Salt sermaye sınıfının çıkarlarına ya da başka bir deyişle kapitalizme hizmet edeceklerin yani "iyi göçmenler"in ülkeye girmesine izin verilmesini savunmak, bu doğrultuda yasal düzenlemeler yapmaya çalışmak ise açık bir faşizm uygulamasıdır. İngiltere'de muhafazakâr hükümetin hazırladığı ve adaya mülteci girişini azaltmayı amaçlayan ırkçı/faşist yasaya bir süre önce PolitikYol'da yer alan bir başka yazıda değinmiştim. Manş Denizi'ni botlarla geçerek adaya çıkmaya çalışan mültecilere atfen "Botları ve mülteci istilâsını durdurun" sloganıyla kamuoyuna tanıtılan yasa tasarısı, İngiliz toplumunun demokrat ve antifaşist kesimlerinin büyük tepkisini çekmişti. Yasayı, ülkede yaşanan ekonomik ve sosyal yıkımı örtbas etmek için tasarlayan muhafazakâr Başbakan Rishi Sunak ve ekibinin, bununla faşistlerin daha da azgınlaşmasını sağladıklarını fark ettiklerini umuyorum. Zira bu tasarıya en büyük desteğin adalı faşistlerden geldiği gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor. Bunun yanı sıra, Sunak ve ekibini en fazla şaşırtan mesele, iş dünyasından tasarıya ilişkin gelen negatif açıklamalar oldu sanıyorum. Oysa ki Sunak, bu tasarı ile faşistlerin hamisi sermaye sınıfını memnun edeceğini düşünüyordu muhtemelen. İş dünyasının memnuniyetsizliğini belirtmesinin ardından bizzat kendisinden de ülkedeki neoliberal/faşist/egemen sınıfın aparatı olan Muhafazakâr Parti'den yasaya karşı -cılız da olsa- seslerin yükselmeye başladığı ifade ediliyor. Özetle İngiliz egemen sınıfı, bu yasa tasarısı perspektifinde bölünmüş görünüyor. Sıkıntı şu; İngiltere'nin üst düzey patronlarının birçoğu da dahil olmak üzere kapitalist kesim, ülkenin halihazırda yeteri kadar "vasıflı" göç almadığını düşünüyor. Örneğin, Britanya Endüstrisi Konfederasyonu'na (CBI) entegre kuruluşlar, "daha fazla işçinin ülkeye getirilip birçok boş pozisyonunun doldurulmasına izin verilmesi için sıkı göçmen kontrollerinin gevşetilmesini" talep ediyor. Ne olacak şimdi? Kapitalistler, bir yandan "aman neonazileri/faşistleri hazır tutalım. Irkçılık genişlesin" derken, diğer yandan "yabancı iş gücüne ihtiyacımız var. Mültecileri serbest bırakın" mı diyorlar? Bu bariz çelişki, kapitalizmin temel ihtiyaçlarından ikisini yansıtıyor. Biri, kâr elde etmede hunharca kullanılabilecek hazır emek arzı isteği diğeri ise yerli emekçileri, yabancı iş gücüyle ablukaya alarak direnme kapasitelerini zayıflatacak şekilde bölmek... Bu iki ihtiyacın perspektifinde İngiliz kapitalist sınıfının telafisi zor olan bir şekilde anlaşmazlığa düşmüş oldukları görülüyor. Yeni yasa üzerindeki tartışmalar devam ederken muhafazakârlar, bir yandan "insanlar içerisine düştükleri derin yoksulluk koşullarını unutsunlar" temalı faşistçilik oynarken diğer yandan sermaye sınıfını memnun etmek ya da bir orta yolda buluşabilmek için ellerinden geleni "çaktırmadan" yapmaya devam ediyorlar. Tam da burada faşist çakallığı uygulamalarının en güzide örneklerinden birine tanık oluyoruz. Nedir bu? Tüm göçmen karşıtı nefret söylemlerine rağmen muhafazakârlar, "profesyonellerin ve vasıflı işçiler"in İngiltere'ye gelebilmesi için son zamanlarda binlerce çalışma vizesi çıkardı. Şimdi adaya botlarla gelmeye çalışanlar arasında vasıflı emekçiler yok mu? Elbette var ama bu vizelerin çıkarılması, birçok ekonomik alanda ciddi iş gücü kıtlığı yaşandığı gerçeğine dayanıyor. İngiliz ekonomisi açısından reel olan budur. Şöyle ki İngiltere'nin patronları, daha fazla ekonomik sektörde yabancı emekçi için vize programının kullanılmasına izin verilmesini istiyor. İstiyorlar ama "sadece vasıflı işçiler gelsin" diyorlar. İşte bu "vasıflı" meselesi iktidar ile sermaye sınıfı arasındaki ırkçı göçmen yasası üzerinde bir uzlaşma zemini olarak yeşeriyor. Nedir yani? "İyi göçmen" ve "kötü göçmen" kategorizasyonu... Ancak her durumda "iyi göçmenler"e de maksimum ırkçılık tatbik edilmesi tabii olarak oldukça normal olacak. Mesele şu, “iyi göçmen” İngiltere'ye kendi ülkesinde aldığı eğitimle genç yaşta geliyor ve böylece işveren eğitim faturasından kurtulmuş oluyor.  Bunların sağlık durumları iyi ve çok az yardıma ihtiyaç duyduklarından, hızla patronların cebine ve ülke kapitalizmine katkıda bulunmaya başlıyorlar. Bir anlamda "şartları uygun köleler" olarak algılanıyorlar.
Ben faşistlerin kurban edilmekten ziyade sahipleri olan sermaye sınıfı tarafından sütre gerisine çekileceklerini ve ihtiyaç anlarında ivedilikle sahaya sürüleceklerini düşünüyorum. Bu hiç değişmez.
Öte yandan, kapitalizmin sermaye birikimi işlevinin akamete uğradığı ve buhranlara gark olduğu şu dönemde göçe aşırı bağımlı hâle geldiği gerçeği giderek belirginleşiyor. Bir yandan da ırkçılık/faşizm gelişiyor. Bu ikisi arasındaki dengeyi kurmanın giderek zorlaştığı bir döneme giriliyor. Bu bağlamda, sermayenin faşistleri kurban edeceklerine dair emarelerin görülmeye başlandığını ifade ediyor çok sayıda siyaset uzmanı ancak ben faşistlerin kurban edilmekten ziyade sahipleri olan sermaye sınıfı tarafından sütre gerisine çekileceklerini ve ihtiyaç anlarında ivedilikle sahaya sürüleceklerini düşünüyorum. Bu hiç değişmez. Peki iktidar ve patronlar arasında devam eden ve mültecileri kapsayan bu iğrenç pazarlığa vatandaş ne diyor? Vatandaş, mülteciler hakkında ne düşünüyor? Anketler, İngilizlerin göçmenler konusunda politikacıların iddia ettiğinden çok daha az endişeli olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca, ırkçılık karşıtı kesimin mültecileri savunmada tutarlı bir şekilde sert tavır takındığını da görülüyor. Örneğin, Mori tarafından yapılan yakın tarihli bir anket, insanların yaklaşık yüzde 46'sının göçe yönelik pozitif duyguları olduğunu ifade ederken sadece yüzde 29'unun yeni ırkçı yasayı desteklediklerini gösterdi. Bu, ülkede çok sayıda insanın iktidarın "iyi veya kötü göçmen" ırkçı/faşist yaklaşımını benimsemediği anlamına geliyor. Medeni olan zulümden, kıtlıktan, savaştan ve iklimsel felaketlerden kaçan insanlara kategorize etmeden kucak açılmasıdır. Salt sermaye sınıfının çıkarlarına ya da başka bir deyişle kapitalizme hizmet edeceklerin yani "iyi göçmenler"in ülkeye girmesine izin verilmesini savunmak, bu doğrultuda yasal düzenlemeler yapmaya çalışmak ise açık bir faşizm uygulamasıdır. FRANSA'DAKİ İSYAN BÜYÜYOR Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un, tartışmalı emeklilik reformu ısrarı ülkede büyük bir isyanın fitilini ateşledi. Reformun, "ülke için bir gereklilik" olduğunu ve "bu uğurda popülaritesini dahi feda etmeyi göze aldığını" söyleyen Macron'un bu hesapsız hamlesi, Fransa ve Avrupa demokrasisi açısından yıkıcı sonuçlara neden olabilecek güce sahip. Macron'un açıklamalarının ardından Fransa sokaklarında başlayan isyanın bana göre neden olabileceği en etkili politik aksiyon, merkez sağ siyasetin çökmesi olacaktır. Macron'un hatalarından nemalanacak bir aşırı sağın gelecek seçimlerde yakalayacağı ivme, ülkeyi Avrupa mutabakatından koparacağı gibi bir bütün olarak Avrupa demokrasisinde de depreme neden olacaktır. Siyasetin sağ ve sol kanat uçlarına doğru ivmelenen kutuplaşmanın büyümesi ve bu emeklilikle ilgili tartışmanın faşistler tarafından daha da koordineli bir şekilde yağmalanmasının demokrasi açısından oldukça sorunlu sonuçları olacaktır. Gösterilerle ilgili en sorunlu mesele, polisin aşırı güç kullanımı. Fransız polisi, protestoculara karşı çok acımasız davranıyor. Polisin saldırısı sonucu bazıları ağır, binlerce yaralı olduğu belirtiliyor. Fransa sosyalist solunun lideri Jean-Luc Melenchon, sokaklarda yaşananları yakından izliyor ve destek veriyor. Melenchon, gazetelere yaptığı açıklamalarda ve sosyal medya platformlarından sürekli olarak polis şiddetine dikkati çekiyor.
Macron'un, protestoların gidişatına bakılırsa "Avrupa demokrasi tarihinin en sevilmeyen cumhurbaşkanlarından" biri hâline dönüşmesine çok fazla bir zaman kalmadı.
Melenchon, bir sosyal medya paylaşımda, "sokakların revire döndüğünü ve polis saldırısı sonucu yaralanan insanların çamurlu alanlarda kurulan çadırlarda tedavi edilmeye çalışıldığını" ifade etti. Melenchon, hükümeti acilen polis şiddetini durdurmaya çağırıyor ve bu olmazsa daha zor bir sürecin başlayacağı uyarısında bulunuyor. Sonuç olarak, Macron kendi ifadesiyle "popülaritesini kaybetmeyi göze alarak" bu düzenlemeyi savunmak ve hayata geçirmek cesaretini gösterdi. Daha önce çok sayıda Fransız politikacının da bunu gerçekleştirmek istediği ve/fakat tepkilerden korkarak geri adım attıkları biliniyor. Her koşulda, Macron'un merkez siyasetin çökmesine ve neofaşistlerin daha da güçlenmesine yol açabilecek bir düzenlemeyi daha hesaplı bir şekilde tedavüle sokması gerekiyordu. Sonuç itibarıyla mesele geldi ülke demokrasisinin dolayısıyla Avrupa Birliği'nin bekasına dayandı. Tarih kitaplarına "büyük reformcu" olarak yazılmak istediği anlaşılan Macron'un, protestoların gidişatına bakılırsa "Avrupa demokrasi tarihinin en sevilmeyen cumhurbaşkanlarından" biri haline dönüşmesine çok fazla bir zaman kalmadı.