Bütün kısıtlamalara, kamu bankalarının kredi vermemesine rağmen aynı anda en çok metro yapabilen belediye olmak gibi büyük başarıları bir kenara bırakıp İmamoğlu belediyeciliğinin devasa kültür hamlelerini öne çıkaralım istiyorum. Daha ben Botter’i göremeden Ekrem İmamoğlu şimdi de Feshane’ye el atmış, restorasyondan sonra dediğine göre “efsane” olmuş. Henüz gidip göremedim ama daha önceki işlerine bakınca İmamoğlu’nun ekibinin burada da küçük çaplı bir mucizeye imza attığına eminim. İstanbul, İmamoğlu’nun elinde gün geçtikçe hak ettiği değere ulaşıyor, bir “kültür başkentine” dönüşüyor. Bütün kısıtlamalara, kamu bankalarının kredi vermemesine rağmen aynı anda en çok metro yapabilen belediye olmak gibi büyük başarıları bir kenara bırakıp İmamoğlu belediyeciliğinin devasa kültür hamlelerini öne çıkaralım istiyorum. “İmamoğlu’nun İstanbul’u” başlığıyla bu köşede daha önce yayınlanan iki yazıda Karaköy’den Taksim’e belediye tarafından restorasyona alınan tarihi yapıları, ihya edilen semt iskelelerini, kamuoyu oluşturarak Kanal İstanbul faciasından şehri kurtarışını anlatmaya çalışmıştım. Geçenlerde yolum Mecidiyeköy’e düştü. Malum ya Mecidiyeköy dünyanın sayılı kaotik yerlerinden biridir. Hoş, bunu söylemek de artık çok kolay değil zira İmamoğlu orayı da düzenledi ve ben bu yazıyı yazmadan önce meydandaki belediye kitapçısında biraz dolandım. Meğer İBB iki yeni kitap hazırlatmış ve İstanbul’un hiç umursanmayan konularını kayda geçirmiş, geriye çok önemli birer kaynak bırakmış. Bunlardan biri İstanbul’un kuşları, diğeriyse her İstanbullunun hayatında bir yeri olan dolmuşlar. Bunlar önemsiz gözükebilir ama asla değil çünkü bir kültür kenti ancak tarihiyle uyum içinde büyüdükçe kimliğini koruyabilir. Bu tarih de kendi doğasıyla, florasıyla, erguvanı martıları vapurları dolmuşlarıyla birarada olabilir ancak. En az bir on sene olmuştur, Şehir ve Kültür İstanbul diye bir derleme kitabı okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam Sinan Genim, makalesinde İstanbul’un florasında palmiye diye bir ağaç olmadığını, o yüzden de Sepetçiler Kasrı’nın önüne palmiye dikilmesinin büyük bir hata ve tarih bilincinden yoksun olmak anlamına geldiğini yazmıştı.
İstanbul’un surlarına bir bakın, bütün sahiciliğini ve yaşanmışlığını yitirmiş bir taşlar yığını. Böyle mi olmalıydı İstanbul? Ama İmamoğlu’nun elinde silkiniyor, eski hüviyetini yeniden kazanıyor.
İşte bu yüzden İstanbul’un ağacını da, kuşunu da, hayvanlarını da, dolmuşlarını, trenlerini, her şeyini araştırmak, kayda geçirmek zorundayız. Aksi takdirde İstanbul’u İstanbul yapan her şeyi unutmuş, yok etmiş, yerlerine başka şeyler yerleştirmiş olacak, hatta replikalarıyla yetinmek durumunda kalacağız. Görebildiğim kadarıyla, İmamoğlu bu şehrin tarihiyle barışmasını da sağlamaya büyük gayret gösteriyor. Şu surları gözünüzün önüne getirin mesela. İstanbul’un surları, öyle sıradan bir şey değildir ama sahil boyunca bir bakın, ya büyük bir uyumsuzluk göreceksiniz ya da uyum adına bütün sahiciliğini ve yaşanmışlığını yitirmiş bir taşlar yığını. Böyle mi olmalıydı İstanbul? Ama dört senedir, İmamoğlu’nun elinde silkiniyor, eski görkemiyle kuşandıkça dünyanın cazibe merkezi olma hüviyetini yeniden kazanıyor. Kafasına fes geçirip dondurma satan adam otantik değil gülünçtür ama muhafazakar olduğunu iddia edenler İstanbul’a öyle hoyratça davrandılar ki geriye kalan maalesef bunlar oldu. İmamoğlu’nun İstanbul’a kendi değerlerini ve kültürünü geri getirdiğini görmek beni çok mutlu ediyor. Geçen yazıda İmamoğlu’ndan Anadolu ve Avrupa yakasının en önemli meydanlarına dair bir beklentim olduğunu söylemiştim, yineleyeyim. “Taksim Meydanı’nı dünyanın en büyük buz pistine benzetenlere inat, bakalım nasıl kurtaracak? (…) Bizim Kadıköy Suriçi’ne baktığı için dünyanın sayılı manzaralarından birine sahiptir. Gelgelelim, Kadıköy Meydanı, yani rıhtım, ulaşım kolaylığı açısından otobüs terminali olarak heder olur. Yok mudur ulaşımı aksatamayacak şekilde bu meydanı İstanbullulara açabilecek formül?”
Kuzguncuk Bostanı orada duruyor, pek çok şeyin mümkün olduğunu gösterircesine. Kafası attığında sahildeki işgalcilerden Üsküdar’ı kurtaran İmamoğlu’nun bu geleneği de canlandırabileceğine inanıyorum.
Bir ilave yapayım; Yedikule’nin marulu, Çengelköy’ün hıyarı, Kanlıca’nın yoğurdu… Bütün bunları geri getirebilmek için ne yapabileceğimize dair de kafa yormak gerektiğine inanıyorum. Bugünkü nüfus ve şehirleşme sonucunda bazı şeylerin yok olması kaçınılmazdır, amenna, ama kabullenmek istemiyorum ben, yapılacak bir şey olduğunu düşünüyorum hep. Kuzguncuk Bostanı orada duruyor, pek çok şeyin mümkün olduğunu gösterircesine. Kafası attığında sahildeki işgalcilerden Üsküdar’ı kurtaran İmamoğlu’nun bu geleneği de canlandırabileceğine inanıyorum. Emin olun, taksicilerle ve işgalcilerle uğraşmak daha zor.