Cuma, Mart 29, 2024

İstanbul Sözleşmesi ve güvenliğimiz: Çözüm hukuk ama siyaset demokrasiye geçişi başarırsa

İstanbul Sözleşmesi’nden bir geceyarısı tek taraflı bir cumhurbaşkanı kararıyla “söke söke” koparılmak istenmemiz, ardından yaşananlar ve son Danıştay kararı, demokrasiye geçiş için muhalefetin başarması gerekenler hakkında çok şey anlatıyor.

20 Mart 2021 Cumartesi tarihli Cumhurbaşkanı Kararı (CBK), Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğini duyurdu. Anayasada var olmayan bir yetkiye dayanan ve anayasaya açıkça aykırı olan bu karara karşı muhalefet demokratik hukuk devletinin bir mekanizmasına başvurdu. CHP, İYİ Parti, HDP ve çok sayıda sivil toplum kuruluşu, Danıştay’dan yürütmeyi durdurmasını talep etti.[1] Kararın yürürlüğe gireceği tarih olan 1 Temmuz’dan bir gün önce ise Danıştay 10. Dairesi, oy çokluğuyla bu başvuruyu reddetti. Kararın gerekçeleri ise daha vahim. Çünkü daha da büyük ve ülkeyi felakete sürükleyebilecek otokratik kararlara kapı aralıyor.

Montrö Andlaşması, Nato ve Avrupa Konseyi üyelikleri, BM Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ndeki imzamız, hepsi bir kişinin tasarrufuna açık hâle getirildi. Hukuk devletine uygun olmasa da, bu tür keyfi kararlarda kullanılabilecek ve en azından bir kesimin kafasını karıştırılabilecek yargısal bir dayanak oluşturuldu.

Yani insan hakları özellikle de kadın haklarının korunmasında ciddi bir hak kaybına karşı muhalefet haklı itirazda ve hukuksal girişimde bulundu. Ama sonuç, potansiyel olarak daha kapsamlı ve geniş bir otoriterleşme, egemenlik kaybı ve güvenlik sorununun ortaya çıkması oldu.

Dolayısıyla otoriterleşmeye karşı haklı bir muhalefet, istemeden de olsa tam tersi sonucu doğurdu. Siyaset biliminde “güç gaspı,” “yürütmenin yüceltilmesi” ve “demokratik geri kayma veya kademeli otoriterleşme” olarak adlandırdığımız süreçlerin tipik bir örneğini daha yaşadık.[2]

Özellikle Türkiye gibi bu süreçlerin çok ilerlemiş olduğu örneklerde muhalefetin hukuksal ve demokratik siyasal mücadele arasında hem söylemde hem de eylemde çok dikkatli bir denge kurması gerekiyor.

Kademeli otokratikleşme ve demokrasiye geçiş

Türkiye Sosyal, Ekonomik ve Siyasal Araştırmalar Vakfı (TÜSES) için meslekdaşlarım Seren Selvin Korkmaz ve Edgar Şar ile birlikte yazdığımız Demokrasiye Geçiş İçin İttifak ve Mutabakat Senaryoları adlı raporumuz evvelki hafta yayınlandı. Bu raporda ülkemizin altında ezilmekte olduğu ağır sosyal, ekonomik ve ahlaki sorunların kaynağının, uzun süredir yaşadığımız kademeli otokratikleşme süreci olduğunu vurguladık. Bunun sonucunda demokrasinin ve hukuk devletinin son yıllarda neredeyse tamamen askıya alınmış olmasını tartıştık. Bu durumda demokrasiye geçiş için muhalefetin hangi mücadele alanlarında, parti ittifakları ve bir demokrasi bloku olarak neler yapması gerektiğini ayrıntılı olarak analiz ettik. Rapor hakkında Seren Selvin Korkmaz geçen hafta bir yazı kaleme aldı.

Kademeli demokratik kayma süreçleri, karşılaştırmalı siyaset biliminde son yıllarda daha iyi anlamaya başladığımız bir otokratikleşme türü.[3] Demokrasi tek defada değil bir çok “mini darbe”yle aşınıyor ve çöküyor.  Bu süreçler ve Türkiye’nin öncü konumu hakkında geçen hafta değerli öğrencim Kemal Büyükyüksel de güzel ve bilgilendirici bir yazı yazmış.

Kademeli otokratikleşme süreçleri demokrasiyi korumak veya geri getirmek isteyen muhalefet aktörlerini zor durumda bırakıyor. Otokratikleşmeye karşı hamleler çoğu kez tam tersi sonucu doğurabiliyor.[4]

Yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının ortadan kaldırıldığı bir bağlamda salt hukuksal olarak doğru olanı uygulamak ve normal hukuksal süreçlere başvurmak yeterli olmuyor. Aksine hem mevcut otokratikliğin meşrulaşması hem de daha da derin ve tehlikeli otokratik hamlelere alan açmakla sonuçlanabiliyor.

Bir mini darbe olarak İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı

Saygın anayasa hukukçuları İstanbul Sözleşmesi’nden bir cumhurbaşkanı kararıyla çekilmenin anayasaya aykırı olduğunu söylüyor. Zaten bunu görmek için anayasa hukukçusu olmaya da gerek yok. Bu sözleşmenin kanun hükmünde olduğunu anayasa açıkça yazıyor. Herhangi bir kanun da değil temel hak ve özgürlüklerle doğrudan ilgili bir yasa. Siyaset Bilimi terminolojisine göre otoriter bir “hiperbaşkanlık” sistemi getiren 2018 anayasası bile 7. Madde’ye göre şöyle diyor:

“Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”

Bu sözleşmeye de zaten TBMM’nin yani milletin temsilcilerinin bir kararıyla taraf olmuşuz. Hem de tek çekimser oya karşılık tümünün oyuyla karar verilmiş.

Gene aynı anayasanın 90/5 maddesinin ilgili kısmını ise buraya aynen koymakta fayda var:

Madde 90 – Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır […] Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

Yani söz konusu CBK alenen anayasaya aykırı. Daha doğrusu anayasaya dayanmıyor. Anayasadan kaynaklanmıyorsa bunu bir yetki (yani meşru güç) değil salt güç kullanımı olarak görmek gerekir.

Yani bir kişinin komşusunun bahçesinin bir kısmını çevirip “güç bende burası artık benim” demesinden özünde pek farkı yok.

Dolayısıyla siyaset bilimi açısından bu bir “mini darbe” veya yetki gaspı. Kademeli otokratikleşme dediğimiz süreçler tam da bu şekilde gelişiyor. Bunun yüzlerce örneğini ülkemizde senelerdir yaşıyoruz. Muhalefetin sorularına mecliste yanıt dahi verilmemesi.. ihale kanunundaki istisnai ihalesiz proje imkânının destekçiler için sürekli kullanımı.. alenen yolsuzluğu açıklanmış bakanlar hakkında soruşturma bile açılmaması.. Boğaziçi ve Şehir üniversitelerine yapılanlar.. Merkez Bankası’nın yasal özerkliğinin fiilen yok edilmesi.. Sabaha karşı yapılan öğrenci göz altıları.. Muhalefetin kazandığı ilk İstanbul seçiminin tekrarı.. Haklarında mahkumiyet olmayan muhalefet liderlerinin senelerce cezaevinde “tutulması”.. HDP belediyelerine kayyım atayıp sonra kanunun ön gördüğü gibi seçim de yapmayarak çifte demokrasi ihlali.. Kendisi hakkında da ihbarda bulunan bir mafya liderinin iktidar içi devasa suç iddialarını soruşturması gereken yargının “elinin tutulması,” veya buna bile gerek bırakmayacak bir kadrolaşma yapılması..

Bu kararların her biri daha derin bir otokratikleşmeye kapı araladı çünkü her biri bir sonrakini normalleştirdi, meşrulaştırdı, toplumsal direnci de zayıflattı.

Danıştay kararı daha derin otokratikleşmelere kapı araladı

29 temmuz Danıştay kararı, anayasanın kanun hükmünde dediği, hatta ulusal yasalardan öncelikli dediği bir sözleşmeden çıkma yetkisinin “yürütme yetkisine ilişkin” olduğu, bir kişide yani Cumhurbaşkanı’nda olduğu yargısına variyor. Yani millete ait olan yasa yapma yetkisini kısmen yürütmeye ve Cumhurbaşkanı’na devrediyor. Üstelik te bu kararını bir başka CBK’ya dayandırıyor. İlgili kısım aynen şöyle:

“Dolayısıyla, milletlerarası andlasmaların sona erdirilmesinin (feshinin) Cumhurbaskanlıgı Kararnamesi ile düzenlenmesinin hukuken mümkün oldugu anlaşılmakla, dava konusu Cumhurbaskanı Kararının dayanagını teskil eden 9 numaralı Cumhurbaskanlıgı Kararnamesi’nin 3. Maddesinin […] Anayasaya aykırılık iddiası oy çokluguyla yerinde görülmemistir […] milletlerarası andlasmaların feshedilmesinin yürütme yetkisine iliskin olması […] milletlerarası andlasmaların feshine iliskin islemlerin, kaynagını Anayasadan alan yürütme yetkisi ve görevi kapsamında Cumhurbaskanı tarafından yapılacagı […] yürütme faaliyetine iliskin fesih yetkisini kullanırken yasama organının bir islem tesis etmesine gerek bulunmadıgı sonucuna varılmaktadır.”

Kısadan hisse Danıştay bu kararıyla bir yandan yürütmeyi durdurmamaya (yani otoriterleşmeyi durdurmamaya) karar verirken, diğer yandan daha da tehlikeli bir şey yapıyor. Gerekçesinde aslında var olmayan, yürütmeye ait olmayan bir yetki yaratıyor. “Çekilme siyasal takdir yetkisidir ve yargısal açıdan denetlenemez” diyerek bir hükümet tasarrufu yetkisi oluşturuyor. Basit bir idari işlem olan CBK ile tek yanlı fesih yetkisi tanıyor. Uluslararası bağlarımız ve statümüz hiç bir meclis ve yargı denetimi olmaksızın yürütmenin keyfiliğine bırakılıyor.

Yani bir başka gece yarısı en temel özgürlüklerimizi, güvenliğimizi ve çıkarlarımızı şekillendiren bir başka andlaşmadan daha çıkıverebiliriz. Montrö, Nato, BM Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, istediğinizi seçin.

Tüm bunlar sadece demokrasi açısından değil uluslararası ilişkiler açısından da son derece tehlikeli. Çünkü en temel uluslararası taahhütlerimiz ve statümüz bir kişinin (ve dar çevresinin) iki dudağından çıkacak karara bırakılmış durumda.

Bu tür hamleler gelecek seçimleri muhalefetin seçimi seçimden önce kaybetmesine de yol açabilir.

Böyle bir ülkeye güvenilmez, yatırım yapılmaz, güvenilmeyeceği oranda da tüm ülkenin kaderiyle kişisel kaygılar doğrultusunda oynanabilir.

Peki muhalefet ne yapmalıydı veya ne yapmamalıydı? Bu kadar önemli bir konuda farklı bir tepki verebilir miydi? Yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı bir bağlamda yargıya başvurmak mı başurmamak mı daha iyiydi?  Çözüm siyasette, yani muhalefetin siyasetinde, ama hangi muhalefet ve nasıl? Bu soruları gelecek yazımda tartışacağım.


[1] CHP İstanbul milletvekili İbrahim Kaboğlu eliyle muhalefet Meclis Başkanlığı’na 10 Haziran’da, uluslarası andlaşmaların feshi konusunda her türlü muğlaklığı ortadan kaldıracak bir kanun teklifi de verdi.

[2] Power grab; executive aggrandizement; inceremntal autocratization.

[3] Nancy Bermeo, “On Democratic Backsliding.” Journal of Democracy 27, no. 1 (2016): 5-19;

Anna Lührmann, Marcus Tannenberg, and Staffan I. Lindberg. “Regimes of the World (Row): Opening New Avenues for the Comparative Study of Political Regimes.” Politics and Governance 6, no. 1 (2018): 60-77; Stephan Haggard and Robert Kaufman. Backsliding: Democratic Regress in the Contemporary World. Cambridge: Cambridge University Press, 2021.

[4] Murat Somer, Jennifer L. McCoy, and Russell E. Luke. “Pernicious Polarization, Autocratization and Opposition Strategies.” Democratization  (2021): 1-20. https://doi.org/10.1080/13510347.2020.1865316.

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

YAZARIN DİĞER YAZILARI