Çarşamba, Nisan 24, 2024

Kazanın altı yanarken…

Türkiye’nin kaderi açısından son derece önemli olan cumhurbaşkanlığı seçiminin belirleyici unsurlarından birisi gençler. Peki gençlerin, ülkenin kaderini tayin edecek bu seçimlerdeki rolü nasıl olacak? Siyaset bilimci Prof. Dr. Emre Erdoğan dünyada ve Türkiye’de gençlerin siyasette oynadığı rolü yorumladı.

Ülkemizin kaderini belirleyecek -hangisi kader belirlemez ki- Cumhurbaşkanlığı seçimine aylar kala, adaylar da hemen hemen kesinleşmişken, yanıtlanması gereken basit bir soru kaldı: seçim nasıl kazanılacak? Mutlaka iktidar ve muhalefet bloğunun “mutfakları” ya da “savaş odalarında” bu soruya kafa yoran akil insanlar vardı ve anketçisinden reklamcısına en iyi stratejiyi geliştirmek için uğraşıyorlardır. Ancak hepimiz gibi onlar da insanlar ve “faillikleri” ne yazık ki yapı ile sınırlı.

Seçimler, hele medya tarafında at yarışı gibi sunulan tek adaylı seçimler heyecan verici. Galiba 2011 seçimleri biraz sıkıcı geçmişti, kazanan önceden belliydi neredeyse. Ama bu seçimlerin 2015 Haziran ya da 2019 yerel seçimleri kadar heyecanlı olacağından eminim, son dakikaya kadar televizyon ve sosyal medya başına olacağız.

Biz siyasetle ilgili seçmenler, bu işten ekmek kazanan profesyoneller, yerli ve yabancı medya ve tabii ki kaderleri sandıkta belirlenecek siyasetçiler seçim sürecinden çok heyecan duysalar da aslında sonuçlar büyük oranda belli. 2019 yılındaki yerel seçimlerde 900 küsur ilçeden 600’ünde, 30 büyükşehir belediyesinin 18’inde sonuçlar çoktan biliniyordu, seçim günü kehanetin gerçekleşmesi için bir fırsat oldu.

Söz konusu Cumhurbaşkanlığı seçimi olduğunda belirsizlik çok daha fazla ama seçmenlerin %80’inden fazlasının kime oy vereceğini söyleyeyim: bir önceki seçimde oy verdikleri ittifakın adayına. Siyasal sosyalleşmeden başlayan birçok faktör bireylerin istisnai durumlar haricinde kolay kolay oy değiştirmediklerini söylüyor, hele bizim seçimimiz gibi az adaylı durumlarda.

Siyasal tarihimizde seçmen uçarılığının en fazla olduğu seçim 2002 genel seçimleri, orada da sebep belli. Seçimleri heyecanlı hale getiren iki faktör var: Birincisi ülkenin içinde bulunduğu ekonomik kriz iktidarın oy kaybetmesine kesinlikle yol açmış durumda, bu oylar da sağa sola kaçacak elbette. İkincisi, sayısının 6 milyona yakın olduğu söylenen ve tamamı AKP iktidarı döneminde doğmuş genç seçmenler hayatlarında ilk defa oy kullanacaklar. Farklı anketler aynı şeye işaret ediyorlar, iktidar partisi genç seçmenler için çok cazip olmasa da yarısına yakını henüz kime oy vereceklerine karar vermemişler, sandığa gitmemeleri çok mümkün.

Sadece ülkemizde değil, hemen hemen bütün demokratik ülkelerde demografik kırılma diyebileceğimiz bir yeni fay hattı görülüyor. Daha önce şahit olduğumuz Fransa, Almanya ve İngiltere seçimlerinde gördük, eğer seçmenin tamamı gençler gibi oy verseydi; seçim sonuçları çok farklı olurdu. Hepimizde heyecan uyandıran İtalya seçimlerinde de durum aynı: İtalya’da 54 milyonun seçmenin 4 milyonu bu seçimde ilk defa oy kullanma hakkına sahip olmuş. Pazar günü yapılan seçimlere katılım sadece %64 oldu -gençlerde %60’ın altında olduğu tahmin ediliyor- ve seçimi Post-Faşist ya da Popülist bir parti “İtalya’nın sadece Kardeşleri” %26 oy ile kazandı. O gün yapılan sandık çıkış anketleri bu partinin oy oranının 18-24 yaş dilimindeki gençlerde sadece %20 olduğunu gösteriyor.

Yine merkez partilerden Demokratik Parti’nin genelde oy oranı %19 iken, gençlerde %16. Buna karşılık %4 oy alan “Daha Fazla Avrupa” Partisi’ne gençlere %8 oranında teveccüh göstermişler, bölgeci parti Lega Nord ve Berlusconi’nin partisine de istatistiksel hata payı içerisinde daha fazla oy verdikleri de görülüyor. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik durum bayağı açıklayıcı: Genç işsizliği %31 oranında ve ekonomik büyüme öngörüsü sadece %1.2. Yoksul hanelerin oranı %8’e ulaşmış ve bir dipnot; 18-34 yaşındaki genç İtalyan erkeklerinin dörtte üçü aileleriyle yaşıyor. Böyle bir durumda, gençler siyasetten soğumasın da ne yapsınlar?

Önümüzdeki seçimlerde benzer bir durum bizde de gözlenebilir mi? Ülkemizde genç işsizliği %21, İtalya’ya göre düşük sayılır. Ancak biz tanımı “Ne Eğitimde Ne İstihdamdaki Gençler” olarak tanımlarsak bu oran %30’a yaklaşıyor, bu oran kadınlar arasında %32.

Anket çalışmaları gençlerin mutsuz ve umutsuz olduğunu zaten söylemekteydi. Habitat Derneği’nin düzenli olarak yaptığı “Gençlerin İyi Olma Hâli” Araştırması, kentlerde yaşayan 18-29 yaş dilimindeki gençlerin sadece yarısının kendisini “mutlu” olarak tanımladığını gösteriyor, bu oran 2017’de %70’di. Umut meselesine gelince, aynı gençlerin arasında gelecekten umutlu olduğunu söyleyenlerin oranı da %67’den %46’ye düşmüş dört yılda. Aynı araştırma gençlerin %43’ünün başka bir ülkeye yerleşme arzusu taşıdığını da gösteriyor, daha kötümser sonuçlar gösteren araştırmalar da var.

Hemen “pederşahi” bir role bürünüp gençlere oy vermenin kutsal bir görev olduğu vaazına geçmeyelim, zaten herkesin onlara öğüt vermesinden gına getirmiş durumdalar. Amcalık, ablalık da taslamayalım; geleceklerinin nasıl olmasına dair fikirleri hepimiz kadar var

Gençlerin mutluluğuna -ya da teknik terimle öznel iyi olma haline- odaklanan bu araştırma, mutluluğun büyük ölçüde maddiyat ile geldiğini de gösteriyor. Maddi durumundan memnun olan gençler, genel olarak da daha mutlular, şaşırtıcı değil. Ancak maddi durumundan memnuniyetin en önemli belirleyicisi sadece ceplerine giren para değil, daha kuvvetli bir şey, “mahrumiyet” algısı.

Eğer bir genç, iyi bir yaşam için hak ettiğini düşündüğü gelirden daha azına sahipse -buna göreli yoksunluk da denir- maddi durumundan ve dolayısıyla genel olarak yaşamından memnun olma olasılığı azalıyor. Mahrumiyet algısı önemli bir kavram, çünkü “hak edilen” gelir nedir, bunun nesnel bir tanımı yok. Düşünün, sizin hak ettiğiniz gelir ne, neye göre belirliyorsunuz, kime göre az, kime göre çok? Eski bir nükte, merhum zenginlerimizden birinin “benim param da bana yetmiyor ki!” dediği söylenir, herkesin parası kendisine yetmiyor tabii.

Eldeki veriler gençlerin üçte ikisinin mahrumiyet çektiğini gösteriyor, üstelik bu oran 2017’den beri de hiç değişmemiş. Gençlerin %61’inin geliri 3.500 TL ve altındayken, ihtiyaç duydukları gelir bu dilime düşenlerin oranı sadece %19. İşsizler, ev gençleri ve öğrenciler diğerlerine göre daha fazla mahrumiyet algısına sahipler. Bu arada önemli bir toplumsal cinsiyet boyutu var. İşsiz bir genç erkeğin mahrumiyet çekme olasılığı %82’yken, işsiz genç kadınlarda bu olasılık %72. Keza, erkek bir ev gencinin mahrumiyet algısına sahip olma olasılığı %91’ken, ev genci kadınlarda bu oran %75’e düşüyor. Aradaki fark çalışan kadınlarda tam tersi yönde, bu kadınların mahrumiyet algısı çalışan erkeklere göre daha fazla.

Zamanında yapılan çalışmalar mahrumiyet algısının gençleri önce geleneksel siyasetten soğumaya, daha sonra sokaklara dökülmeye yönelttiğini göstermiş. Üstelik bu çalışmalar mahrumiyetin sadece maddi ve bireysel boyutuna bakmışlar. Oysa şimdi biliyoruz ki mahrumiyet maddiyatla sınırlı değil ve insanlar sadece kendi durumlarına bakmıyorlar. Öncelikle insanların yeterince sözlerinin dinlenmediklerini, örneğin mahkemede bütün kararlar aleyhlerine çıktığını, ülkeyi yönetenlerin başka kişilere ve gruplara hizmet ettiğini düşünmeleri de bir haksızlığa uğramışlık, bir mahrumiyet hissi yaratıyor.

Popülist partilerin yükselmesinden küresel protesto hareketlerinin yaygınlaşmasına kadar birçok konuda mahrumiyet algısının etken olduğunu biliyoruz. Adaletsizliğe uğramışlığın yarattığı öfke kolaylıkla hınca dönüşebiliyor.

Buna literatürde “süreç adaleti” deniyor, gelir dağılımına odaklanan “bölüşümsel adalet” kadar önemli bir kavram. Her iki konuda da adaletin olmaması, insanların bunlardan mahrum oldukları hissi bir haksızlık olarak algılanıp öfkelendiriyor. İkinci olarak, insanlar sadece kendileriyle ilgilenmiyorlar, kendilerine benzeyen insanların durumuna da bakıyorlar. O zaman toplumda bazı gruplar aleyhine sürekli ve düzenli olarak bölüşümsel ya da süreç adaletsizliği yaşandığı algısı varsa, bu durum da o grup mensupları arasında önemli bir mahrumiyet hissinin doğmasına yol açıyor.

Popülist partilerin yükselmesinden küresel protesto hareketlerinin yaygınlaşmasına kadar birçok konuda mahrumiyet algısının etken olduğunu biliyoruz. Adaletsizliğe uğramışlığın yarattığı öfke kolaylıkla hınca dönüşebiliyor. Hınç, gelip geçici öfkeden çok daha uzun soluklu ve neredeyse kurumlaşmış bir duygusal durum…

Avrupa ülkelerinde merkez politikacılarının ya da teknokratların beceriksizliği; kötüleşen ekonomik durumda ve göçmenlere duyulan nefrette somutlaştı ve bildiğimiz aşırı sağ partilerin yükselmesine yol açtı. Ülkemizde AKP’nin 2002 seçim zaferi, ANAP ve DYP’de somutlaşan ana akım siyasete duyulan hıncın bir tezahürü olarak görülemez mi? Keza, şu anda da ülkeyi uzun zamandır yöneten siyasi elite ve destekçilerine karşı bir hınç da söz konusu, gündelik yaşamda da görüyoruz.

Ülkemizde gençlerde bu hınç ne kadar yaygın, elimizde çok net rakamlar yok. Ama iyi bir eğitimden, barınma olanaklarından, düzgün bir yemekten ve yaşıtlarının bir kısmının sahip olduğu olanaklardan yoksun gençlerin hınçlanmalarından daha doğal ne olabilir ki? Keza ülke kültürü gereği sürekli sözü büyüklerine bırakmış, kaderini belirlemede bir figürandan öteye rol tanınmamış, her zaman “eksik insan” olarak görülüp yasaklarla, dayatmalarla ve hatta şiddetle karşılaşmış gençlerin hınçlanmamaları şaşırtıcı olurdu. Sadece yapılıp iptal edilen sınavlar bile “bilenmek” için yeterli değil mi?

Önemli sorun, bu hınç duygusunun nasıl giderileceği? Gençlerine güvence veren, yaşamın risklerine karşı bir güvenlik ağı sağlayan, hak ettiklerine zorlanmadan erişebilmesini sağlayan, bölüşümsel ve süreç adaletine önem veren bir siyasal sistem bunu başarabilir, eğer kurulabilirse…

Daha az önemli sorun, bu kadar mutsuz, umutsuz, mahrumiyet içinde ve öfkeli gençlerin önümüzdeki seçimde ne yapacakları. Başta da söyledik, kayda değer bir kısmı ebeveynleri gibi oy verecekler; iktidar bloğu bir mucize yaratmazsa genel kitlede gördüğünden daha az muhabbet görecek. Geri kalanlar da muhalefete, “amcalarına” mı yönelecekler yoksa Avrupalı akranları gibi o güzel güneşli Mayıs gününü piknikte, yüzlerinde müstehzi bir gülümsemeyle mi geçirecekler? Mesele bu.

Hemen “pederşahi” bir role bürünüp gençlere oy vermenin kutsal bir görev olduğu vaazına geçmeyelim, zaten herkesin onlara öğüt vermesinden gına getirmiş durumdalar. Amcalık, ablalık da taslamayalım; geleceklerinin nasıl olmasına dair fikirleri hepimiz kadar var ve en fazla bizim kadar yanılabilirler. Gençleri -her ne kadar kendi içlerinde uzlaşmaz farklılıklar taşısalar da- kendi kaderlerinin efendisi olmaya davet etmek bir çare olur. O zaman da iletişimin işteş bir fiil olduğunu, dinlemeyi gerektirdiğini ve Tik-tok videosu çekmekten daha “sahici” bir iletişim kurmaya ihtiyaç olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu da muhtemel bazı koltukların boşaltılmasını gerektirir, o başka.

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI