Cumartesi, Nisan 20, 2024

Hukuk güvencesinde bir arada barış içinde yaşama

Türkiye’de bir arada yaşama ve demokrasi kültürü, askeri darbeler, çalkantılı süreçler ve otoriter rejimlerle hep sekteye uğradı. Bu kültürün nasıl yeşertilmesi gerektiğini CHP Milletvekili Cihangir İslam yazdı.

Coğrafyanın kader olduğu yargısı ülkemiz için de geçerli. Bu kaderde sürekli kendini hatırlatan iki temel gerçek var; birincisi bir deprem bölgesinde yaşıyor oluşumuz ikincisi de kültürel çoğulluğumuz.

Türkiye’nin hemen her yanı jeolojik faylarla örülü. Bu gerçek karşısındaki tedbirsizlikler bize defalarca ağır bedeller ödetti. İmparatorluk bakiyesi Türkiye sosyolojik fayların da ülkesi. Bu gerçeği ihmal ettiğimizde de ülkemiz türbülansa giriyor, demokratik işleyiş sekteye uğruyor ve zinde güçlerin durumdan vazife çıkarmasına fırsat doğuyor.

Kültürel çoğulluk gerçeğini kabul ettiğimizde barış içinde bir arada yaşamakta zorluk çekilmiyor. Çünkü tarihsel süreklilik ve gelenekten edindiğimiz olumlu alışkanlıklarımız var. Mesela Kıta Avrupa’sının yaşadığı tecrübenin aksine etnik veya dinî farklılıklar için gettolarımız, Otuz Yıl Savaşlarımız olmadı.

Tüm kültürel ve sosyal farklılıklar iç içe, bir arada, ortak mekanlarda yaşayabildi. Farklı din ve kültürden esnaflar çarşıda komşu oldu ve birbirinin hak ve hukukunu gözetti. Bunun istisnası, bazı travmatik anlar ve acı verici toplumsal sarsıntılardır. İstanbul’da yaşayan Rumları hedef alan 6-7 Eylül olayları gibi. Gerçi çok sonra ortaya çıkan belgeler ve tanıklıklar, bunun planlanmış bir provokasyon olduğunu kanıtladı ama gerçeği öğrenmenin geçmişte yaşanmış trajediyi değiştiremeyeceği, sadece gelecek için öğretici olabileceği sonucu var elimizde. Acıyı yaşayanların yüksek hoşgörüsüne sığınarak hiç değilse bu tecrübenin üzerine titreyeceğimizi vadedebiliriz.

Yine her yıl hüzünle andığımız Kahraman Maraş ve Çorum olayları kültürel ve sosyal kaos değildi. Devletin zaafa uğradığı koşulda milisleşmiş politik güçlerin masum insanları hedef aldığı katliam girişimleriydi. 90’larda Madımak ve Başbağlar katliamlarını da bu kapsamda hatırlayabiliriz.

Bütün bu yaşadıklarımızdan çıkaracağımız büyük bir ders var. Toplum, en eski değişim heyecanı ve arzusuyla hukuk güvencesine alınmış bir arada yaşama paradigmasına her zamankinden çok daha muhtaç.

2011’den itibaren kıvam kazanan mevcut otokrasi, 20 Temmuz 2016’daki OHAL ile birlikte baskıcı, vesayetçi, tahakkümcü bir melez demokrasiye dönüştü. Bu rejimin toplumsal barışı ve bir arada yaşama iradesini hedef aldığı herkesin malumudur. İktidarın hoyratça kullandığı gücün mayasını, toplum kesimlerini bölüp kutuplaştırma, düşmanlaştırma ve çatıştırma oluşturuyor.

Altmış yıllık yakın tarihimiz, on yılda bir demokrasiyi budayan askeri darbeler ve sonrasındaki sıkı ve kapalı rejimlere tanık oldu. İnsani gelişimin güdükleştirildiği talihsiz bir süreçtir bu. Ülke, en son 15 Temmuz kanlı darbe girişiminde trajik bir sarsıntı geçirdi. Lakin tuhaf ve kabul edilemez olan şudur ki darbeye milletle birlikte direnen siyasi irade, askeri darbeyle ülkemizi karanlık tünele sokmak isteyen 15 Temmuz kalkışmasının faillerine taş çıkartırcasına darbecilerin kurması beklenen sıkı ve kapalı rejimi kendisi inşa etti.

Darbeyi püskürtmenin doğallıkla yol açması gereken sonuç ileri demokrasi, geliştirilmiş insan hakları, arttırılmış özgürlükler ve vatandaşı güçlendirecek yeni bir anayasa olmalıydı. Bunun yerine, demokrasi namına eldeki kazanımlara da veda edildi, hukukun üstünlüğü ilkesinden vazgeçildi, siyasi rejim sakatlandı, suçlu ile suçsuzu ayırt etmeye odaklanması gereken yargı kolektif cezalandırmaya dönük muhakeme usulünü benimsedi.

Mevcut iktidar mutlak egemenlik ve itaat rejimi kurmaya çalıştığını gizlemeye gerek görmeyecek kadar pervasız. Anayasal hakkını kullanarak taleplerini ifade etmek üzere gösteri düzenleyen vatandaşlara “çapulcular” diye hakaret edebiliyor.

Neyle suçlandıkları kendilerine tebliğ dahi edilmeyen ve haklarını yargı yoluyla aramalarının önü kapatılan KHK mağdurları, 15 Temmuz darbesi başarılı olsaydı zaten bu dramı yaşayacaklardı. Fakat aksine, darbeyi önlemekle övünen siyasi irade eliyle bu muameleye maruz kaldılar, hayatları karartıldı, sivil ölüme terkedildiler.

Mevcut iktidar mutlak egemenlik ve itaat rejimi kurmaya çalıştığını gizlemeye gerek görmeyecek kadar pervasız. Anayasal hakkını kullanarak taleplerini ifade etmek üzere gösteri düzenleyen vatandaşlara “çapulcular” diye hakaret edebiliyor. Buradaki temel sorun, muhafazakâr iktidarın yönetimi çoban-sürü benzetmesi üzerinden algılamasıdır. Siyaset teorisinin “pastoral iktidar” adını verdiği çarpıklık yani. Muhafazakâr tasavvurda siyaset, hayvanları eğitmekten mülhem, “boyun eğdirmek” anlamına geliyor.

Bu model, hükümdar-tebaa ilişkisinin dayandırıldığı baba-çocuk ilişkisinden kopyadır. Bu anlayışa göre tebaa, çocuğun babaya gösterdiği saygı ve mutlak itaat davranışıyla hükümdara itaat etmelidir. Çünkü “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.” Pozitivizmi Osmanlıya getiren Rıza Tevfik (1869-1949) bu nedenle sıkı bir padişahlık yanlısıydı. Düzenin ancak güçlü liderlik ile sağlanabileceğini savunmuştu. Oysa Roma hukukçularının “prens yasayla kayıtlı değildir” prensibi, insan haklarına ve hukuka dayalı modern devlete temel oluşturamaz.

Bu yüzyılın faşizmi olarak anılan popülizm çağındayız ve demokratik ideallerin itibarsızlaştırılmasına hükümetlerden ciddi bir tepki yükselmiyor. Popülist liderler, demokratik denetimden hazzetmeyen politik tasavvurlarıyla, halkın iradesini ve onun en önemli aracı olan seçim sandığını kendilerini onaylatmanın yöntemine dönüştürdü. İnsan hakları, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin gözetimi altında siyasetin denetime tâbi olması tepki bile görebiliyor. Siyasi evrimin önemli aşaması olan anayasa hareketleriyle tarihte kalan soy ve kan monarşisi bu kez seçilmişlerin monarşisi biçiminde geri dönüyor.

Bu yüzyılın faşizmi olarak anılan popülizm çağındayız ve demokratik ideallerin itibarsızlaştırılmasına hükümetlerden ciddi bir tepki yükselmiyor.

Thomas Bauer, Müphemlik Kültürü kitabında, Batı düşüncesinin 19. yüzyıldan itibaren kesinlikçi düşünceye kaydığını anlatır. Ona göre İslam dünyasındaki kesinlikçi fundamentalizm de bundan etkilendi. Bu maceradan insanlığın zararına sonuçlar çıktı. Kültürel çoğulculuk büyük darbe aldı. Politik çoğulculuk ve demokrasi ise usulen ayakta.

Bazı siyaset bilimi teorisyenlerine göre, katı iktidar hiyerarşisi ve bu yüzden bireylerin kararlara katılmaması gerçek demokrasiyi imkânsız kılıyor. Bürokratik liderler demokrasi, referandum, oy verme ve sendika kurma örtüsü altında kendi hegemonyalarını ve egemenliklerini sürdürüyorlar. Demokratik hareketler bile başarılı oldukları ve yönetimi ele geçirdiklerinde demokratik kimliklerini kaybediyor; hatta şiddete ve zorbalığa dahi başvurabiliyor.

Doğu ve Batı’dan tevarüs edilen tarihsel birikim yeni yönetim anlayışına kuşkusuz ilham verecektir. Bu birikim içinde en önemlisi ve en erken olanı, Hz. Muhammed’in Medine’ye hicret ettikten sonra şehirdeki farklı etnik ve dini toplulukların hepsiyle gerçekleştirdiği toplumsal sözleşmedir.

Hz. Muhammed, 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret etmesinden hemen sonra şehirde yaşayan farklı etnik ve dinî gruplar arasında “Medine Vesikası” adı verilen çok taraflı bir sözleşme imzalanmasına öncülük etti. Söz konusu toplumsal sözleşme ile şehrin karmaşık ve kutuplaşmış sosyal yapısı yerini barış içinde bir arada yaşama modeline bıraktı. Bu modelin yapı taşı çoklu kamusallık ilkesiydi.

Medine kent devletinde Sparta ve Atina’dan farklı olarak seçkinlerin idaresi ve kategorili vatandaşlık uygulamaları yoktu. Herkes eşitti. Yönetimin basit ve temel bir ilkesi vardı: Her grubun inancı, etnik kimliği ve yaşam tarzı özgürce kendine aittir, ama ülke (Medine) hepimizin. Hz.Muhammed’in ölümünden kısa bir süre sonra rejimin saltanata dönüştürülmesine rağmen farklı toplulukların bir arada yaşama geleneğinin temellerini Medine Sözleşmesinde buluruz.

Ülkemizde, Cumhurbaşkanından sıradan insana kadar ayrımsız ve imtiyazsız toplum ve eşit vatandaşlık için mücadele, siyasetin davası olmalıdır.

Peygamber zamanında mescit kamusal alandı. Mescit sadece namaz kılınan bir mahal değil aynı zamanda bir sosyalleşme alanıydı ve hayatın ortasındaydı.  İstişare, diplomatik görüşmeler, savaş kararı ve diğer tüm tüzel ve toplumsal işler burada doğrudan demokrasiyi andıran bir yöntemle ele alınırdı. Muaviye’nin halifeliği sırasında ise saray kamusal alan haline geldi. Muaviye’nin 661 yılında kurduğu Bizantinist siyasî rejim, halkı Müslüman olan devletlerin siyasi kültürünün kaynağıdır. AK Parti iktidarının Saray merkezli politik kültürünün de temeli Muaviye’nin Bizantinist devletidir.

Siyaset bilimine büyük katkısı olmuş Medine Sözleşmesi’nin Müslüman toplumlarda yerleşik hâle gelemediği maalesef doğrudur. Müslüman devletler eski tip mutlakiyetçiliği benimsedi ve sultanlık idareleri yönetim üzerinde etkili bir sivil toplumun oluşmasına izin vermedi. Dolayısıyla Batıda ortaya çıkan kuvvetler ayrılığı, siyasi temsil, seçim gibi ilkeler 19. yüzyılda İslam ülkelerine gelebildi.

Yeni ve sahih bir siyaset ortaya koyabilmek için yeni bir okuma biçimine ve yeni bir bakış açısına ihtiyaç olduğu ortadadır. Siyasetin, mali kaynağa erişimin etkili yolu olma rolünden acilen çıkartılarak bu ihtiyacı karşılamaya odaklanmasını sağlamak gerekir. Siyasetin insanı ve toplumu güçlendirme görevi hiç bu zamanki kadar önemli olmamıştı. Bu koşulda, ülkemizde, Cumhurbaşkanından sıradan insana kadar ayrımsız ve imtiyazsız toplum ve eşit vatandaşlık için mücadele, siyasetin davası olmalıdır.

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI