Çarşamba, Nisan 24, 2024

İspanya’yı nasıl bilirsiniz?

Zapatero’nun başbakan olduğu 2004 seçimlerinde sosyal demokrat PSOE, siyasi politikasını –toplumsal bir karşılığı olmadığı halde- ilk defa iç savaş ve üzeri örtülen acılar ile hesaplaşma üzerinden yeniden konumlandırdı.

Bildiğiniz İspanya, üzerindeki faşist gömleği atamamış, kurumlarında hala Franco’nun gölgesi dolaşan baskıcı bir devlet mi, yoksa 36 yıllık Franco iktidarından demokrasiye geçiş süreci ve uygulama sürati ile başarı hikayesi yazan bir ülke mi?

Bu soruyu bir İspanyol’a sorsanız yaşadığı bölge ya da siyasi görüşüne göre farklı cevaplar alabilirsiniz ama Batı’da ve Türkiye genelinde -İspanya’nın demokrasi karnesi hayli yüksek olmasına rağmen- birinci cevap ağır basar. İspanyol demokrasisinin Franco’nun gölgesinde olduğu fikri azımsanmayacak oranda yaygındır.

Bunun nedenleri üzerine geçmeden önce yiğidi vurup hakkını verelim ve demokrasi ve özgürlükler boyutunda İspanya ile ilgili bazı önemli tespitleri şuraya bırakalım:

  • Demokrasi liginde* -Fransa’nın bile önünde-167 ülke arasında 18.sırada. Özellikle seçim süreci, politik çoğulculuk (temsil yetkisi) ve sivil özgürlükler alt başlıklarında daha da üst sıralarda.
  • Özgürlükler liginde** 195 ülke arasında 20. sırada.
  • 17 özerk bölgeden oluşan demokratik bir yönetime sahip ancak, Katalonya, Bask Bölgesi ve Galiçya “tarihi topluluk” statüsünde oldukları için kendi dillerinde eğitim başta olmak üzere, pek çok ilave hak sahibi.
  • Dünyada kadınların siyasi hayatta temsil edilmesi bakımından kabinesinde kadın bakan sayısının erkekten fazla olduğu tek ülke (12 kadın bakana karşın, 10 kadın bakan var bugünkü Sanchez kabinesinde)
  • İş hayatında üst yönetimdeki kadın oranı da fena değil. Üst kademe pozisyonların %34’ü kadınların; bu dünya ortalamasının 5 puan üstünde.
  • Dünya’da Hollanda ve Belçika’nın ardından eşcinsel evliliğini 2005’de yasallaştıran 3.ülke olmuş İspanya.
  • Eşcinsellere evlat edinme hakkını tanıyan ilk ülke.

…liste böyle uzuyor.

Peki hal böyleyken bu önyargının temeli ne?

Her şeyden önce biraz geriye gidelim. 1936 – 1939 yılları arasında faşist milliyetçiler ve sol cenahın toplandığı cumhuriyetçiler arasında geçen iç savaş sonrası, 1939’dan 1975’de ölümüne kadar ülkenin diktatörü olan Francisco Franco faşist/diktatör kimliği ile özdeşleşmişti. Ölümünden sonra Franco destekçisi yaşlı savaş suçlularının yataklarında ölmesine izin verilmesi ve Halk Partisi’nin (PP) kurucularının önceki rejimin bazı isimlerini bünyesinde tutması dünya ve ülke kamuoyunda demokrasiye geçişin gayri meşru bir temele dayandığı algısını güçlendirdi.   Öte yandan, 1975 sonrası demokrasiye geçişte toplum genelinde geniş kapsamlı bir fikir birliği oluşturulması için büyük çaba harcandı. Franco’nun eski destekçilerinden İspanya Komünist Partisi üyelerine kadar herkes, liberal demokrasinin temel kurallarını benimsenmesi adına çalıştı ve sonunda ortak bir noktada uzlaşıldı. İspanya Anayasası, 1978’de yapılan bir referandumda %67’lik bir katılımla İspanyolların %92’sinin onayını aldı. Takip eden yıllarda demokrasi dönüşümü, müthiş bir süratle ve takdir uyandıracak bir toplumsal mutabakat altında 2000’lerin başına kadar oldukça başarılı bir biçimde uygulandı.  Ancak Zapatero’nun Başbakan olduğu 2004 seçimlerinde sosyal demokrat PSOE, siyasi politikasını –toplumsal bir karşılığı olmadığı halde- ilk defa iç savaş ve üzeri örtülen acılar ile hesaplaşma üzerinden yeniden konumlandırdı. Üzerinde iç savaşın hayaletleri gezen bir ülke için bu siyaset, hem iç savaş temalı bir sağ sol kutuplaşmasını körükledi hem de sağ kanattaki popülist parti ve seçmenlerinin İspanyol ve yabancı kamuoyu gözündeki faşist imajını tazeledi.  Diğer önemli bir faktör şüphesiz ki Katalonya meselesi ve özellikle meselenin son on yıldaki yükselişi. Bu konuya da öncelikle Katalonya Özerk Bölgesinin sahip olduğu bazı önemli hakları hatırlatarak girelim:

Bölgeye özel eğitim sistemi ve müfredatın belirlenmesi. Eğitimde İspanyolca ve Katalanca dilleri ortak olarak kullanılıyor ancak uygulamada sınırlı sayıda özel Katolik okul dışında tüm okullarda sadece Katalanca eğitim veriliyor, İspanyolca okutan öğretmenler dışlanıyor ve baskı altında bırakılıyorlar. Özellikle son on yılda bazı veliler çocuklarının İspanyolca öğrenim haklarının ellerinden alınması nedeniyle Katalan Bölgesel Eğitim yönetimini dava etti ancak hiçbiri henüz sonuçlanmadı bu davaların. Müfredat konusunda ise; özellikle yerel tarih anlatımı bağımsız ve İspanya Milli Eğitim sistemininkinden farklı.

Sağlık sistemi ve uygulamalarında bağımsızlık. Yerel hükümet olarak ilaç şirketleri ve özel sağlık kurumları ile özel anlaşmalar, sağlık çalışanları bağımsız ücretlendirme sistemi, COVID kısıtlamaları ve destek paketlerinde bağımsız karar alma gibi hakları var.

Yerel polis kuvveti istihdamı ve yönetimi. Katalonya’nın kendine özel bir polis teşkilatı var, ayrıca devleti temsilen bir polis yapılanması yok.

KDV gelirlerini kullanım hakkı.  KDV gelirlerinin kullanımı, Katalan yönetiminin tasarrufunda ancak gelir vergisi başta olmak üzere, diğer önemli vergi kalemleri İspanya merkezi yönetimine transfer ediliyor, sonrasında ülke nüfusu içindeki paylarına orantılı olarak belli bir yüzdesi Katalan yerel yönetimine geri ödeniyor. Peki bu geniş haklara rağmen, Katalonya bağımsızlık tartışmaları son yıllarda neden alevlendi? Bunun temelinde 2007 biterken İspanya’nın içine girdiği ekonomik kriz var. Katalonya yerel hükümeti de aynı dönemde pek çok yolsuzlukla daha da derinleşen ekonomik bir darboğaza girdi. Hemen akabinde (bölgesel hükümetin nüfus içindeki oranına göre değil, GMYİH içindeki oranına göre mali destek alması gerekliliği argümanı ile) devletten payına düşen mali kaynak ödemesinin arttırılmasını talep etti. “Spain is Rubbing Us” (İspanya bizi soyuyor) kampanyası bu şekilde başladı.  İtirazların dozu 2012-2017 arasında CİU’nun (Katalonya bağımsızlığını savunan bölgesel parti) popülist bir çizgiye kayarak bağımsızlık talebine dayalı bir siyaset izlemeye başlamasıyla farklı bir boyut kazandı. Bölgesel hükümet, propaganda zemini oluşturmak için Katalan medyasına devletin verdiği sübvansiyonlardan da faydalanarak Katalanlar arasında kamuoyu oluşturdu, global kamuoyuna konuyu taşıdı ve gündem yayılmaya başladı. Bu yıllarda ayrılıkçı hareketin liderleri Katalanca konuşan bağımsızlık destekçilerinin Katalonya’nın gerçek sesini temsil ettiğine karar verirken, İspanyolca konuşan bağımsızlık karşıtlarını (büyük ölçüde iç savaş sonrası İspanya’nın diğer bölgelerinden gelen işçi sınıfı Cumhuriyetçilerin torunları) ötekileştirdi ve dışladı. Hareketin liderleri, faşizmle bağlantısı olduğu iddiası ile İspanya Anayasasının artık geçerli olmadığını iddia ettiler. Katalan parlamentosunun bağımsızlık yanlısı üyeleri, bölgenin temel yasalarını değiştirmek için gereken “süper” çoğunluğa sahip olmamalarına rağmen, rakiplerinin pasif kalacağını umarak özensiz bir referandum tasarladı (reddettikleri anayasaya göre bağımsızlık amacıyla referandum düzenlemek de suçtu). Polisin bu “darbeye” karşı göstericileri bastırıcı eylemi, büyük resmi anlamakta kötü bir iş çıkaran uluslararası medyayı da heyecanlandırdı. Paradoks, Katalan milliyetçilerin, diktatörlüğü sırasında iki referandum yapan Franco gibi, referandumun seçimlerden daha geçerli olduğunu düşünmeleri ve yine Franco gibi siyasi muhalifleri halkın düşmanı olarak konumlandırmaları oldu. 2017 Ekim’inde bağımsız gözlemci ve temsilcilere izin verilmeyen tartışmalı referandum %43 katılımla, bağımsızlık lehine %92 oranında evet oyu ile tamamlandı. Akabinde yerel hükümet bağımsızlık ilan etti. Ancak bu karar İspanya tarafından tanınmadı ve Katalan hükümetinin bazı üyelerinin yurtdışına kaçması bazılarının ise tutuklanması ile neticelendi.

Katalonya meselesine geri dönersek; tüm bu olup bitenden kim zarar gördü? Şüphesiz ki sadece İspanya değil, aynı zamanda Katalanlar da. Kazan-kazan olarak daha da gelişebilecek bir siyasi yapı, kaybet-kaybet’e dönüştü.

Peki sonra neler oldu? Sosyal demokrat PSOE’li Başbakan Pedro Sanchez 2018’de azınlık hükümetini kurarken bir uzlaşma adımı atıp tüm tutukluları serbest bıraktı, Katalan lider Puigdemont’un yurtdışından Katalonya’ya dönmesine izin verdi ve ekibinden bazılarının hükümet içinde temsil edilmesini sağladı. Bu bir taviz olarak da nitelendirilebilir tabi ancak demokrasilerde temsilin esas olmasından hareketle demokrat bir hükümetten beklenen bir tutum değil mi aynı zamanda?

Katalonya meselesine geri dönersek; tüm bu olup bitenden kim zarar gördü? Şüphesiz ki sadece İspanya değil, aynı zamanda Katalanlar da. Kazan-kazan olarak daha da gelişebilecek bir siyasi yapı, kaybet-kaybet’e dönüştü. Yatırımcı açısından Katalonya istikrarsız, gergin ve fazla “hareketli” bir bölge oldu. Pek çok ulusal ve uluslararası şirket genel merkezlerini İspanya’nın farklı şehirlerine taşıdılar. İspanya, kültürünün ve ekonomisinin değerli bir bileşenini kaybetme noktasına geldi. Barcelona, önemli bir turizm destinasyonu iken düşüşe geçti.

Ayrımcılığa dayalı, ötekileştiren popülist politika; Trump Amerika’sından, Bolsonaro Brezilya’sından ya da Erdoğan Türkiye’sinden farksız olarak demokrasi karnesi yüksek İspanya’da da meyvesini vermeye devam ediyor. Popülist siyaset, dünyanın her yerinde seçmende karşılık buluyor.

*Economist

** Freedom House

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI