Kendimizi nasıl iyileştirebiliriz?
M. Cem Özmen
Toplum olarak iyi değiliz, değil mi? Trafiğe, futbol sahalarına, haberlere veya aslında her yere baktığımızda bunu hemen anlayabiliyoruz. Örnek olarak geçenlerde gürültü yaptıkları gerekçesiyle beş komşusunu öldüren vatandaşımız desem ne demek istediğim daha iyi anlaşılır sanırım.
Sıklıkla neden böyleyiz, kendimizi nasıl daha iyi hale getirebiliriz diye düşünüyorum. Ama tabi psikoloji/psikiyatri ile ilgili bir eğitim almadım. Bu konularla ilgili herhangi bir uzmanlığım da yok. Dolayısıyla resmi (“formal”) olarak herhangi bir şey söyleme hakkına da sahip değilim.
Öte yandan dünyamızda ve özellikle güzel ülkemizde yeterince yaşamış herhangi birisi gibi benim de gözlemlerime dayanarak söyleyebileceğim birkaç cümle var. Fakat hassas bir konu olduğu için baştan bir hatırlatma yapma ihtiyacı duyuyorum. Bundan sonra yazacaklarım herhangi bir konuda tavsiye olmadığı gibi herhangi bir bilimsellik iddiası da taşımıyor. Yalnızca naçizane bu konularda düşünüp okumaya çalışan bir insanın kişisel fikirleri olarak anlaşılmasını rica ediyorum.
Bu kısa açıklamadan sonra başlıktaki soruya gelirsek, bence kendimizi iyileştirmek için öncelikle kendimize -fiziksel ve ruhsal olarak- iyi bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca yeterince yakın olduğumuz ve samimiyetle konuşabildiğimiz ilişkilerimizin (eş, dost, arkadaş, akraba vs.) olması çok önemli. Buna ek olarak da -eğer olanağımız varsa- profesyonel bir uzmandan psikolojik/psikiyatrik destek almamız yararlı olacaktır. Özellikle bu sonuncusu söz konusu olduğunda “Ben iyiyim, benim ihtiyacım yok!” diyenler olacaktır aramızda. Onların da -öyleyse bile- daha iyi olmak için yine bunlara ihtiyaç duyabileceklerini düşünüyorum.
Bunlardan ilk ikisini başka yazılara bırakarak bugün sonuncusundan yani bir terapistten destek alınması konusundan bahsetmek istiyorum.
Terapi denince bu konunun da oldukça geniş boyutları var tabi. Bu nedenle konunun çerçevesini dar tutmak ve burada yalnızca bir giriş yapmak adına özellikle Stutz filminden (Netflix platformunda izlenebiliyor) ve Dr. Phil Stutz’dan söz etmek istiyorum.
ABD’li psikiyatr Phil Stutz, uzun yıllar değişik hastalar üzerinde çalışmış ve çeşitli tedavi yöntemleri geliştirmiş. Danışanlarından birisi olan Jonah Hill de bu seanslardan çok memnun kaldığı için Dr. Stutz’un yöntemlerini herkesle paylaşmak istemiş ve bu filmi yapmış. Hill, amacını şöyle ifade ediyor: “Terapist Stutz’un yöntemlerini tanıtarak insanların bunlara erişip kendi hayatlarını iyileştirmelerine yardımcı olmak.” Filmi, terapist ve danışanın birlikte konuşarak yaptıkları bir belgesel gibi değerlendirebiliriz aslında.
Ben burada film boyunca Dr. Stutz’un insanlara iyi gelebileceğini iddia ettiği bazı yöntemleri kısaca özetlemek istiyorum. Hem bu yöntemlerin daha iyi anlaşılabilmesi hem de konuya daha objektif bir açıdan bakılabilmesi için filmin izlenmesini de öneriyorum.
Dr. Stutz, filmde genel olarak terapistin tarafsız olduğu danışmanlık süreçlerinin çok yavaş ve acılı yürüdüğünü iddia ediyor. Bu nedenle danışanların yavaş da olsa kendilerindeki değişimi fark etmelerini sağlayacak bazı yöntemler geliştiriyor. Araç (tool) adını verdiği bu yöntemlerin insanlara moral verdiğini, bazı şeylerin değişebileceğine olan inançlarını artırdığını ifade ediyor.
Bu araçları şöyle özetleyebiliriz:
Hayat enerjisi (Life force):
Hayat enerjisi, kaybolduğunda insana kılavuzluk edebilecek bir şey olarak tanımlanıyor. Üç kademeden oluşuyor: En alt kademe olan fiziksel katmanda beslenme, uyku, diyet, fiziksel aktiviteler vb. yer alıyor.
İkinci katmanda diğer insanlarla ilişkiler bulunuyor. İnsanlar depresyona girdiklerinde genellikle çoğu şeyden uzaklaşıp yalnızlaşmaya başlıyorlar. Bunu önlemek için özellikle bu dönemlerde diğer insanlarla (Bu süreçteki tek bir insan bile sembolik açıdan tüm insanlığı temsil eder.) bağ kurmak oldukça önemli.
En üst katmanda ise kişinin kendisi yer alıyor. İnsanın kendisini tanıyabilmesi için bilinçaltıyla ilişki kurması gerekir. Bunun için de mutlaka duygu ve düşüncelerini yazıya dökmesi gerektiğini, insanın kendisiyle ilişkisini ancak yazarak geliştirebileceğini iddia ediyor.
Gerçeğin üç öğesi: Acı, belirsizlik ve sürekli çalışma
İnsanın içinde motivasyon kaynakları olduğu gibi onu değişmekten/gelişmekten alıkoyan, korku yaratan, yargılayıcı bir taraf da vardır. Dr. Stutz buna karanlık taraf (Part X) diyor. Karanlık tarafı insanı zorlar ancak o olmadan ilerleme, değişim, cesaret de olmaz. Bu nedenle insanın karanlık tarafı öne çıktığında bunu fark etmenin ve gerçekliğin şu üç aşamasını kabullenmenin yararlı olacağını düşünüyor: Acı, belirsizlik ve sürekli çalışma.
İnci dizisi (String of pearls):
Stutz, özellikle yaşam enerjisi azalmış kişiler için İnci Dizisi önerisinde bulunuyor. Buna göre insan böyle bir durumda kaldığında bir kâğıda önce bir çizgi, sonra bir daire, tekrar çizgi, tekrar daire şeklinde bir faaliyetler dizisi çizmesini öneriyor. Buradaki dairelerin her birisi bir eyleme (örneğin sabah yataktan kalkmak gibi) karşılık geliyor. Daha sonra bu dairelerin içine küçük birer nokta (beklentiye uymayan bir şey) konmasını öneriyor. Bunlar ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin sonunda kusursuz bir iş olmayacağını gösteriyor. Ancak onlara takılmadan ipe bir sonraki incinin dizilmesini ve yaşama devam edilmesini öneriyor.
Gölge (The shadow):
Dr. Stutz’a göre herkesin bir Gölge’si vardır. Gölge, insanın utandığı, kabul etmediği, küçük düştüğü tarafıdır, istenmeyen parçasıdır. Ancak ne kadar saklamak istersek isteyelim Gölge’lerden kurtulamayız ve onlara ilgi göstermezsek bizi içinde bulunmak istemediğimiz eylemlere ve durumlara sürükleyebilirler.
Bu nedenle Stutz, herkesin öncelikle kendi Gölge’sini bulması gerektiğini söylüyor. Onu bulduktan sonra onunla iletişim kurup, dinleyerek, ilgi göstererek onunla barışması gerektiğini ifade ediyor.
Labirent (The Maze) ve Aktif sevgi (Active love):
Stutz, genel olarak insanın içinde bir adalet arayışı olduğunu, özellikle haksızlığa uğradığını düşündüğü durumlarda bunun ön plana çıktığını ve zaman zaman bütün hayatını zehir edecek kadar gündemini belirleyebildiğini belirtiyor. Stutz, bu durumdan (‘Labirent’) kurtulmanın yolunun, geçmişe takılmadan, içinde yaşanan zamana odaklanmak ve onun gereklerini yerine getirmek olduğunu ileri sürüyor. Bunun için de Aktif Sevgi’yi öneriyor.
Aktif sevgi için öncelikle evrendeki tüm sevgiyi içinde biriktirecek şekilde, sevgi dolu bir dünya hayal etmeyi öneriyor. Daha sonra da kızgın olunan ya da nefret edilen kişiye tüm bu sevgiyi göndermeyi salık veriyor. Burada asıl amacın o kişiyi affetmek olmadığını, aksine bu eylemi kişinin kendisi için ve kendi bedeniyle bütünlük duygusu içinde hissedip Labirent’ten kurtulmak için yaptığını belirtiyor.
Radikal kabullenme (Radical acceptance) ve Minnet akışı (The Grateful flow):
Dr. Stutz, hayat içerisinde her olaydan alınabilecek dersler olduğunu, bu nedenle kötü giden olaylara bile bu gözle bakıp öğrenilecek yönleri bulmak ve bunlara odaklanmak gerektiğini söylüyor. Ayrıca Minnet Akışı şeklinde ifade ettiği yaklaşımın da olayların içindeki olumlu yönleri görmemize yardım edebileceğini belirtiyor.
Örneğin evrende güneşin her zaman var olduğunu ve etrafını aydınlattığını biliriz. Ancak insanın karanlık tarafı bazen hayata olumsuz bakar ve kendisine bir bulut yaratır. Böylece güneşi göremez, yukarısının güneşli olduğunu da unutur. Böyle olunca da kötü bir gün -hatta bazen kötü bir hayat- geçirir. Stutz bu kara bulutların, Minnet Akışı yaklaşımı ile aşılabileceğini söylüyor. Çünkü güneş aslında daima oradadır. Yeter ki onun orada olduğunu unutmayalım.
Loss processing (Kaybı hazmetme):
İnsanlar için hala kayıp, ölüm ve yas, üstesinden gelmekte zorlanılan konulardır. Stutz, hayatımızda en sıkı neye tutunduğumuzu düşünüyorsak onun olası kaybına yönelik bu korku üzerinde çalışmamızı öneriyor.
Stutz’a göre buradaki amaç ilgili varlıkla bağlarımızı tamamen koparmak değildir. Aksine kaybetme ihtimalini de göze alarak çabalarımızı sürdürmek ve hayata devam etmektir. Bir şeyi kaybettiğimizde tüm varoluşumuzu ve bütünlük hissimizi alıp götürmemesini sağlamaktır.
Sonuç
Yukarıda da belirtiğim gibi böyle uzmanlık isteyen ve hatta kendi içinde çok çeşitli yöntem tartışmalarının yaşandığı, yaklaşımların yıllar içinde değişebildiği psikoloji/psikiyatri gibi çok değerli ve önemli bir alanda haddini aşmadan söz söylemek çok zor. Bu nedenle yeniden altını çizerek söylemek istiyorum ki bu yazı kapsamında ifade edilen her türlü görüş, düşünce ve öneri yalnızca benim kişisel görüşlerim ve filmle ilgili izlenimlerim olup herhangi bir rahatsızlığın tedavisinde referans olarak alınmaması gerekir. Dolayısıyla herhangi bir ruhsal/duygusal/düşünsel sıkıntı yaşayan bir insanın öncelikle konuyla ilgili bir uzmanla (psikolog, psikiyatr, doktor vb.) görüşmesi ve ondan yardım alması gerekir.
Benim bu yazıda vermek istediğim tek mesaj; yaşamın güzel olduğu, her bir insanın mutlu yaşamaya hakkı olduğu, eğer içerisinde bulunduğu durum kendisini yeterince mutlu etmiyorsa bu durumu düzeltmek ve kendisini daha mutlu etmek için yapabileceği bir şeylerin olduğudur. Kendimizi iyi hissetmemizi engelleyen sorunların birçoğunun ekonomik, siyasi, toplumsal vb. nedenleri olduğunu biliyoruz. Öte yandan bu sorunların bazılarının da doğrudan kendimizle, yetiştiğimiz aileyle/çevreyle ve ruhsal, duygusal, düşünsel, fiziksel dünyamızla ilgili olabileceğini de biliyoruz. Bu nedenle eğer kendimizi iyi hissetmiyorsak ve mutlu değilsek, bunların çözümü için yapabileceğimiz bir şeyler vardır ve yapmamız gerekir. Fiziksel/ruhsal olarak kendimize iyi bakmayı öğrenmeli, sosyal ilişkilerimizi her zaman geliştirmeli ve bunlara ek olarak ilgili uzmanlardan destek almalıyız. Fiziksel sorunlarımız (şeker, tansiyon, göz vs.) için olduğu gibi fiziksel olmayan sorunlarımız için de uzman desteği almamız, bu sorunların çözümüne ve kendimizi daha iyi, daha mutlu hissetmemize büyük katkı sağlayacaktır.
Yorumlar