydı. Köy alanları toprak sahipleri, kapitalist kiracılar ve ücretli emekçiler arasında bölünüyorlardı. Tarım da artık Anadolu’daki gibi geçim değil üretim tarımıydı. Sanki tarımsal devrim Protestan reformuna adeta denk geliyordu. Anglo-Sakson dünyada “cadı avcılığı” sorunu da aslında Prof. Alan Macfarlane’nin dediği gibi bu büyük köy dönüşümünün bir direnç enstrümanıydı.
Ülkemizde köylülük, kasabalılık veya mega-kent-kasabalar artık sadece bir üretimsizlik ilişkisini değil bir davranış kalıbı ve vizyonsuzluğu da ifade etmekte.
Bu gelişmelerin ardından adeta 19. Yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da Anadolu köylüsü benzeri köylü pek kalmamıştı. Anadolu köylülüğünde Osmanlı döneminde etkinleştirilen kalıcı bir mülkün olmaması sorunu geçmişte mevcuttu. Anadolu köylülüğü akraba ve Kürtlerde de kabile bazlı dayanışmacı bir köylülüktü. Aile kendine yetecek kadar üretimi şekillendiriyordu. Mülkiyetin hiçbir zaman bireyselleşememesi problemi ayırt ediciydi. Üretim ve mülkiyet hukuku açısından da Anadolu köylülüğü hiçbir zaman İngiliz tarım zenginliğine ulaşamayacaktı. İngiliz köylülüğünde dayanışmacı akrabalık bağlarının parçalanmasının girişimci bireyselleşmenin de önünü açtığı ifade edilmekte. Ülkemizde köylülük, kasabalılık veya mega-kent-kasabalar artık sadece bir üretimsizlik ilişkisini değil bir davranış kalıbı ve vizyonsuzluğu da ifade etmekte. Sadece merkezden kamu kaynaklarıyla dolaylı veya dolaysız belirlenen zenginlik gerçeği mesleksiz girişimci lümpenlere siyasete girme dışında bir tercih bırakmamakta. Bu durum ise ülkenin ihtiyacı olan reform ve ilkelerin savunuculuğunu yapan siyasi hareketlerin öne çıkmalarını zorlaştırmakta. Köylülüğü dönüştürme gereksinimi sınıfsal bir nitelik taşımamakta. Köylülüğün dönüşümü bir dünya vizyonunu içeren evrensel bir zihniyeti kazanmak anlamına gelmekte.