Salı, Nisan 23, 2024

Her şey sil baştan

Öncelikle kabul edelim; “evet” Türkiye bir deprem ülkesi. Bu yüzden hazırlıklı olmalıyız. Ama bu hazırlık sadece “jeoloji” mühendislerinin depreme dayanıklı yerleşim önerilerini yerine getirmekle olmaz. Konuya başka boyutların da dâhil edilmesi gerekir.  Ekonomi bunlardan biri.

Kamu idaresinde şeffaflık ilkesi uyarınca sormak isterim. Aradan geçen yirmi günü aşkın sürede, acaba depremin net maliyeti çıkartılabildi mi? Ya da bu maliyetin nasıl bir politika çerçevesinde finanse edileceğini biliyor muyuz?

Malum olduğu üzere iktidar yaraları sarmak için bir hışımla inşaat faaliyetlerine başladı. Büyük büyük harcamalar yapmayı arzuladığını açıkladı. Hatta duyumlarıma göre yapmaya başlamış bile.

Peki, toplam maliyetin net bir dökümü var mı elimizde? Nerede, ne boyutta bir kaybımız var, biliyor muyuz? Onlar da yavaş yavaş çıkıyor herhalde.

Belki ben kaçırmışımdır. Haksızlık etmek istemem. Ama böyle bir maliyet tahminini kamu kurumları yapmadan harcamaya başlandıysa, bunca nasıl para harcanacak? Nasıl şeffaf olunacak, nasıl hesabı verilebilecek? Ya da nasıl vatandaşın yaralarının sarılabildiğinden emin olacağız?

Hatta bu harcamaların ekonominin kalanına etkisi hesaplanmadan nasıl bu boyutta bir harcamayı yapacağız?

Böyle hamasi harcamalarla bölgedeki ekonomiyi deprem öncesi durumuna getirmek mümkün olmayacaktır. Binaları yaparsınız belki ama bölgedeki gelir adaletini bu şekilde tekrar inşa edemezsiniz.

Düşünsenize… TOKİ bölgede inşaatlara başlayacak. Zarar gören bölge insanlarına ev yapacak. Hem de uygun şartlarla ödeme kolaylığı sağlayarak. Yani bölgedeki orta sınıfa servet transferi yapacak. Peki, ama ya buna gücü olmayanlar ne olacak? Zira bölgedeki birçok insan, bırakın ev satın almayı, kira ödeyebilmek için gelir elde etme imkânlarından mahrum. Bu gelir imkânlarının nasıl sağlanacağı konusunda, taş ve toprağı içermeyen, bir proje var mı? Varsa, yoksa inşaat.

Yıkılan evleri elbette inşa edeceğiz ama bunu fırsat bilip, bölge insanının barınma sorununu giderecek daha başka, adil çözümler geliştiremez miyiz? Mesela, bu inşaatlara harcanacak paranın bir bölümünü bölge ekonomisini ve bölgedeki gelir üretme mekanizmasını tekrar devreye sokmak için kullanamaz mıyız?

Bunların hepsini yapmak mümkün. Ama bu bir tercih meselesi. Anlaşılan mevcut iktidar kendi ezberindeki tercihlere başvuracak bu problemle baş edebilmek için. Sorunu kesin olarak çözecek politikalar yerine, kendi iktidarının imajını tazeleyecek projelerle durumu kurtarmaya çalışacak.

Konunun bir de finansal kaynak yönü var tabi. İlk başta harcamaların merkezinde devlet yer alacak. Bu amaçla Meclis gözetiminde bütçe imkânlarının kullanımı son derecede önemli. Belki Meclisin yeni karara bağladığı bütçenin tekrar görüşülüp, değişen önceliklere göre farklı kamu kuruluşlarına tahsisi edilen kaynakların tekrar dağıtımı gündeme getirilebilir. Bu yolla hazineye ek kaynak sağlanabilir. Zaten yapılan bağış kampanyalarından da kamu kurumlarının buna hevesli olduklarını görüyoruz.

Ancak iktidar çok yaratıcı bir yönteme başvurdu. Böyle uzlaşmacı, katılımcı, şeffaf ve hesap verebilir bir yol izlemek yerine, belli başlı kamu kurumlarının elindeki kaynakları bütçe dışı bir yere aktarıp, harcama özgürlüğü edinmeyi daha uygun buldu. Bu yüzden yardım kampanyası düzenledi. Yapılan kampanya, kamu kurumlarının yaptığı yardımlarla meclis tarafından kendilerine ayrılan ve tekrar hazineye devredilmesini beklediğimiz kaynaklar, bütçe dışına çıkarıldı. Tabi yapılan bağışlar hazineye devredildiyse, durum elbette farklılaşır. Ama bu konuda çok fazla netlik yok maalesef.

Ülkemizdeki siyasetin hareketlenmesi nedeniyle bazı ekonomik gerçekler maalesef unutuldu. Seçim gününün yaklaşması, siyasileri deprem üzerinden hamle yapmaya zorladı.

Ama yine de biz uyaralım. Depremin büyüklüğü ve karşılaşılan yıkımın boyutları dikkate alınırsa, bölgede yapılması gereken harcamaların tek kaynağı bütçe olamaz. İzlenecek maliye politikasını tamamlayıcı başka politikaların da devreye sokulması gerekir. Bu duruma uygun para ve kur politikasının da oluşturulması gerekir.

Zira zaruri olarak yapılacak bu harcamalardan sonra oluşan yeni ekonomik dengeyle uyumlu yeni nispi fiyatların ortaya çıkması kaçınılmaz olacak. Bunun için kimse enflasyonun ve kurların deprem öncesi gibi devam edebileceğini beklemesin. Eğer bu felaket iddia edildiği gibi siyasette bir şeyleri değiştirdiyse, ekonomide yarattığı değişim çok daha net ve kesin olacaktır.

Öncelikle kabul edelim; “evet” Türkiye bir deprem ülkesi. Bu yüzden hazırlıklı olmalıyız. Ama bu hazırlık sadece “jeoloji” mühendislerinin depreme dayanıklı yerleşim önerilerini yerine getirmekle olmaz. Konuya başka boyutların da dâhil edilmesi gerekir.  Ekonomi bunlardan biri.

Deneyimlerimizden gördüğümüz kadarıyla, herhangi bir afet sonrasında kamuoyunun devletten beklediği politikalar maliye politikalarıyla sınırlı kalıyor. Devletin yapacağı harcamaların boyutu kamuoyu nezdinden çok daha belirleyici oluyor.

Özellikle bizim yaşadığımız iki büyük deprem, ülke ekonomisinin toplam sermaye stokunda ciddi hasar bıraktı. Ama öncekilerin oluşturduğu ekonomik yıkımla baş ederken çok zorlandık. Zaman zaman ülke olarak çok büyük maliyetlere katlandık.

Bu hasarları giderebilecek bir ekonomik kaynağa sahip olmak konunun bir yönünü oluştururken, diğer yönünü de deprem sonrası ekonomi yönetiminin nasıl olması gerektiğini kapsar. Örneğin nasıl bir para ve kur politikası izlenmesi gerektiğine ülkenin mevcut şartları dâhilince akılcı şekilde karar vermek gerekir.

Deneyimlerimizden gördüğümüz kadarıyla, herhangi bir afet sonrasında kamuoyunun devletten beklediği politikalar maliye politikalarıyla sınırlı kalıyor. Devletin yapacağı harcamaların boyutu kamuoyu nezdinden çok daha belirleyici oluyor.

İktidar depreme “Asrın Felaketi” diyor. Doğrudur. Çok büyük bir felaket. Ancak bu boyutta bir felaketin yaralarını sarmak da olağanüstü düzeylerde kaynağa ihtiyaç duyar. Bu kaynakları yardımlarla toplayabilme olanağının olacağını düşünmüyorum. Zaten ülkemizin böyle bir kaynak da yok.

Daha önce yaşadığımız Büyük Marmara Depreminin yaralarını sarmak da zaman almıştı. Ama o dönemde tüm toplum çok daha fazla birlik ve bütünlük içinde davranmış, yaşananlar yurtiçi ve dışında Türkiye’ye karşı sempati oluşturmuştu.  Depremin ardından enflasyon üzerinde oluşacak olumsuz etkilerin kontrol etmek amacıyla, biraz da deprem sonrası birlik ve beraberlik duygusundan yararlanarak son derecede maliyetli bir enflasyonla mücadele politikası izlenmişti. Ancak yıkımın tahribatının toplumun her kesiminde yarattığı etkileri telafi edebilmek, devletin yapacağı harcamalara bağlıydı ve bu da siyaset üzerinde ciddi bir baskı oluşturuyordu.

Bir yandan depremin bütçe üzerindeki etkileri, diğer yandan kamunun artan harcamaları neticesinde enflasyon önlenemediği gibi, ekonomideki nispi fiyat yapısı da bu kamu harcamaları ve enflasyon nedeniyle deforme oldu. TL beklenenden fazla değer kazandı. Aslında bu değer kazanmada o günlerdeki para politikasının kurumsal çerçevesi ve kamunun bir türlü kontrol edemediği harcamaların payı büyüktür. Ama her şeye rağmen sonuç değişmedi. Ülke TL’nin aşırı değerlenmesi neticesinde artan cari açıkları engelleyemedi ve çok kısa sürede ödemeler dengesi sorunu ile karşılaşıldı. Grafik 1 bu süreçte reel kur ve cari açık arasında ortaya çıkan ilişkiyi tüm açıklığı ile gösteriyor.

Grafik 1’de siyahla gösterilen reel kur endeksinin 1999 öncesinde başlayan artışı açıkça görülmektedir. Reel kurun siyah kesikli çizgi ile gösterilen düzeyin üstüne çıkması TL’nin “aşırı” değer kazanması olarak değerlendirilebilir. Bu değerin altında olması ise, TL’nin reel olarak değerli olmadığı, uluslararası düzeyde hâlâ rekabetçi olduğu anlamına gelir. Dikkat edilirse, TL’nin değer kazandığı dönem zarfında yeşil ile gösterilen bir yıllık peridotlarla hesaplanmış hareketli “birikimli cari açık” miktarında da o dönem ölçüsünde ciddi bir artış oluşmuştur. Bu dönem, deprem sonrasında, 1999 ile 2001 yılları arasındaki ekonomik ve siyasi olarak son derecede kritik dönemi kapsamaktadır.

Sonuç olarak Türkiye, deprem sonrası dönemde enflasyonu kontrol edememesine rağmen, TL’nin değer kazanmasına olanak sağlayacak bir para politikası izleyerek Türkiye ekonomisinin en büyük krizlerinden birini tetikleyen koşulların oluşmasına olanak sağlamıştır.

Bugün yaşadığımız büyük deprem sonrasındaki ekonomik koşulların da o günkülerden iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Öncelikle enflasyonda önlenemeyen bir yükseliş var ki, bunun deprem sonrasında artarak devem edecek görünüyor.

Ardından ülkenin çok ciddi boyutlara varan döviz kaynak ihtiyacı var. Zira sırf bu yüzden iktidar ülkenin ihracat gelirlerini arttırmak için, 2021 yılından itibaren “Türk Tipi Büyüme Modeli” diye bir model uygulamaya başlamıştı. Hatta bu modeli de TL’nin o günlerde önlenemeyen değer kaybının bir nedeni olarak kamuoyuna anlatılmıştı.

Açık söylemem gerekirse, iktidarın enflasyon konusunda ciddi ve inandırıcı bir adım atabileceğini düşünmüyorum. Artık yüksek enflasyonu veri almamız gerekiyor. Zaten deprem sonrası kamuoyunun değerlendirmelerinde bu konuda iktidara açık çek verilmiş oldu.

Ancak TL’nin değer kaybı, ithalata aşırı bağımlı olan ekonomide üretim maliyetlerinin artmasına, oradan da enflasyonun yükselmesine neden olduğu için bundan vazgeçilmiş ve döviz kuruna TCMB üzerinden müdahale edilmeye başlanmıştır. Bu müdahale 1999 sonrasındaki gibi, kendi içinde tutarlılığı olan kurumsal bir para politikasının çerçevesinde yapılan bir müdahale değildir. Tamamıyla kuralsız, sırf piyasada oluşan aşırı talebi engellemeye yönelik “durumsal müdahalelerdir”.

TL’nin değer kaybetmesi engellenince, TL’nin değer kazanması da kaçınılmaz oldu. Grafik 1’de bu durum 2021’in Nisan ayından itibaren açıkça görülüyor. Dahası bu değer kazanmayla birlikte, birikimli cari açık da istikrarlı bir şekilde artıyor. Bunda kurlardaki gelişmelerin etkisi olduğu kadar, aynı zamanda büyümeden vazgeçmeye yanaşmayan iktidarın kararlı duruşu da etkili olmuştur.

Peki, bu durumdan sonra ne beklemeliyiz?

Açık söylemem gerekirse, iktidarın enflasyon konusunda ciddi ve inandırıcı bir adım atabileceğini düşünmüyorum. Artık yüksek enflasyonu veri almamız gerekiyor. Zaten deprem sonrası kamuoyunun değerlendirmelerinde bu konuda iktidara açık çek verilmiş oldu. Herkes enflasyonda yaşanacak bir artışı gayet normal karşılamaya meyilli.

Bu kez yaşayacağımız ekonomik gelişmelerin yönünü belirleyici olan iktidarın döviz kuru konusundaki tutumu olacak. Bu konuda iktidarın önünde iki seçenek var. Ya kurları serbest bırakacak. Ya da bugün olduğu gibi kontrol etmeye devam edecek.

Ancak kurları kontrol edebilmesi daha önce olduğundan çok daha zor olacak. Öncelikle ağırlıklı olarak altyapıya yapacağı harcamaların tümü ülkeye döviz kazanma kabiliyeti kazandıran cinsten harcamalar değil.  Ortaya çıkaracağı yüksek talep ve birtakım sektörlerde oluşturacağı arz kısıtları nedeniyle yerel düzeyde enflasyonu arttırıcı cinsten. Bu tarz harcamaların TL’nin değer kazanmasına yol açması kaçınılmaz.

Aslında böyle bir dönemde siyasilerin TL’nin değer kazanmasını arzulaması beklenir. Zira değerlenen TL ile birlikte, yapılan yatırımların döviz cinsinden maliyeti düşük tutulabilir. Özellikle döviz bulmakta zorlanan bir ekonomi yönetimi için, inşaata daha az döviz harcayacağı için arzu edilen bir sonuçtur. Ama bunun da cari açığı arttırıcı etkisi olacaktır. Tüm bu durumun sürdürülebilmesi ise, Türkiye’ye dışarıdan sermaye girişine bağlıdır. Böyle bir imkân yoksa tüm maliyetine rağmen, TL’nin kontrollü bir şekilde değer kaybetmesine izin vermek gerekir.

Peki, iktidar, daha da önemlisi Sayın Başkan buna rıza gösterir mi?

Bence göstermez.

O zaman bize düşen Grafik 1’in izleyen aylarda nasıl bir seyir izleyeceğini takip etmektir.

 

PolitikYol'da yayınlanan yazılar her gün öğlen mailinizde!

spot_img
PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SÖYLEŞİLER

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,160TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,354AboneAbone Ol

GÜNDEM

ÇEVİRİLER

Bir Cevap Yazın

YAZARIN DİĞER YAZILARI