Sadece para politikası kararlarının yetmeyeceği, bankacılık kesimine uygulanan düzenlemelerin de önemli problemler yarattığı bir ekonomide, yapılan onca yanlıştan sonra “Çok az, çok geç” şeklinde aksiyonlar alınması güven kaybını maalesef daha da artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Sıfır rakamı, matematiksel bir kavram olarak Hindistan'da M.Ö. 5. yüzyılda bulundu. Hindistan'ın Brahmagupta olarak bilinen bir matematikçisi, sıfırı bir sayı olarak tanımlayan ve matematiksel işlemlerde kullanılan bir sembol olarak ilk defa tanımlayarak kullanan kişi olarak tarih sayfalarında yerini aldı. Bu keşif, matematiksel ifadeleri ve hesaplamaları kolaylaştıran önemli bir buluştu. Daha öncesinde, sıfır kavramı yoktu veya farklı şekillerde temsil ediliyordu. Hindistan'da sıfırın matematiksel kullanımı ve sembolizasyonun geliştirilerek günümüzdeki anlamıyla kullanılması bilim adına büyük bir devrimdir. Sıfır, matematiksel sistemlerin temel bir parçası hâline gelmiş ve modern matematik, bilim ve teknolojinin ilerlemesinde önemli bir rol oynamıştır. Sıfır rakamının olasılık teorisine katkıları ise saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Avrupalıların sıfır rakamıyla tanışmaları ise sıfır rakamının bulunuşundan neredeyse 200 yüzyıl sonra Orta Çağ döneminde gerçekleşti. Arabistan'da İslam İmparatorluğu döneminde Arap matematikçiler, Hint-Arap sayı sistemi olarak bilinen sistemi geliştirdi ve sıfırı da içeren bu sistemi kullandılar. Bu sayı sistemi ve sıfır kavramı, 8. ve 9. yüzyıllarda Endülüs Emevi İmparatorluğu'nun İspanya'da kurduğu bilimsel ve kültürel merkezler aracılığıyla Avrupa'ya yayıldı. 12. yüzyılda İtalyan matematikçi Fibonacci, Endülüs Emevi İmparatorluğu'ndan getirdiği Hint-Arap sayı sistemi ve sıfır kavramını Avrupa'da tanıttı. Fibonacci'nin "Liber Abaci" adlı kitabı, bu sayı sistemi ve sıfırın yayılmasında önemli bir rol oynadı. Böylece, Avrupalılar sıfır rakamı ve Hint-Arap sayı sistemiyle tanışarak, matematiksel hesaplamalarda daha etkili bir şekilde kullanmaya başladılar. Bu da modern matematik, bilim ve teknoloji alanlarının gelişmesine katkıda bulundu. Sıfır rakamı olasılık teoreminin bulunması ve geliştirilmesi açısından çığır açan bir nitelikteydi.  Olasılık teoremi, matematiksel bir kavram olarak 17. yüzyılda geliştirildi. İlk olarak, Fransız matematikçi ve filozof Blaise Pascal ve Pierre de Fermat tarafından birbiriyle yaptığı yazışmalarında ele alındı. Pascal ve Fermat, olasılığın temel kurallarını geliştirmek ve kumar oyunlarında bahisleri hesaplamak için olasılık teorisini kullanmaya başladılar. Özellikle, Pascal, "Traité du Triangle Arithmétique" adlı eserinde olasılık teorisine matematiksel bir temel oluşturacak olan kombinatorik ve olasılık hesaplamaları üzerine çalıştı. Daha sonra, 18. yüzyılda İsviçreli matematikçi Leonhard Euler, olasılık teorisine önemli katkılarda bulundu ve olasılığın matematiksel analizini geliştirdi. Ancak, olasılık teoreminin modern formu ve temelleri, 19. yüzyılda matematikçi ve istatistikçi olan Fransız Henri Poincaré ve Rus matematikçi Andrey Kolmogorov tarafından ortaya konuldu. Poincaré, olasılığın temel prensiplerini ve istatistiksel dağılımları araştırdı ve Kolmogorov, olasılık teorisini matematiksel bir aksiyom sistemi olarak tanımlayarak, olasılık teorisi alanını derinlemesine inceledi. Bu gelişmelerle birlikte, olasılık teoremi matematiksel temelleriyle birlikte daha yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı. İstatistik, finans, mühendislik, fizik, biyoloji ve diğer bilim ve endüstri alanlarında olasılık teorisinin kullanımı hızla yayıldı ve günümüzde de geniş bir uygulama alanına sahip oldu. Yazının başlığı ile bu kadar verilen bilginin ne anlamı olduğunu sorduğunuzu duyar gibiyim. Çok anlamı var… Özellikle olasılık teorisinin risk yönetimi normlarında kullanımına geçişi ile birlikte finans teorisi bambaşka bir boyuta sürüklendi. İnsan faktörünü yoğun olarak içinde barındırmasına ve davranışsal ekonomi ve finansın da işin içinde büyük bir parçası olmasına rağmen, olasılık ve buna bağlı risk yönetimi büyük bir devrim yarattı. 2008 yılında ABD’de yaşanan ve herkesin çok iyi bildiği “Mortgage Krizi” bile risk yönetiminde finans endüstrisinin alacağı çok yol olduğunu göstermesi bakımından kritik bir kilometre taşıydı.
Bir kurumun etkin ve sorunlarla karşılaşmadan işleyebilmesinin en önemli unsurlarından biri kurala dayalı yönetimdir. Bu kurallar içerisinde ise önemli fonksiyonlardan birisi risk yönetimidir.
Bu konuda daha detaylı bilgi için, finans piyasalarında risk yönetimi perspektifimi değiştiren ve bakış açıma çok boyutluluk katan bir kitap önerisini de sizlerle paylaşmak isterim. Peter L. Bernstein'ın "Tanrılara Karşı: Finansal Riskin Öyküsü" (Against the Gods: The Remarkable Story of Risk) isimli kitabı, finansal riskin tarihini anlatan bir eserdir. Kitap, insanlık tarihi boyunca riskin nasıl anlaşıldığını, değerlendirildiğini ve yönetildiğini ele alır. Bernstein, okuyuculara risk kavramının evrimini anlatarak antik çağlardan günümüze kadar olan süreçte riskin insan davranışları, matematik, istatistik ve ekonomi üzerindeki etkisini inceler. Kitap, finansal dünyadaki büyük olayları ve riskle ilgili kararları etkileyen düşünceleri ele alırken, matematiksel modellerin ve istatistiksel analizlerin nasıl kullanıldığını da açıklar. Bir kurumun etkin ve sorunlarla karşılaşmadan işleyebilmesinin en önemli unsurlarından biri kurala dayalı yönetimdir. Bu kurallar içerisinde ise önemli fonksiyonlardan birisi risk yönetimidir. Bu kurumlar aynı zamanda güvene dayalı bir iş alanı olan finans sektöründe faaliyet gösteriyorsa risk yönetiminin önemi katlanarak artmaktadır. 2008 yılında yaşanan global finans krizi sonrasında her kurum ve banka, risk yönetimi pratiklerini genişleterek ve yeni pratikler uygulamaya sokarak başlamışlardır. Capital Asset Pricing Model, Türkçe adıyla Sermaye Varlık Fiyatlama Modeli, William F. Sharpe, John Lintner ve Jan Mossin tarafından 1960’lı yıllarda finans dünyasına girdiğinde risk ve getiri düzleminde karar alma mekanizmalarının nasıl işleyeceğine ve nasıl portföy oluşturulacağına ilişkin önemli adımlar atılmaya başlandı. TÜRKİYE CUMHURİYET MERKEZ BANKASI (TCMB) FAİZ KARARI VE RİSK Kısacası, risk bir yatırım kararını etkileyen en önemli parametre olarak hayatımıza uzun yıllar önce girdi ve hâlen geliştirilen bir alan. Şimdi gelin bu parametrelerle son TCMB kararının yabancı yatırımcı perspektifinden değerlendirmesini yapalım.
Kısa vadeli bir yatırım ufku olan bir yatırımcı daha likit ve düşük riskli varlıklara yönelebilirken, uzun vadeli bir yatırım ufku olan bir yatırımcı daha yüksek riskli varlıklara yatırım yapabilir.
Türkiye’nin yurtdışından kaynağa ihtiyaç duyduğu su götürmez bir gerçek. En büyük soru ise bu kaynağın hangi yatırım ufku ile buraya geleceği. Yatırım ufkunun burada bir tanımını yapmak finansal lügate yabancı olanlar için faydalı olacaktır. Yatırım ufku, bir yatırımcının yaptığı yatırımın süresini ifade eder. Bu kavram, yatırımcının belirli bir hedefe ulaşmak veya bir varlık üzerindeki getiriyi elde etmek için yatırımını ne kadar süre boyunca tutmayı planladığını gösterir. Yatırım ufku, yatırım stratejilerini belirlemede ve risk yönetiminde önemli bir rol oynar. Farklı yatırım ufku olan yatırımcılar, farklı risk toleranslarına ve getiri beklentilerine sahip olabilirler. Örneğin, kısa vadeli bir yatırım ufku olan bir yatırımcı daha likit ve düşük riskli varlıklara yönelebilirken, uzun vadeli bir yatırım ufku olan bir yatırımcı daha yüksek riskli varlıklara yatırım yapabilir. Yatırım ufku, yatırımcının finansal hedefleri, risk toleransı, likidite ihtiyacı ve genel yatırım stratejisi gibi faktörlere bağlı olarak değişebilir. Yatırım ufku, yatırımcının belirli bir süre boyunca yatırımını sürdürmeyi planladığı için, yatırım kararlarının değerlendirilmesinde ve portföy yönetiminde dikkate alınması gereken önemli bir unsurdur. Risk toleransının yüksek olduğu yatırımcı sayısının ne kadar olabileceğini okuyucunun takdirine bırakarak bu konuda ülke kredi derecelendirmesinin kilit rol oynadığını belirtmek doğru olacaktır. Türkiye’nin yatırım yapılabilir seviyenin 5 basamak altında olduğu düşünüldüğünde (Hukukun üstünlüğü, şeffaflık, hesap verebilirlik gibi yatırım için olmazsa olmaz kavramları saymıyorum bile) yatırım ufku uzun olan yatırımcının Türkiye’ye gelmesinin ne kadar zor olduğunu düşünebiliriz. Kendimizi yabancı bir yatırımcı (bir portföy yöneticisi demek bu aşamada daha doğru olur) yerine koyarak bu aşamada ortaya çıkan yeni bir hikâye, para politikasında değişim ve TL faizlerinin artırılmasını kullanarak 3 aylık bir yatırım ufku ile karar vermek üzere bir hesaplama yapalım. Önce senaryoları ortaya koymakla ve bu senaryolara belirli olasılıklar atamakla yola koyulmak doğru bir yöntem olacaktır. Ben bu senaryoları İyi, Orta ve Kötü şeklinde üçe ayırarak ve buradaki olasılıkları tespit etmek için bir anket uygulayarak işe başladım. Twitter’da beni takip edenler belki bu ankete rastlamışlardır. 955 kişinin katıldığı bu ankette sorulan soru aslında ekonomideki dinamiklerin hangi oranda ne olasılık içerdiğini saptamaktı. Buna göre TL’nin iyi, orta ve kötü senaryolarda geçtiğimiz 5 yıla dönük 3 aylık Dolar karşısında ne kadar sermaye kazancı getirisi sağladığını istatistiki olarak çıkartarak ileriye dönük hesaplamalarda kullandım. İyi senaryoda TL getirisini biraz abartarak 3 ay için %58.75, orta senaryoda herhangi bir değişikliğin olmayacağını düşünerek %0.5, kötü senaryoda da %10.75 değer kaybı olarak saptayıp beklenen getirileri hesapladım. Toplam Senaryo Beklenen Getiri = (%9.8*%58.75) + (%23,5*%0.5) + (%966,7*%-10,75) = -%1.30 Tabii iş burada bitmiyor. Yani Dolar satarak aldığımız TL’nin de faiz olarak bir getirisi olacak. İşte tam bu noktada TCMB’nin politika faizi devreye giriyor. Bu satırlar yazılırken TCMB politika faizi %15 olarak açıklandı. 3 aylık bir dönem için TL’den elde edilecek getiri (%15*90/360) = %3.75 Beklenen sermaye kazancı getirisi + TL’den elde edilecek faiz olarak düşünüldüğünde. Vade sonunda da dolara dönüldüğünde karşımıza dolar bazında şöyle bir kazanç tablosu çıkacak diye umuyoruz. %3.75 - %1.3 = %2.45 Üç ay için %2.45 yıllıklandırılmış hâliyle %9.8 Dolar faizi hiç de kötü görünmüyor değil mi? İşte tam bu noktada başka bir risk parametresi giriyor işin içine. Dolar / TL’nin oynaklığı… Ben bu satırları yazarken önceleri %28’lerde olan yıllık oynaklık TCMB kararı sonrası %31’li seviyelerin üzerine çıktı. Bu kadar oynaklığı olan bir para birimini, makroekonomik göstergelerini de göz önüne alarak yeni bir beklenen getiri hesaplamasına tabi tuttuğumuzda yeni formül şöyle kurgulanabilir. Toplam Beklenen Getiri = Beklenen sermaye kazancı getirisi + TL’den elde edilecek faiz – Dönemsel $/₺ oynaklığı
Faizin yüksek olması hiçbir kimsenin, hiçbir yatırımcının hoşuna gitmeyen bir durumdur. Faiz yüksekliği enflasyonun yüksek olduğuna ve ekonomide yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğuna işaret eder.
Oynaklığı TCMB kararı öncesindeki %28 seviyesi olarak hesaplamalarıma kattığımda şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:
Getiri ve Risk Parametreleri 3 Aylık Flat
Politika Faizi 15% 3.75%
3 Aylık USD/TRY Oynaklık 28.00% 7.00%
Sonuç olarak toplam 3 aylık dönemsel getiri
  3 Aylık Dönemsel Yıllık
Toplam Beklenen Getiri -4.55% -18.18%
Özetle pozitif bir getiri yapılacak diye beklenirken oynaklığın yüksek olması nedeniyle getiri negatif bölgeye, yani bir götürüye dönüşüyor. Finans matematiğinde bu yöntemleri yani Riski Ayarlanmış Getiriyi hesaplamadan yatırım kararı alan, kısa süreliğine de olsa böyle bir arbitraj yapmaya çalışan portföy yöneticisi yok gibidir. Bu hesaplamaya rağmen hâlâ pozisyon alabiliyorsa belirli bir zarar bütçesi ve zararı kes (stop/Loss) limiti ile şansını deniyordur. Global konjonktürün, ekonomik ve jeopolitik anlamda zorlaştığı, ABD Merkez Bankası Federal Reserve’in bilançosunu küçülttüğü ve Dolar verim eğrisinin yüksek faizlere işaret ettiği bir ortamda yurtdışından sağlanacak fonların bu getiriyi aşabilmesi için kararlı adımlar atılmalıdır. 3 aylık ABD Hazine Tahvilinin %5.3 getiri sağladığı akılda tutulduğunda Bu adımlar,
  • Enflasyon beklentilerini pozitife çevirmek
  • Oynaklıkları düşürmek
  • İlk etapta riski kompanse edecek getiriyi sağlamak gibi farklı aksiyon planları uygulanmalıdır.
Bu ülkenin vatandaşları olarak bizim açımızdan bakıldığında enflasyon dinamiklerinin geçerli olduğu bu karar süreci, yabancılar açısından belli başlı bu parametrelerle bir karara dönüşür. Faizin yüksek olması hiçbir kimsenin, hiçbir yatırımcının hoşuna gitmeyen bir durumdur. Faiz yüksekliği enflasyonun yüksek olduğuna ve ekonomide yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğuna işaret eder. Bu çerçeveden bakıldığında sorunu kökten çözmek için enflasyonu düşürmeye, enflasyonu düşürürken de cesur kararların alınmaya ihtiyaç duyulduğu son derece açıktır. Sadece para politikası kararlarının yetmeyeceği, bankacılık kesimine uygulanan düzenlemelerin de önemli problemler yarattığı bir ekonomide, yapılan onca yanlıştan sonra “Çok az, çok geç” şeklinde aksiyonlar alınması güven kaybını maalesef daha da artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Artık hem karnım doysun hem pastam dursun düşüncesinden bir an önce çıkmanın zamanı geldi de geçiyor…