Dün akşam  bir tiyatro eserine gittik. Eser İngiltere’yi milli takımının antrenörü Gareth Southgate üstünden inceliyor. Southgate son altı yılda İngiltere’yi düzlüğe çıkarmış ve takımına bir çok korkusunu aşmayı öğretmiş bir antrenör. Oysa kendisi de 96 Dünya Kupası’nda penaltı kaçırarak İngiltere’nin elenmesine neden olmuştu. Bu bölümdeki yazılarımda genelde Türkiye’de ve dünyada yaşanan anlaşmazlıkları çözmek için başka ülkelerde farklı neler yapılıyor bunlara yer vermeye çalışıyorum. Ancak dün gördüğüm bir sosyal olay ve akşam izlediğim bir tiyatro eseri bu sefer İngiltere ile ilgili yazmak istememe neden oldu. Ben küçükken, Boğaz’da büyümüş olan babam Bebek’ten hafta sonu kürek kiralayarak, kayığı çakara bağlar ve beni yüzmeye götürürdü. Bu nedenle, kayık ve kürek çekme çocukluğumdan beri hoşuma giden bir faaliyet olagelmiştir. Dolayısıyla İstanbul’da başladığım kürek sporuna, heyecanla ve zevkle burada devam ediyorum. Burada en sevdiğim şeyin kürek çekmek olduğunu söyleyebilirim. Buradaki birçok gelenek gibi kürek geleneği de o kadar eski ki, spor faaliyeti olarak 1716’da başlamış olsa da, insanların 17. yüzyıldan beri nehirlerde kürek çektiği tahmin ediliyor. Bugün de Londra’da Thames nehri boyunca birçok kürek kulübü var. Her biri oldukça eski ve hatta üyesi olduğum kulüp 1896’da kurulmuş. Dün, haftalardan beri kulüpte adı geçen (Londra’nın batısındaki) Henley’de bir haftadır yapılan ve yurtiçi kadar yurtdışından da kürekçilerin geldiği yarışları izlemeye gittim. Her sene 300bin kişinin izlemek için katıldığı bu yarış, 1839’da başlamış. Tekli, çiftli, dörtlü, sekizli her tür yarış var. Halen oldukça elit bir spor. Biraz da bu sebeple, Henley’ye yarışa değil izlemeye gelen erkek katılımcılar, gömlek-kravat üstüne kürek çektikleri kulübü simgeleyen çizgili ceketleri giyiyor. Kadın kürekçiler ise çizgili ceketleri elbiselerin üstüne giyiyor. Eşlik eden diğer katılımcılar -benim gibi yaz ortasında cekete direnenler veya kürek çekmeyen katılımcılar- nehir kenarında piknik yaparak yarışı izliyor. Gelenler arasında %1’in bile altında siyahi yahut Asyalı olmadığı söylenebilir.  Çimlere yahut masalara oturup köpüklü şarap ve/veya birçok alkol tüketilen ve bir sürü şey yenilen piknik, tüm gününüzü güneş altında geçirebileceğiniz bir faaliyet. 
Southgate’in “İngiltere olmanın ne demek olduğuyla ilgili hepimizin bir meselesi var” cümlesi adeta bir sorgulama. Zira artık futbolu sadece beyazlar oynamıyor hele siyahi oyuncular penaltı kaçırdıklarında yapılanlar…
Yarışın 184. yılında, yapıldığı ülkenin ismi aynı, başkenti aynı, idari şekli aynı. Oysa yarışın başladığı 1839, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği ve bir Müslüman ülkede ilk anayasal belgenin ortaya çıktığı tarih. Dahası, o zamandan beri Türkiye dahil bir çok ülkenin ismi, başkenti, idari şekli değişti. İngiltere ise, birçok ülke gibi nüfusu ve toprağı değişse de, bunları değiştirmediği gibi, adeta zamana ve kaçınılmaz tek şey olan değişime gelenekle meydan okumaya çalışıyor. Nitekim bunların düşünmemin hemen ardından, dün akşam önceden bilet aldığımız bir tiyatro eserine gittik. Eserin adı “Dear England” (Sevgili İngiltere) idi. The Economist’te yer alan bir değerlendirmeye göre, eser İngiltere’yi İngiltere milli takımının son altı yıllık futbol antrenörü Gareth Southgate üstünden inceliyor. Adını da koçun 2021’de Avrupa Futbol Şampiyonası öncesinde kamuoyuna yazdığı bu başlıklı mektuptan almış. Joseph Fiennes tarafından oynanan Southgate karakteri, son altı yılda İngiltere’yi oldukça düzlüğe çıkarmış ve takım olarak bir çok korkusunu aşmayı öğretmiş bir antrenör. Oysa kendisi de 1996 Dünya Kupası’nda penaltı kaçırarak, İngiltere’nin elenmesine neden olmuş. [caption id="attachment_251266" align="alignnone" width="500"] Henley Kürek Yarışında geçmiş senelerden iki yarışçı[/caption] Korku konusu, eserde sıklıkla baş gösteriyor. Elbette İngiltere ligindeki birçok meseleyle beraber. Örneğin, oyuncuların kendi oynadıkları takımları milli takımlarından daha çok önemsemeleri yahut milli takım ruhu taşımamaları veya ilk sahnelerde birbirleriyle atışmaktan çekinmemeleri. Bu bağlamda, Southgate takıma destek olması için bir psikolog getirtiyor. Birçok alfa erkek gibi İngiltere’nin erkek futbol takımı oyuncuları da kurumsal ve şahsi ruh sağlıklarına yapılan böyle bir yatırımı gereksiz görüyor. Nitekim çoğunun ilk derdi “ne zaman antrenmana başlayacağız”. Bu deneyimini daha sonra kitaplaştıran Dr. Pippa Grange, korkunun insanlara kötü kararlar aldırdığını söylüyor. İngiltere’nin kupalarda on yıllarca aşamadığı penaltı korkusu sıklıkla gündeme geliyor. Kürek gibi, futbolun da spor olarak başladığı ülke olmak, kazanmanın -en azından kafalarda- adeta İngiltere’nin “hakkı” olmasını doğurmuş. Oysa İngiltere 1966’den beri hiç kupa kazanamamış. Southgate’in “İngiltere olmanın ne demek olduğuyla ilgili hepimizin bir meselesi var” cümlesi adeta bir sorgulama. Zira artık futbolu sadece beyazlar oynamıyor hele siyahi oyuncular penaltı kaçırdıklarında onlara yapılanlar (ırkçılık); herhangi bir duygusal aktarımın zayıflık görülmesi (kültürel ataerki); en yakın komşuları olan Avrupa ile ilişkiler (Brexit); ve kadın futbol takımının on altı dünya kupasından on beşine katılıp, sekiz kere şampiyon olması hatta UEFA’ya da on dört kez katılıp sekiz kere kazanmasının gündeme bile gelmemesi gibi (toplumsal cinsiyet rolleri) dünyadan alışık olduğumuz bir çok temanın İngiltere özelinde de gündeme gelmesini sağlıyor.
Eserde söylenen “İngiltere’nin kaybetmeyi öğrenmesi gerekiyor” cümlesi beni çarptı. Zira mesele aslında bir futbol maçını kaybetmekle ilgili değil. Ülkenin 17-18. yüzyıldan beri var olan gelenekleriyle övünmeye kitlenmesinde…
Bunların ışığında, eserde söylenen “İngiltere’nin kaybetmeyi öğrenmesi gerekiyor” cümlesi beni oldukça çarptı. Zira mesele aslında bir futbol maçını penaltılarla veya başka şekilde kaybetmekle ve ondan sonra oyuncuların toplumsal bir linç ile karşı karşıya kalsa da, buna rağmen hayatın devam ettiğini görememesiyle ilgili değil. Ülkenin 17-18. yüzyıldan beri var olan gelenekleriyle övünmeye kitlenip, bunlara herhangi bir şekilde dokunmayı terra incognita (bilinmeyen/keşfedilmemiş topraklar) olarak görmesinde. Dolayısıyla onları bugünün yarattığı değişimlere uyarlama konusunda geri kalmasında. Eski o denli yüceltilip, devam ettirilmek isteniyor ki, eskinin ne kadar emperyal ve başkalarına acı veren bir şeyi temsil ettiğinin farkına bile varılmıyor. En basitinden, kürek yarışından aktarmaya çalıştığım gibi, iklim krizi nedeniyle eskisine göre çok daha ısınmış bir ülkede Temmuz ayında insanlar güneşin altında hala ceketle dolaşmak durumunda kalıyor. Bu dokunul(a)mazlık başka alanlarda da gözlenen bir fenomen. Birçok ülkede konu olmayan meseleler burada sorun. Avrupa’da yatılı okul ve kız-erkek okulu ayrımının halen toplumsal kabul görür olduğu ülkelerden yeganesi hele İngiltere’dir. Keza Avrupa’nın birçok ülkesinde devlet okullarında yabancı dil öğrenilir. Burada özel okullarda dahi yabancı dil öğrenilemiyor. İnsanların 150 yıllık birbirinin aynı plana ve görüntüye sahip, o zamanın ihtiyaçlarını yansıtan eski evlerde oturması ve yeni ev yapımına karşı çıkılması, sonsuz kiralık ev bulma sorununa rağmen. Bu ise beraberinde sürekli onarım; ısı kaybı; boru tıkanması ve akma gibi birçok sorun getiriyor. Tek, çocuksuz veya çocuklu çift olarak yaşama artsa da. Yahut Imperial College isimli üniversitenin ırkçılıkla anılan bina ve diğer isimlerle kurumsal yaşamına devam etmesi. Örnekler artırılabilir. Bunların ülkedeki eşitsizlik ve hiyerarşinin devamına katkısına değinmiyorum bile. Bugün için bu ülkenin sorununun, post-emperyal ve global bir dünyada, İngiltere olmak ne demektir sorusuna cevap bulmayı bırakalım, sorudan bile rahatsız olduğu açık.