Duygusal bölünmenin yarattığı yıkım bambaşka riskler barındırıyor. Bu ayrışmayı ne iyi ekonomi ne de güvenlik siyaseti çözemez gibi geliyor bana. Siyasilerin ortak bir ethos yaratmasını beklemek ise işin doğasına aykırı mı? Ne dersiniz?  Hasbelkader dünyaya gelmişiz. Ailemizi seçme şansı verilmemiş. Doğduğumuz coğrafya ise tamamen tesadüf… Önce emekleme, konuşma, sonra da oyun çocukluğu ile etrafımızı bir nebze keşfediyoruz. Annemiz, babamız varsa kardeşlerimiz bir kozanın içinde güvenli bir çevrede, dünyaya adapte olurken okula başlıyoruz. Okumayı, yazmayı öğreniyoruz. Yeni arkadaşlar ediniyoruz.  Aileden ayrılmanın ilk adımını okula giderek atıyoruz. Bilgimiz artıyor, algımız genişliyor. Okul bir anlamda yeni bir dünyanın kapılarını aralamak için bir fırsat sunuyor. Hayata dair ilk deneyimlerimiz, fikirlerimiz, değerlerimiz, ilkokul sıralarında oluşmaya başlıyor. Derken ergenlik çalıyor kapımızı. İlk aşklar, kendini keşfediş, reddediliş, fark edilme arzusu, arkadaşları kutsama, toplum tarafından kabul görme, onay ihtiyacı giderek daha bir önem kazanıyor. İlk gençlik çağı kendini her hücrede hissettiriyor. Hormon fırtınasında dengede kalmaya çalışıyor ve bu yolda çeşitli stratejiler geliştiriyoruz. İşte bu aşamada karşılaştığımız bize rehberlik eden rol modeller mayamızı şekillendiriyor. Kitaplar, öğretmenler, izlenen filmler, dinlediğimiz müzik gençlik isyanımız ve arkadaşlarımız, hepsi kaderimizi belirliyor. Ve bir bakmışız, yetişkiniz. Sorumluluklar kucağımızda. KAMUSAL ALAN VE ZEİTGEİST Aslında bu döngü üç aşağı beş yukarı hepimiz için geçerli. Tabii bazılarımız erkenden sorumluluk alıyor ne yazık ki. Gelgelelim tüm bu süreçler yaşanırken bizi biz yapan iki etmen var. Biri zamanın ruhu diğeri ise kamusal alan ve barındırdığı ethos yani değer yargıları. Hayvan için doğa neyse insan türü için kamusal alan aynı anlamı taşıyor. Zeitgeist yani zamanın ruhu ve bu kavrama bağlı olarak değişen kamusal alan tüm pratiklerimizi belirliyor. Teoride bize erdem, adalet, saygı, eşitlik, hak perestlik öğretiliyor. Bir ölçüde bu ideolojileri benimsiyoruz. Ama uygulamaya gelince bu ideaları ne kadar sürdürebiliyoruz? Cevabı muhtelif. Tabii ideoloji demişken bir cümleyle ne olduğunu hatırlayalım. Felsefi, toplumsal ya da siyasal bir öğreti oluşturan, ülkü olarak da benimsenebilen, kişi ve kurumların davranışlarına yön veren düşünceler bütününe verilen addır ideoloji. İdea kelimesinden türemiştir. Yani bir nebze var olmayan ama ulaşılması gereken bir hedeftir. Örneğin Marksizm, Nihilizm, Kemalizm, Leninizm, Siyasal İslam, Talibanizm, Liberalizm, Feminizm ve ideolojilerin poster çocuğu Kapitalizm başlıca ideolojilerdir. Fakat bu fikirler de gelişim içindedir. Zamana ve zemine göre yeniden yorumlanır.
Benimsenen değerler ne olursa olsun, tartışmalarda hepimizin alt benliği ortaya çıkıyor sanki. Özellikle demokrat olması beklenen kesimlerin kullandığı dil ile prensiplerinin arası açılınca ikna edici olmaktan çok uzağa düşülüyor.
İYİNİN VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE Türkiye’de çok uzun süredir bir sağ-sol kavgasıdır sürüp gidiyor. Her ideoloji ötekinin daha kaba saba, vicdansız, adaletsiz olduğu konusunda katı bir inanca sahip. Ne var ki günümüzde sorun ideolojilerin ötesinde, daha derinlerde, içimizde. Kullandığımız dil, içimizdeki öfke ve empatisizlik hayli yaygın bir tutum olarak karşımıza çıkıyor. Her cenah kendini adaletin temsili olarak sunuyor ancak tartışma ilerlediğinde karşı tarafa galip gelmek için makyavelist bir tutum içerisinde ‘her yol mübah’ stratejisi tercih ediliyor. Benimsenen değerler ne olursa olsun, tartışmalarda hepimizin alt benliği ortaya çıkıyor sanki. Özellikle demokrat olması beklenen kesimlerin kullandığı dil ile prensiplerinin arası açılınca ikna edici olmaktan çok uzağa düşülüyor. Sınıf siyasetini savunan siyasetçilerin kullandığı dil, haklarını savunduğu kitleyle duygusal bağ kurmaktan çok uzak. Hele konu kadına bakışa gelince tüm ideolojiler birbirinden beter. Her ideolojide ama az ama çok fem fobi yani kadın korkusu ya da az biraz mizojini yani kadın düşmanlığı kendini gösteriyor. Sosyal medyadaki paylaşımlar, tartışmalar, muhalefetin dili, siyasetçilerin en yaşamsal noktalarda konuyu ele alış biçimi hepsi birbirinden fiyasko. Tüm bu olanlar nihilist düşünür Nietzsche’nin ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’ kitabını anımsatıyor. Bu ülkede uzun süredir değer yargıları konusunda bir ayrılık yaşanıyor. Duygusal bölünmenin yarattığı yıkım ise bambaşka riskler barındırıyor. Bu ayrışmayı ne iyi ekonomi ne de güvenlik siyaseti çözemez gibi geliyor bana. Siyasilerin ortak bir ethos yaratmasını beklemek ise işin doğasına aykırı mı? Ne dersiniz?