Cuma, Mart 29, 2024

‘Hişt Hişt’: Sait Faik Kime Sesleniyor?

Ortaokulda ismi de garip gelen bir öyküsünü okumuştuk sınıfta, ‘Hişt Hişt’. Çok sade bir öyküydü; bize ne yapacağımızı, neye inanacağımızı, kimle kavga edeceğimizi söylemiyordu. O dönem politize kitaplara merak sarmama rağmen, tuhaf bir şekilde sevmiştim öyküyü. İnsana dokunan, içine işleyen bir hoşluğu vardı. Daha sonraları da girdi yaşamıma bu öykü. Yıllanmış bir şaraba döndü zaman içinde tadı ve anlamı. Okuduğum o politize romanlar, öyküler konu ve kurgularıyla adeta tarihin dışında kalırken Faik’in doğaya ses verdiği ‘hişt hişt’ öyküsü giderek daha da güncel bir değer kazandı. Küresel ısınma, iklim değişikliği, ardından pandemi hepimize bir kez daha ‘doğayı’ hatırlattı, sadeliği öğretti.

İçinde nefes aldığımız, yaşadığımız doğa bizim anamızdı, onun kucağına doğmuştuk. Doğa, ana sütü kadar helaldi; bizimdi, bize aitti. O bizim anamızsa, kahrımızı da çekerdi elbet. Geçmişten günümüze bize tahammül etti. Biz ona umarsızca zarar verirken, o kendi yaralarını sarmaya çalıştı. Biz onu acımasız bir şekilde kirlettikçe, o kendini temizlemeye çalıştı. Ama artık işin rengi değişti, artık ne yaralarını sarabiliyor ne de kendini temizleyebiliyor. Doğa kaç kez çilesini haykırsa da görmezden, duymazdan gelindi. Sait Faik ta o yıllarda ‘hişt hişt’le bize doğayı dinlememizi salık verdi o ince zarafetiyle. Evden dışarı çıktığımızda karşılaştığımız sokağı, ağacı, kediyi, köpeği, çimleri, karıncaları, gökyüzünü kuşları, denizi, balıkları anlattı en basit haliyle. Çimlere uzan, kapat gözlerini doğanın sesine kulak ver, toprağa karış, toprak olmadan.

Edebiyat: İç ihtilalin Dışa Vurumu

Sait Faik1906’da Adapazarı’nda varlıklı bir aileye doğar. İlköğrenimi Adapazarı’nda yabancı dilde eğitim yapan bir kolejde tamamlar. O yıllarını ‘haşarı bir burjuva çocuğu’ olarak niteler sonraları. Faik’in, anne babasının o küçükken boşanması, 1920’de Yunan işgali sonrası taşınmaları eğitim hayatını aksatır. Bursa’da liseyi bitirdikten sonra İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ne devam eder, bitiremez. Tüccar babası oğlunun da kendisi gibi iş adamı olmasını ister. Onu Fransa’ya iktisat okumaya gönderir, yine olmaz. Orada da Edebiyat Fakültesi’ne devam eder. Tüm bu tamamlanmamışlıkla İstanbul’a döner tekrar.

İş adamı olması yönündeki baskılar, annesinin yoğun ilgisine karşı babasının ilgisizliği, ayrıca öykülerinin o dönem edebiyat çevrelerince anlaşılamaması yazarın duygusal yaşamını derinden etkiler. Varlıklı olmasına rağmen ‘sıradan’ yaşama inadı tuhaf bir iç çatışma ve yalnızlığa iter onu. Özel yaşamı, eğitim ve yazın hayatındaki aksamalar uyum sorunlarını derinleştirir. Doğa ve yazı tutkusu onu hayata bağlar ve yalnızlığına yoldaş olur. Faik için edebiyat tutkusu bir hevesten çok kendi iç ihtilâlinin patlamasıdır, yazarak kendini iyileştirir.

Lüzumsuz Adam

Yazın hayatı da eğitim hayatı gibi aksamalarla doludur. İlk öykülerini Bursa’da lisede kaleme alır, sonrasında öyküleri pek çok dergide yayınlanır. Ancak onları kitaplaştırmakta zorlanır başlarda. İlk öykü kitabı ‘Semaver’i, Medarı Maişet Motoru adlı romanını kendi maddi imkanları ile yayınlatabilir örneğin. ‘Çelme’ öyküsü ‘halkı askerlikten soğutmakla’ suçlanır, Medarı Maişet Motoru ise Bakanlar Kurulu kararı ile toplatılır. Yazma hevesinin kırıldığı bu süreçlerde çoğu kez balığa çıkar, aylak gezer, Beyoğlu’nda kalır, sıkıldığında ise adaya annesinin yanına döner. Bu kırgınlık döneminin izleri 1948’de yayınlanan Lüzumsuz Adam kitabında görülür.

‘Lüzumsuz Adam’ kitabının ismi de kışkırtıcıdır, şişkin egolara acımasızca tutulan bir ayna gibidir. İshak Alaton da ‘Lüzumlu Adam’ ve ‘Lüzumsuz Adam’ ismiyle iki ciltten oluşan otobiyografini yayınlamıştı. Alaton’a bu isimlerin nedenini sorduğumda, ‘mezarlar kendini lüzumlu adam olarak görenlerle dolu’ demişti müstehzi bir şekilde.

Küçük Şeyler

Sait Faik 1940 ve 1950 lerde güçlenen toplumcu edebiyatın gölgesinde kalır. Doğayı, canlıları, bireyi ve bireyin iç dünyasını ele alması o dönem için radikal bir ayrışmadır. Toprak ağası ile marabalar, burjuvazi ile proletarya arasındaki sömürü ilişkisini ele almak, okuyucuyu bilinçlendirmek daha önceliklidir romanlarda, öykülerde şiirlerde. İnsanın insana kul olmadığı bir söylem elbet hala önemli, hem de çok. Yok edin diyordu şair insanın insana kulluğunu, ‘bu cennet ve cehennem bizim’. Ama kimse insanın doğayı acımasızca sömürüsünden söz etmiyordu. Bu konuya dikkat çekenlerin sesi duyulmadığı gibi farklı söylemleri nedeniyle de aşağılanıyorlardı üstelik.

Sait Faik’in işi zordu; büyük büyük davalar yerine ‘küçük şeyleri,’ karıncaları, denizi, balıkları anlatıyordu. Boyacılar, manavlar, sandalcılar, Rumlar, Ermeniler, hamallar, helvacılar, çingeneler, kahveciler, meyhaneciler yani yediden yetmişe yetmiş iki buçuk millet sahne alıyordu yazılarında. Faik’in öykülerinde şehirler de dile gelir, insanların istekleri, tasaları, korkuları ve sevinçleri de. İddiasız, kendi yaşamı gibi abartıdan, şatafattan uzak basit ve yalın anlatım öne çıkar.

Oysa Doğu toplumlarında sadelik, yalınlık pek anlaşılmaz, hatta hoşlanılmaz. Giyimde, kuşamda, kullanılan araçlarda, yazılarda, konuşmalarda basit ve yalın olmak sınıfsal bir düşüş gibi görülür. Şatafat bizim toplumların dışa vuran geleneksel tarzıdır. Faik’in yaşamından ve yazılarından dışa yansıyan ise sadece sadeliktir. O nedenle de edebiyat dünyasında önemi geç anlaşılır.

 

Faik’i en iyi anlatan fotoğraf karelerinden biridir bu. Fotoğraftan kesin hatları ile hatırlayacağınız bir yüz kalmaz kafanızda; geriye kalan imgelem teknede denizle bütünleşmiş sade bir gülümseyiş, basit şapka, pantolon ve köpeği. Annesi, ‘şatafattan nefret ederdi, ailevi durumu iyi olmasına rağmen, ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü geçirirdi’ der.

Oysa öykülerinde anlattığı sıradan insanlardan değildir. Varlıklı bir aileden gelse de onu inkâr edercesine sıradan hayatın içinde var olmaya çalışır. Aslında Burgazada’sında köşkte yaşayan Faik için sıradanlık bir tür başkaldırı gibidir kendine, kendi çelişkilerine ve ailesine.

Sadece günlük hayatta değil, yazın hayatında da zordur basit ve yalın olmak. Osmanlı’nın ardından Cumhuriyet edebiyatının da ilk dönemlerindeki aruz, hece ölçülü ağdalı şiirlerden sonra, yalınlığa alışmak kolay olmamıştır edebiyat çevreleri ve sıradan okuyucular için.

Orhan Veli şiire Sait Faik de hikâyeye sadeliği getirir. Orhan Veli’nin ‘Garip’ akımı başlatması gibi, Faik de öyküde şiirde gariptir, garip karşılanır. ‘Küçük adamları’ ‘doğa’yı edebiyatımıza ilk getiren o olmadıysa bile, güçlü bir akım haline getiren Faik olur.

‘Sen İstanbul’dasın diye memnun ağaçlar
Sen varsın diye insanlar iyi
Böcekler yeşil yeşil
Karıncalar sevimli
Çiçekler burcu burcu
Kime söyleyebilirim senden başka
Denizin mavisini

Burgazada: Ayaklar Dümende Eller Kalemde

Ece Ayhan’ın deyimiyle Tanrı’nın keten astarlı haritasında dünyanın iki önemli başkenti vardır; İstanbul ve Paris. Faik, bu keten astarlı haritanın başkentinden biri olan İstanbul’da üstelik de Burgaz Adası’nda yaşar. Adalar ve adalı yaşam bir başka akar. Daha uzak, daha yalnız, daha soylu ve daha kendine has. Faik de bir adalı olarak barındırır kendinde tüm bu vasıfları.

Adalara ilk gittiğimde cennete ışınlandığımı hissetmiştim, böyle bir güzelliğin karşısında nefesimin kesildiğini hatırlarım. Adada yaşayıp da şair olamamak bir sorun olsa gerek. Doğa bu güzellikleri bahşedince insana da yazmak düşer galiba bir kâtip gibi.

Ömrünün çoğunu Burgazadası’nda geçiren Faik için denizle, balıkla, kuşla, toprakla bütünleşmek kadar doğal bir şey yoktur. ‘Hişt, Hişt’ öyküsünde olduğu gibi Faik denilince insanın aklına ilk gelen şeylerden birinin doğa, doğanın sesi, canlılar olması normaldir.

O, La Fontaine’nden farklı olarak sadece hayvanları değil, tüm doğayı konuşturur:

‘Nereden gelirse gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları…

-Hişt hişt!
-Hişt hişt!’

Faik yalnızlığını her an toprağa, denize karışarak, onlarla harmanlanarak bertaraf eder. Değişik lakaplarla anılsa da ‘anadan doğma çevreci’ lakabı ona en çok uyandır. Faik bir gün Ada’dan bir balıkçıyla denize açılır ve bir karagöz balığı yakalar. Balığı oltadan çıkarır, bakar çok küçük, öpüp denize bırakır. Balıkçı neden böyle yaptığını sorunca ‘Bak, artık denizde benim öptüğüm bir balık dolaşıyor’ der.

Faik doğaya kulak veren biri olarak, değişimi görür ve sancısını da hisseder. Çevre konularının gündemde olmadığı o günlerde gelecek nesiller adına duyduğu kaygılar onun sadece bir yazın adamı olmayıp, vizyoner bir insan olduğunu da gösterir:

Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikayesi’.

Faik, ‘hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin’ der. Gerçekten de hikayeleri şiir, şiirleri hikayedir aşağıdaki gibi:

Yıldızlar asılmıştı ağaçlara. Soğuk kandil kandil sarkıyordu. Yanımda dostların en koyusu, kadehimde sakız rakısı, dilim kekeme, elimde olta, oltanın elinde zoka, sandalda Barba Stanco, küpeştede Sivriada, yıldızlar bağrımda; dümendeyim. Köpek sesleri geliyor dostçasına. Ağaçlar yıldızları, ağaçlar tepeleri, köpek sesleri sabahları getiriyor. Bir balık kokusu içiyorum. Bir Rum evinden midye tavası, bıyıklarımın içinden anason kokusu geliyor.’

Gogol’un Paltosu

Özgün hikayeciyi henüz bizim edebiyat çevresi anlamamışken ‘Mark Twain Derneği’nin 1953’te çağdaş hikayeciliğe katkılarından ötürü Faik’e şeref üyeliği vermesi şaşkınlık yaratır. Faik ‘şimdiden sonra dünya çapında bir hikâyeciyi anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın dört bucağından kendi halinde hikâyeciler de seçilecek’ diye ‘kendi halinde olabilmenin’ anlaşılmasından, takdir edilmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirir.

Hikâye, roman ve şiirlerinin yanı sıra André Gide, Comte de Lautréamont, Jean Genet gibi Fransız yazarların eserlerini de çevirir. Başlangıçta görmezden gelinen Faik’in özgün tarzı ‘biz Gogol’un paltosundan çıktık’ anekdotu gibi zamanla Türk edebiyatında etkili olur. Adalet Ağaoğlu ‘gençlikte beni sırtımdan yazmaya doğru güçlü bir rüzgarla iten, Sait Faik hikâyeleri olmuştu’ der. Geleneksel dili yıkıp yeniden yaratan Faik’in şiirsel dili Ferit Edgü, Demir Özlü, Oktay Akbal gibi yazarların yanı sıra İkinci Yeni şairlerini, Cemal Süreyya’yı da etkiler.

Karıncalar Yoldaşın Olsun

Sevgide dil, din ve millet farkı gözetmeksizin evrenselliği yakalayan Faik için ‘sevmekle başlayacaktır her şey’. Ancak, siroz hastalığı sonrası gelecek umudunun yok olması onu derin bir karamsarlığa iter.  Son dönemlerinde umutsuzluk, boşvermişlik, insan korkusu, kent nefreti öne çıkar. Toplumdan, toplumun baskısından ve ahlâk anlayışından sıkılmış olan Faik değişimin nedenini şöyle açıklar:

Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor’.

‘Balıkların Dili’ öyküsünde sürreal bir şekilde, bir balıkla yaptığı sohbeti aktarır. Balık Faik’i aramaktadır, bulamaz onu, tedirgin bir şeklide onu tasvir eder: ‘bakmayın öyle insan suretinde yaratıldığına, sizin suyunuza alışmış bir balıktı o. Bir deniz kızından doğmuştu. Gözlerinden de mi anlamadınız kim olduğunu?… Biraz göz, biraz denizdi gözleri…Elleri liken, saçları yosundu…Bir yüzgeçleri eksikti yanlarında; kalabalıkları hiç sevmez, hep kaçar kaçar adalara gelirdi…’ Balık ağlamaklı bir şekilde ‘ama artık hiç sularımıza uğramıyor nedense’ der. Faik de balığa ‘Ne yazık ki bizim semtimize de uğramıyor artık, küsmüş olmalı’.

Sait Faik Abasıyanık… Sevgiyi yaşamın merkezine koyan bu naif insanın 1954 yılında küs ayrılması aramızdan ne acı.  Bu topraklar sevenini de küstürür maalesef. Doğa ananın koynunda en güzel uykuları hak eden soylu adalı rahat uyu, insanlar incitemez artık seni, karıncalar yoldaşın olsun. 

Sait Faik’e

Boğazım düğüm düğüm
Çok yordu, kanadım kırıldı
Takatim kalmadı
Taammüden öldürdüler içimdeki Polyanna’yı

Gözüm açık mı gidecek bilmiyorum
Bazen kendi mezarımı kendim kazıyorum….
Kim toprak atacak üstüme
Kim örtecek üstümü
Öylesine sonsuzlukta kıvrılmak istiyorum
Doğanın sesini dinle demişti ablam 
Uzaklarda bir köpek uğultusu 
                  Kulağımda bir küpe ………

Martin Eden kendini denize bırakmıştı
Balıklar geliyordu sürü sürü
                     Balıklara yem oluyordu bedeni

Benim yorgun bedenim, Sait Faik’e misafir olsun
Uzansın birileri iki seksen çimlere….
Kurtlar kuşlar hoş gelsin sefa gelsin
Beni de katsınlar kendilerine
Helal olsun…..’ (Z.D)

(Bu yazı 20 Mart 2022 tarihinde yayımlanmıştır)

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI