Başta İYİ Parti olmak üzere ittifak partilerinin ifrattan tefrite gidip gelen sarkacını bir yana bırakalım; İmamoğlu hariç “değişim” isteğini sahiplenenlerin en az beş dönemdir milletvekili olmuş olmaları, bu isteğin ciddiyetini zedeleyen bir tutuma dönüşmüş durumdadır. Başlığı yıllar önce henüz öğrenci olduğum yıllarda Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği’nin tutumunu eleştirmek için yazdığım bir yazıdan ödünç aldım. Adı geçen yazım, solun ilkesizliğine dikkat çekiyor ve “küçük çıkarlar” için sessizliğe bürünmenin evrensel ilkelerimizi çürüttüğünü saptıyor ve çıkarlarımıza aykırı olsa dahi hakikatin peşinden gitmemiz gerektiği çağrısıyla son buluyordu. 14-28 Mayıs seçim yenilgisinin CHP’de yol açtığı tartışma ortamını kendisine dayanak yaparak, pozisyon tutma çabası içinde olanları görünce “gerçeğin demine hü” geleneğinin ne kadar önemli olduğuna bir kez daha vurgulamak istedim. Cumhuriyet Halk Partisi’nin hiçbir şey olmamış gibi davranması kabul edilemez ama hırsları, sağduyularını gölgeleyenlerle yol alması da zor görünüyor. Değişim bir gerekliliktir ama kimlerin bu kavramın arkasına gizlendiği de bir o kadar önemlidir. İHTİYAÇ, ANKA KUŞU OLABİLMEKTİR Halil Cibran’a göre insanın sağduyusu ve aklı ile tutku ve arzuları mücadele içindedir. O, aklı, dümene, tutkuyu da yelkene benzetir; ikisi arasında bir diyalektik ilişki kurar. Şöyle der Cibran: “Yelkeniniz parçalanırsa ya da dümeniniz kırılırsa, dalgalarla sürüklenmekten ya da denizin ortasında kalakalmaktan başka ne gelir elinizden? Çünkü akıl, tek başına hükmederse, sınırlı bir güçtür; tutku da başıboş bırakılmışsa, kendini yakıp tüketen bir alevdir.” Peki ne yapmak gerekir? Önerisi mealen şudur: “Aklı, tutkunun doruklarına yüceltir; tutkuyu da akılla yönetebilirseniz, Anka kuşu gibi kendi küllerinizden yeniden doğabilirsiniz.” Halil Cibran’ın akıl ve tutku, sağduyu ve arzular arasındaki diyalektik ilişkiyi hatırlamamıza vesile olan 14-28 Mayıs seçim sonuçları oldu. Neden mi? 20 yılı aşkın bir süredir iktidarda olan AKP, yeniden kazanınca muhalefetin aklı kilitlendi; tutkuları da akıldan vareste bir biçimde içe dönük hamlelere vesile oldu. Oysa hava hiç de AKP’nin kazanacağı gibi esmiyordu; hatta muhalefet kendi arasında bakanlıkları bile paylaşmıştı. Ama AKP kazandı; hem de beklemediği bir sonuçla… Kamuya açık alanlarda, “depremle geldiler, depremle gidecekler” kanaati hâsıl olmuştu. Fakat seçim sonuçları, AKP’nin değil muhalefetin “gitmesi” gerektiğine ilişkin sonuçlar üretti.
Cibran’ın tanımıyla tek başına kalan aklın “sınırlı gücü” ile bir başına olan tutkunun “yakıcı alevi” muhalefetin “amiral gemisi” CHP’yi sarıp sarmalamış; ortaya çıkan bu durum, iki tarafı da gözlerine ışık tutulmuş tavşan gibi ne yaptığını bilemez hâle getirmiş bulunuyor.
İHTİYAÇ, İFRATA DA TEFRİTE DE ENGEL OLMAKTIR AKP’nin bu netlikte kazanabileceğine ilişkin hiçbir emare yoktu; dahası kaybedecekleri kanaatinin hâkim olduğu bile söylenebilirdi. Kamuoyu araştırmaları, seçmenin AKP’den uzaklaştığını ölçmüş; muhalefetin parlamentoda çoğunluğa ulaşma, Cumhurbaşkanlığı seçimini de kazanma ihtimalinin yüksek olduğu çıplak gözle görülür hâle gelmişti. “Depremle gelenin depremle gideceği” söylemi, AKP Genel Merkez koridorlarına kadar sızmıştı. Gelin görün ki hem Cumhurbaşkanlığı ilk turunu da içeren 14 Mayıs hem de 28 Mayıs, genel eğilimin aksine bir biçimde sonuçlandı. Erdoğan’ın 14 Mayıs akşamı beden diline bakanlar hatırlayacaklardır; seçimin ikinci tura kalacağına ilişkin temkinli ifadeler eşliğinde şaşkınlık hâlinin hâkim olduğu bir yüz ifadesine sahipti. AKP bariz bir oy kaybına uğramasına rağmen Cumhur İttifakı, parlamentoda çoğunluk sayısına ulaşmıştı. İktidar tatlı bir şaşkınla yeniden kazanmanın tadını çıkartırken, muhalefet, kızgınlık ile şaşkınlık arasında bir tahterevalli gibi gidip geliyordu. Ara sıra “soğan” üzerinden hayat pahalılığı vurgusu yapılsa da o ana kadar “çiçekli-böcekli” bir kampanya yürüten muhalefet, 14-28 Mayıs arası ne yaptığını ve kalan süre içinde de ne yapacağını bilemez bir başıboşluk içine düşmüştü. “İş”, Millet İttifakının amiral gemisi CHP’nin başına düşmüştü. “Çiçekli-böcekli” kampanya, bir anda, ekseni sert bir milliyetçiliğe dönüşmüş; makas değişikliği, zaten inandırıcılığı zayıf olan muhalefetin stratejisini iyice zayıflatmıştı. Bunun en temel nedeni, muhalefetin öncesi ve sonrasıyla bütünlük oluşturabilecek bir politik yaklaşımının olmamasıydı. Üstelik seçmen de “daldaki kuş”un cazibesine kapılmayıp, “eldeki kuş” ile yetinmeyi tercih edince bütün vaatler sahipsiz kalmıştı. Kılıçdaroğlu’nun emeklilere vaat ettiği 15 bin TL bayram ikramiyesinin yahut deprem bölgesine tamamen ücretsiz yapılması vaat edilen konutların ilgi görmemesinin temel nedeni budur. Sonuçta Cumhur İttifakı, parlamentoda çoğunluğu; Erdoğan da Cumhurbaşkanlığını kazandı ve biz 14-28 Mayıs seçimlerinin üzerinden geçen iki ayı aşkın süre boyunca durmaksızın muhalefeti tartışıyoruz.
İmamoğlu’nun değişim çağrısının toplumda bir dalgalanma yarattığını biliyoruz. Bununla birlikte “zoom toplantısı”na katılan isimlerin deşifre olmasından sonra söz konusu değişim kavramına olan beklentide düşüş olduğunu da görüyoruz.
İHTİYAÇ, KENDİ KONUMLARINI “TEK DEĞİŞMEZ DOĞRU” GÖRENLER İLE YOLLARI AYIRMAKTIR Muhalefet dediysem de esas olarak, tartışılan Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Yeri geldikçe değindiğimiz üzere tartışmanın pek çok yönü var. Ama esas dikkatimizi çeken, içine düşülen çıkmazdan kurtulma çabası, yerini hızla uç noktalara savrulan iki tarafın birbirlerini alt etme girişimlerine bırakmış görünüyor. Cibran’ın tanımıyla tek başına kalan aklın “sınırlı gücü” ile bir başına olan tutkunun “yakıcı alevi” muhalefetin “amiral gemisi” CHP’yi sarıp sarmalamış; ortaya çıkan bu durum, iki tarafı da gözlerine ışık tutulmuş tavşan gibi ne yaptığını bilemez hâle getirmiş bulunuyor. Millet ittifakının diğer bileşenleri, kendilerini temize çekmek için bütün suçu CHP’ye yüklemiş; CHP içi muhalefet ise meseleyi “genel başkan” değişimine odaklamış durumdadır. Başta İYİ Parti olmak üzere ittifak partilerinin ifrattan tefrite gidip gelen sarkacını bir yana bırakalım; İmamoğlu hariç “değişim” isteğini sahiplenenlerin en az beş dönemdir milletvekili olmuş olmaları, bu isteğin ciddiyetini zedeleyen bir tutuma dönüşmüş durumdadır. Bu tutumun özeti şudur; dün güçlü görünen Kılıçdaroğlu’nun etrafında kümelenen “malum şahıslar”, bu kez de “gücünden kuşku duyulmayan” İmamoğlu’nun yanına geçmişlerdi. Öyle anlaşılıyor ki“Dünya yansa bir korum otları dahi yanmayacak” bu kişilerin “tek değişmez doğruları”, kendilerinin konumlarıdır. İHTİYAÇ, YALNIZ YÜRÜMEYİ GÖZE ALABİLECEK KADAR CESUR OLMAKTIR Hiç kuşku yok; CHP’nin tartışmaya, kendisini tartıştırmaya ve hatta değişime, dönüşüme ve yenilenmeye ihtiyacı var. Bu çerçevede, sorumluluk, Türkiye’nin demokratikleşmesini talep eden herkesindir. Taleplerin haklılığından kuşkum yok; bununla birlikte hiçbir kavramın tek başına bir anlamı olmadığını da belirtmek isterim. Sözcüklere anlamlı hâle getiren, onlara masumiyet kazandıran yahut önyargı ile yaklaşmamıza neden olan, o sözcükleri dile getirenlerin kişisel itibarlarıdır. İmamoğlu’nun değişim çağrısının toplumda bir dalgalanma yarattığını biliyoruz. Bununla birlikte “zoom toplantısı”na katılan isimlerin deşifre olmasından sonra söz konusu değişim kavramına olan beklentide düşüş olduğunu da görüyoruz. Liderlik, kamburları sırtından atmayı gerektirdiği gibi, yalnız yürümeyi göze alacak kadar cesur olmayı da gerektirir. İhtiyacın ne olduğunu da Nazım’dan aktaralım: “…Zaman az! Geniş göğsüm çatlıyacak! 45 numro Amerikan kunduralarımla dekametroluk adımlar atsam da kafi değil. Koşmak lazım, Olimpiyat yarışlarında gibi koşmak, KOOOOOOŞ-MAK!!”