Perşembe, Mart 28, 2024

Oğuz Topak: Kiralık İşçilik; AKP’nin İşçi Sınıfını Disiplin Etme Yöntemi

6 Mayıs 2016 tarihi, AKP milletvekillerinin iki ellerini havaya kaldırarak kabul ettirdikleri yeni yasa ile birlikte Türkiye’ de işçi sınıfı için önemli bir tarihi dönemeçtir.

Kiralık işçilik yasası olarak da bilinen bu yasa ile özellikle mevsimlik tarım işçileri ve ev hizmetlerinde çalışan işçiler kiralık işçi büroları eliyle işverenlere kiralanacaklardır. Bu sektörlerin dışındaki sayısı yaklaşık 10 milyon işçiyi de doğrudan veya dolaylı olarak ilgilendirmektedir.

Yasa, özetle işçi sınıfının kıyısında bulunan emekçileri kiralık işçi büroları aracılığıyla emek pazarına güvencesiz bir şekilde dâhil edilmelerini düzenlemektedir. Ayrıca diğer sektörlerde de doğum, askerlik, hastalık gibi insani nedenler ile işyerlerinde sağlık ve güvenlik nedeniyle acil durumların ortaya çıkması hallerinde iş görme edimini yerine getiremeyen emekçilerin yerine sermayenin çalışma günü kayıplarını giderebilmesi amacıyla Özel İstihdam Bürolarından işçi kiralayabilmesinin yolunu açmaktadır. Bu Yasanın işçi sınıfına yönelik en önemli saldırısı ise bütün sektörlerde işletmenin asıl işi olmayan işlerde, aralıklı olarak yapılan işlerde ve üretim artışı hallerinde kiralık işçi çalıştırabilmesine yönelik düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler ile işgücü maliyetlerinin düşürülmesi hedeflenmiş, mutlak ve göreli emek sömürüsü daha da arttırılarak sermaye birikimi için yeni bir düzenleme yapılmıştır.

Bu yasanın toplumsal ve kurumsal anlamda oturduğu alanı üç eksende ele almak gerekir. Birincisi, sınıf mücadeleleri açısından ne anlam ifade ettiğidir. Söz konusu yasa, genel olarak sermayenin ücretin tabanda sabitlenmesine ve işgücü maliyetlerinin düşürülme arzusuna olumlu bir yanıt olarak tanımlanabilir. Bu yasa, İşçi sınıfının büyük bir çoğunluğunun, yaklaşık 7 milyon işçinin, asgari ücret aldığı ülkemizde, işçi sınıfının daha da büyük bir çoğunluğunun asgari ücrete mahkûm edileceğinin açık kanıtıdır. Dahası, proleterleşme süreci açısından kapitalizmin kendi dinamikleri dışında, dışarıdan bir müdahale yapılmıştır. Özellikle, mevsimlik tarım işçileri ile ev hizmetlerinde çalışan işçi sınıfının en yoksul kesimlerinin proleterleştirilmesine yönelik bu düzenleme, bir yandan bu kesimlerin ücretliler sınıfına geçmesine neden olurken diğer yandan bağımsız küçük üreticileri de yok ederek ücretlilik ilişkisini başat hale getirecektir. Aynı şekilde neo-liberalizmin kendisi dışındaki her şeyi ve her alanı kapsayıcı doğasının yansıması olan bu düzenleme, işçi sınıfının kompartımanları arasına yeni bir katman yaratmaktadır. Bu yeni katman yukarı ya da aşağı hareket edemeyen, çoğu zaman eğreti bir biçimde ücretlilik ilişkisi içerisinde yer alan bir katman olacaktır. Sınıf içindeki parçalanmayı daha da arttıracak bu kesimler, aynı zamanda yedek sanayi ordusunun işlevini üstlenecek bir etki yaratacaktır. Özelikle, üretimin ve birikimin döngüsel krizlerine karşı sübap niteliğinde bir etki yaratacak olan bu kesim, birikimin dinamik sektörlerinin emek gücü ihtiyacını karşılayabilecek bir rezerv olarak konumlanacaktır.

İkinci eksen ise emek süreci açısından etkileridir. Neo-liberalizmin genel eğilimi emek sürecinin parçalanarak emeğin üretimin bilgisine yönelik üretim içerisindeki gücünü kırma yönündedir. Bir yandan esneklik yoluyla üretim içerisinde emeğin değersizleştirilmesine yönelik adımlar atılırken diğer yandan emeğin üretim süreci içerisinde yeniden ve yeniden kurulan yeni disiplin etme yöntemleriyle bağımlılığı arttırılır. Kiralık işçilik, bu tür işçilerin disipline edilmesi açısından oldukça önemli bir katkı koymaktadır. Bir yandan yasal düzenlemeler aracılığıyla getirilmiş korumalardan yoksunlaştırılan bu kitle güvencesizleştirildiğinden daha kolay kontrol edilebilecek, üretimin ve karın maksimizasyonu için gerekli özveriyi göstermek zorunda bırakılacaktır. Diğer yandan da işyerindeki diğer işçiler açısından potansiyel rakip haline geleceklerdir. Özellikle, Buroway’ın tanımladığı üretim içi politikada, fabrikalarda bu yeni işçi grubu, işverenlerin mihenk taşları haline gelecektir. Olası örgütlenmelere, direnişlere, kesintilere karşı kullanabilecekleri bir grup olarak tanımlanacaklardır. Aynı zamanda bu kiralık işçiler de fabrika içerisinde kalıcı olabilmek amacıyla kendi çıkarlarını gütmeye yönelik eğilimlerini sergileyeceklerdir. Bu da üretim süreci içerisinde mutlak ve göreli artı değer sömürüsünün artışına yol açabilecektir.

Üçüncü eksen ise politik alana ilişkindir.  Bu alana yönelik etkinin iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi, sendikal hareketin gücünün kırılmasına yönelik etkisidir. Özellikle, Türkiye’de işletme ve işyeri düzeyindeki yüksek oranlı yetki barajlarının bulunması nedeniyle, işverenler bu kiralık işçileri kolaylıkla bir örgütlenme kırıcısı olarak kullanabileceklerdir. Şöyle ki, Türkiye’de kamu kesimi dışında toplu sözleşme imzalanan işyerlerinde kapsam dışı personel olarak tanımlanan işçi sayısı, o işletmedeki işçi sayısının yaklaşık % 20’sini oluşturmaktadır. Doğal olarak, bu işyerinde % 25 oranında kiralık işçi çalıştırma , % 10 oranında yabancı işçi çalıştırma hakkı ile % 10 oranında Türkiye İş Kurumu bünyesindeki işbaşı eğitimleri için alınan işçilerle birleşince herhangi bir sendikanın toplu sözleşme yetkisi alabilmesinin yegâne yolu işveren ile çatışmamasına bağlıdır. Özellikle neo-liberalizmin dayandığı mikro korporatizmin, egemenliğine yol açacak bir etki yaratmaktadır. Bu düzenlemenin Türkiye’deki deyişle sosyal diyalog sendikacılığının önündeki engelleri kaldıracağı gibi, çatışmacı militan sendikacılığında yok edilmesi açısından oldukça geniş imkanlar sunduğu aşikardır.

İkinci etki ise neo-liberalizmin devletin kurumsal yapısındaki yarattığı dönüşüm sürecine etkileridir. Özellikle, mevsimlik tarım işlerinin veya ev işlerinin metalaştırılması ve piyasalaştırılmasının yanı sıra aynı zamanda kiralık işçilerin sosyal güvencelerinin de kendine özgü olarak şekillendirileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Emeğin kendini yeniden üretebileceği sosyal ücretin unsurları olan kurumların dönüşümü de kaçınılmaz olarak karşımıza çıkacaktır. Şöyle ki, hastalık veya genel sağlık sigortasının bu işçilerin çalışmadıkları dönemde koruyucu mekanizmaları bulunmadığından ve gelir testi gibi uygulamalar nedeniyle yıl içerisindeki gelirleri de yoksulluk sınırının altında veya kıyısında belirleneceğinden bu işçiler için sağlık hakkı bir anlamda pazarın kendi dinamiklerine bırakılmış durumdadır. Emeklilik sigortasından fiilen yararlanamayacak olmaları da kamusal sosyal güvenlik kurumlarına yönelik olumsuz bir baskı yaratacaktır. Özellikle, bireysel emeklilik sisteminin zorunlu hale getirilmesi, özel sağlık sigortaları gibi mekanizmaların devreye sokulmasında bir baskı grubu olarak kullanılacaklardır.

Görüldüğü üzere işçi sınıfı açısından birçok olumsuz etkiye sahip bu düzenleme, ne yazık ki hayata geçmiştir. Ancak burada yukarıdaki satırları okuyan bir kişinin ilk aklına gelen soruya da cevap vermek gerekir. “Peki, bu sendikalar neden buna karşı çıkmadı?” sorusu da gerçekten anlamlı bir sorudur. Bu sorunun cevabı ise oldukça kapsamlı ve tarihsel bir analizi gerektirmesine rağmen kısaca bazı saptamalarda bulunmak gerekir. Birinci saptama, ne yazık ki Türkiye’de işçi sınıfının oldukça küçük bir kesimi sendikalıdır. Oldukça parçalı bir yapıya sahiptirler.  Sendikalar, temsil yetilerini ve güçlerini kaybetmişlerdir. Sendikalar, bir yandan neo-liberal süreç nedeniyle diğer yandan AKP’nin parti-devleti politikalarının bir sonucunda yapısal olarak sosyal tabanlarını kaybetmişler, üye tabanları daralmış, güven bunalımı yaşanan kurumlara dönüştürülmüşlerdir. Siyasal iktidarın ve sermayenin tanıdığı kadar yaşam hakkını kabullenmişlerdir. İşte tam da bu nedenle, sınıf mücadelesi açısından cepheden karşı çıkılması gereken ve genel grev nedeni olan bu düzenlemeye yönelik herhangi bir adım atamamışlardır.

Yasanın ilk gündeme geldiği 2014 tarihinden bu yasanın TBMM’de kabul edildiği tarihe kadar, sadece siyasi iktidarla görüşmeler yoluyla lobicilik faaliyeti yapmaya çalışmışlardır. Oysa tam da istenen bu olduğu için bu oyunun içine çekilerek asıl tartışılması gereken mücadele biçiminden sendika yönetimlerinin bürokratik dar çıkarcı yaklaşımları nedeniyle uzaklaştırılmışlardır. Burada, DİSK’i kısmen de olsa bu süreçten ayırmak gerekmektedir. Zaten bu sürecin dışlanan aktörü olan DİSK’in hedeflenen mikro korporatizmde bu haliyle kabul edilmeyeceği de “Aşırı Sendikacı” kimliğine sokularak, sendikalarla yapılan toplantılara çağrılmayarak gösterilmiş ve “kırk katır mı, kırk satır mı?” denmiştir. Diğerleri ise parti-devletinin uyumlu ayakları olma yolunda gerekli adımları atarak, mikro korporatizmi benimseyerek, yaşamlarını sürdürmeye çabalayan kurumlara dönüşen sendikalar, bu yasa hususunda da aynı tarihsel yanlışlarını sürdürmeye devam etmişlerdir. Sendikalarla siyasi iktidar arasında yapılan görüşmelerde ise kiralık işçilikte bazı kısmi iyileştirmeler yapılarak, bunların işçi sınıfını, üyelerini satışları maskelenmiş, bu süreçte yaptıkları hatalar gizlenmeye çalışılmıştır.

Bu noktada ikinci bir sorunun da sorulması kaçınılmazdır. “AKP, neden böyle bir yasayı, neden böyle bir tarihi dönemeçte çıkarma ihtiyacı görmüştür?” AKP, açısından kartların yeniden karıştırıldığı böyle bir dönemde bu tür bir yasanın çıkarılması ilk aşamada yanlış bir hamle olarak görülebilir. Özellikle bağımlı sınıfların “2023, Büyük Türkiye” adı altında tanımlanan iki uluslu hegemonik projeye olan bağlılıklarının yoksullaşma nedeniyle 7 Haziran’da yapılan seçimlerde sarsılmış olmasına rağmen yeniden böyle bir yasayla bu sarsıntıyı derinleştirmek doğru bir hamle olarak görülmeyebilir. Ancak bu yaklaşım kısmen buz dağının görünen kısmına odaklanmak anlamına gelir. Özellikle 7 Haziran sonrasında asgari ücretin arttırılması bir anlamda işçi sınıfının hegemonik projeye yönelik bağımlılığını yeniden tesis etme yolunda önemli bir hamle olarak karşımıza çıkarken, diğer yandan bu ücret artışının yarattığı karlarda erimede bir o kadar oluşturulan iktidar bloğunun çatırdamasına neden olmuştur. Uluslararası iş bölümündeki ve Ortadoğu’da yaşanan savaşın Türkiye’deki yansımalarından birisi de AKP’nin iktidar bloğunun dayandığı ulusötesi ve uluslararası sermayenin Türkiye’den enerji alanında etkisini yitirmesi nedeniyle cazibesini yitirmesi ile sermaye güvenliğinin ortadan kalkması ve çekilmesi olmuştur. Tıpkı 1930’lar Almanya’sındaki gibi küçük ve orta ölçekli sermayeye ve küçük burjuvazinin en geri kesimlerine dayanan AKP açısından bu durum asgari ücretin yükselmesiyle birlikte bir çözülme yaratmaya başlamıştır. Çeşitli sermaye grupları açısından karlılık oranlarındaki bu düşüşün etkisi, birikim sürecini doğrudan etkileyecektir. Dolayısıyla iktidar bloğu içerisinde çatırdamalara yol açacağından İktidar bloğunun ana etken sermaye grubunun da inşaat sektörü ve buna bağlı finansal sermaye ile küçük ölçekli sermayedarlar olması nedeniyle yumuşatma ihtiyacı AKP açısından bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. AKP, ücret kısıtı nedeniyle işgücü maliyetlerini düşürmenin farklı yollarını aramaya yönelmiş ve küçük sermayedarların da bu alandaki taleplerini karşılama açısından kiralık işçiliği böyle bir konjonktürde çıkarma ihtiyacı duymuştur. Yasanın gündeme getirilmesi, komisyon görüşmeleri aşamasında ve sonrasında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından desteklenmesi de bunun açık bir kanıtıdır. Özellikle, “Başkanlık Sistemi” adı altında tanımlanan yönetim biçiminin hayata geçirilmesinin öncesinde bu sınıfların desteğinin ve rızasının yeniden tesis edilmesi kaçınılmaz bir öncelik haline gelmiştir.    

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER