Cuma, Nisan 19, 2024

Hazal Yalın yazdı | Üç çeyrek asırdır muhalefette: Kemalizm -5-

Kemalizm üzerine tezler

AB, liberaller ve entelektüel Kürt milliyetçiliğinin ortak karakteristikleri hemen göze çarpar. Bu şablonlar biricik hakikat olarak kavranır. Örneğin (esasen Kürt milliyetçiliğinin tezlerini seslendiren) Hamit Bozarslan’ın bir makalesi kemalizme dair şu sözlerle başlıyor: “resmi doktrin,” “anayasa ve siyasi kültürün temeli.”[1] Makalede sol kemalizmin en etkili akademisyenlerinden biri olan Niyazi Berkes’ten söz ederken, Berkes’in kemalizmi müslüman dünyada “sekülerleşme ve batılılaşma” saydığını ifade ediyor, ancak Berkes’in, kemalizmin antiemperyalist veçhesinin altını çizdiğine değinmiyor. Bozarslan makalesinin sonucunda, “Açıktır ki kemalizm batılılaştıran bir güç ve ideolojiydi,” diyor; ancak bunun ne anlama geldiğine ve başka “batılılaştırıcı güç ve ideoloji”lerden (varsa) farklı niteliklerine değinmiyor. Antiemperyalizmden söz edilmediğinde bu, bir postüladan öte gitmiyor.

Bu makaleyi incelemek gerek, çünkü liberal ve entelektüel Kürt milliyetçi çevrelerde kemalizme bakışın aynı olduğu açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Bozarslan, 2006 tarihli makalesinde, liberal entelijensiyanın izleğini takip ediyor – yani tam da bu entelijensiya henüz AKP ile ittifak halinde olduğu bir sırada. Kurtuluş Savaşı’nın sosyal temeli babında Kürt ve Türk eşrafı, ulemayı, “daha evvel Ermeni katliamına katılmış” veya “dini motiflerle kurulmuş” silahlı çeteleri anıyor, ama savaşın yönetici gücü olan askeri ve sivil entelijensiyanın sınıfsal niteliğinden hiç söz etmiyor. Şöyle diyor: “1922’de Mustafa Kemal’in önderliğinde kurulan ve kendisini Osmanlı İmparatorluğu ile tarihi devamlılık içinde gören yeni devlet, açıkça, ‘Türklüğün’ (ve dolayısıyla islamın), Anadolu’nun hıristiyan unsurlarına karşı zaferi ve intikamı olarak sunuyordu.”[2]

Eğer gözlerimizi, bu devletin 1922’de değil 1923’te kurulduğuna kapatırsak, aşağıdaki noktaların altını çizmek gerekecek:

(1) Kemalist kadrolar, kimi sivil ve esas itibariyle de asker, aydınlanmacı ve bağımsızlıktan yana, küçük burjuvazinin en radikal unsurları olan kimselerden oluşuyordu. Başlangıçta bunların çoğunluğunu İttihat ve Terakki üyeleri teşkil ediyorlardı, ama kemalist liderliği benimsemeyenler onlardan tedricen koptular ve son tahlilde de tasfiye edildiler.

(2) Savaştan sonraki gelişmelerin istikametinde bu sınıfsal muhteva kendini gösterir.

(3) Kemalist iktidar hiçbir zaman, yeni devletin, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı yahut yeniden doğuşu olduğunu ileri sürmediler; hatta tam tersine, Osmanlı hanedanını daima millet iradesinin gasıpları olarak nitelediler. Türkiye Cumhuriyeti’nin imparatorluğun devamı olduğu iddiası esas itibariyle 1950’den sonra Demokrat Parti iktidarı döneminde ideolojik bir postüla olarak yerleştirildi. Bu iddianın devlet ideolojisi haline gelmesinde de başlıca rolü İstanbul’un fethinin 500. yılı kutlamaları oynadı.

(4) Çözülen imparatorlukta milliyetçilerin ellerinde sadece Anadolu kalmışken ulusal devlet projesi müslüman bir nüfusa ait devlet biçimi halini aldı. Burada ayrıntılarıyla incelemenin gereği yok ama hatırlatmakta fayda var: bu, belki de sadece kemalistlerin tercihi değildi ve Yunanistan’daki siyasi gelişmelerin de aralarında bulunduğu bir dizi sebepten kaynaklanmıştı. Dahası kemalistler, asker ve bürokratlar olmak hasebiyle, dağılan imparatorluğun tarihini iyi biliyorlardı; Osmanlıların Britanya ile 1838 Baltalimanı Anlaşması’ndan beri gayrimüslim azınlıkların sermayedarlarının esas itibariyle komprador burjuvazi niteliği taşıdığını da biliyorlardı. Dolayısıyla, komprador burjuvazinin tasfiyesinin iktisadi bağımsızlığın başlıca ödevi olduğunu düşünüyorlardı. Bununla birlikte iktidarın ele geçiriliş sürecinde şüphesiz Ermeni katliamında rol oynayanlar da bulunuyordu; sonraki süreçte emlak-i metrukenin yeni burjuvazinin yükselişinde tayin edici payı, gene şüphesiz, kemalistlerin kapitalizm tercihlerinin sonucuydu.

(5) Mustafa Kemal pragmatist bir lider olarak islamcılarla da, eşrafla da, feodallerle de ittifak kurmaya özen gösterdi, ancak bunu kendi mutlak otoritesini tesis edecek şekilde yaptı. Onun bu sıradaki söylemlerinde islamcı, hatta panislamist vurgular kadar komünist yanlısı ifadeler de bulmak mümkün. Bununla birlikte ne islamcı, ne panislamist, ne de komünistti. Kemalizm lider ve çevresindeki kurucu kadroların zihninde daha ilk gençlik yıllarından itibaren aydınlanmacılık (laiklik) olarak ortaya çıkmıştı, dolayısıyla zaten islamcı olamazlardı. Kemalizmin islamcılıkla harmanlandığı iddiasını ileri sürenler genellikle 1924 anayasasındaki “Türkiye’nin dininin islam olduğu” şeklindeki ikinci maddeyi zikrederler. Ne var ki bunu, kemalistlerin verdikleri geçici (1928’de kaldırılmıştır) bir taviz olarak kabul etmek gerekir. Kaldı ki Mustafa Kemal’in, önemli silah arkadaşlarının karşı çıkışlarına rağmen hilafet ve saltanatın kaldırılmasındaki son derece kararlı tutumundan başka bu anayasa hükmünden rahatsızlığını açıkça ifade etmesi de bunu gösterir.[3]

(6) Cumhuriyetin ilk yıllarında kurucu kadrolar arasında milliyetçiliğin biçimine dair gerilim olduğunu ileri sürmek de mümkündür: kültürel bir milliyetçilik mi (Türkiye milliyetçiliği) yoksa etnik bir milliyetçilik mi (Türk milliyetçiliği)? Poulton’a göre: “İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak belli ki Kemal’in kendisinden daha fanatik Türkçüydüler.”[4] Bu gerilimler 1930’ların başına kadar kısmen, sabık imparatorluğun Balkan topraklarından gelen kadroların lehine kültürel milliyetçilik olarak çözüldü; ancak bundan sonra Anadolu kökenli (ve bir kısmı Ermeni katliamları da dâhil Anadolu’daki etnik çatışmalarda rol oynamış) kadrolar lehine etnik milliyetçilik tayin edici oldu. Gelişmelerin bu yönde seyretmesinde iki belirleyici unsur vardı: ilki, emlak-i metruke ile zenginleşme, ikincisi de Avrupa’da (henüz bir çağdaşlaşma, uygarlaşma projesi olarak görülen) faşizmin yükselişi.[5]

(7) Kemalizmin “Türklüğün intikamı” ve cumhuriyetin de “Osmanlı devletiyle devamlılık içinde” olduğu iddiası, bütün bunlara turancı bir renk de katıyor. Kimi batılı ve yerli akademisyenlere göre kemalizm, panislamizmden esintiler taşıyan kendine has bir turancılıktır, çünkü İttihat ve Terakki’nin devamıdır. Oysa İttihat ve Terakki söz konusu olduğunda bile, özellikle II. Balkan Savaşı sonrasında İttihatçılar arasında turancı esintiler yayıldıysa da, (Enver’in Kafkas macerası bir tarafa konulacak olursa) bu esintilerin bütün diğer eğilimleri boğduğunu ileri sürmek çok güçtür. Kaldı ki turancılık, hiçbir zaman kemalizmin bir bileşeni olmadı. 1930’larda Türk Ocakları üzerine dikkat çekici bir incelemesi bulunan Vasilyevna’nın ifade ettiği gibi, “Türk Ocakları gerçekte, kemalistlerin iktidara gelmesinden sonra turancı değil milliyetçi derneklerine dönüştüler.”[6] Rusya’nın ünlü türkologlarından Şlıkov’un şu sözlerini de alıntılamaya değer: “Atatürk tarafından dile getirilen ‘yurtta sulh cihanda sulh’ sloganı her türlü rövanşist projenin reddi ve Sovyet Orta Asya ile Kafkaslardaki Türki nüfustan gerçek bir uzak duruş öngörüyordu.”[7] Bu uzak duruşun nedenlerini, Sovyetlerle iyi ilişkiler arzusundan ziyade ülkenin bağımsızlığının kavranışında aramak gerek. İttihat ve Terakki yönetimi, ideolojik yapısı II. Balkan Savaşı’ndan sonra belirginleştiği ölçüde, çağdaşlaşma ve uygarlık düşüncesini sadece şu veya bu batılı devletle ittifakta görüyordu; kemalizm ise bu fikri sadece ülkenin bağımsızlığında buluyordu.

(8) Mustafa Kemal’e göre Türkler bir ulustu, çünkü bir ulus olmanın temel kriterlerine sahiptiler: “a) siyasi birlik, b) dil birliği, c) toprak birliği, d) soy ve köken birliği, e) ortak tarih, f) ortak ahlak.”[8] Gerçekteyse cumhuriyet sayesinde kurulmuş bir siyasi ve toprak birliğinden başka bir şey yoktu. Dil birliğine gelince, sadece Türkler Türkçe konuşuyorlardı ve bütün çağdaş ulusların gelişiminde olduğu gibi bölgesel ağızlar öylesine farklıydı ki, birbirlerini anlamaları kolay iş değildi.[9] Dahası, yerel Kürtlerin büyük çoğunluğu da Türkçe bilmiyordu. Tarih romantikti ve imparatorlukların ulusal tarihi kesintiye uğrattığına inanılıyordu, dolayısıyla bunun da yaratılması gerekiyordu. Ahlak birliği genellikle din birliği şeklinde yorumlanmasına rağmen, Mustafa Kemal’in ateist veya en azından agnostik olduğunu çok açık şekilde vurguladığı 1936 tarihli bir meclis konuşmasına bakılırsa, burada kastedilen de yeni, ulusal bir ahlaktı. Bunlar ancak maddi bir güç teşkil edecek ulusal heyecanla mümkün olabilirdi; bunun taşıyıcısı ise, gerekirse millete rağmen, kemalist kadrolar olacaktı. Demek ki kemalizm, sadece Türkiye’de burjuva devriminin ve cumhuriyetin kurucu ideolojisi değil, aynı zamanda özgün bir ulus projesiydi. Tabiatı gereği demokratik olamayacak bir projeyi ilerici rolüne bakmadan antidemokratik diye suçlamak, açıkça her tür tarih anlayışından yoksun olmak anlamına gelir.

(9) 1920’li ve 1930’lu yıllarda Kürt meselesinde iki dönemi birbirinden ayırmak gerek. İlki, 1924’te Şeyh Sait ayaklanmasının başlamasından 1930’ların ilk yıllarına kadar. Şlıkov’un haklı biçimde dikkat çektiği gibi, “Bunda [Kürtlerin bastırılmasında – bn.] önemli bir rolü de, onların 1920’lerin ortasından beri Mustafa Kemal’in reformlarına karşı harekete aktif biçimde katılmaları oynuyordu.”[10] Kemalistler, milliyetçi yanından ziyade daha rafine islamcı bir programa sahip olan bu ayaklanmayı ancak büyük güçlüklerle bastırabildiler, bu da kemalist iktidarın sonraki yıllarında yelkenleri şovenizmle doldurmasında etkili oldu. Ama Kürtlerin sadece asimilasyonuna değil inkarına da yönelik devlet politikası, 1930’lu yıllarda, Avrupa’da faşizmin yükselişiyle birlikte şekillendi. Başka bir deyişle, 1920’ler söz konusu olduğunda, kemalist hareket iktidarını pekiştirirken hangisinin daha büyük rol oynadığını söylemek güçtür: devlet sınırları içindeki diğer millet ve milliyetleri inkara dayanan bir ulus devlet inşa etmek hedefi mi, yoksa burjuva toplum karşısında feodal engelleri kaldırma girişimleri mi? Bununla birlikte 1930’larda durum tamamen değişmişti, devrimin barutu büyük ölçüde bitmişti ve feodal engelleri temizleme değil onlarla ittifak kurma siyaseti belirginleşmişti.

(10) Türkiye’nin bugünkü siyasi, iktisadi ve sosyal durumu konu edildiğinde, şunun altını çizmek gerek: kemalizm, ülkenin siyasi yapısıyla hiçbir ortak karakteristiğe sahip değil. Üstelik bu durum AKP iktidarından da çok öncesine dayanıyor. Birincisi, kemalizm, ülkenin bağımsızlığına ve laikliğe dayanan, bir tür erken dönem bağlantısızlık ideolojisidir. Bu ideolojiyi 1950’lerin “Bandung dönemi” ile karşılaştırmak mümkün.[11] Ancak ben okura peronculuğu hatırlatmayı tercih edeceğim. Emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyetinde, Osmanlı devletinin siyasi kurumlarının ortadan kalkmış olması sayesinde, kemalist terminolojide “devrim” denilen radikal reformlar gerçekleştirildi; ancak her iki hareketin de motifleri, istikametleri ve sınırları benzerdir. Arjantin’de olduğu gibi Türkiye’de de Avrupa’nın faşist hareketleri bir modernleşme ve gelişme projesi olarak görüldü ve bunlara hayranlık beslendi. Ama peronculuk sol popülist bir hareketti, kemalizm ise (halkçılık ilkesine rağmen) elitist. Kemalizmi tartışmalı kılan başlıca unsur, onun Kürt meselesindeki tutumudur. 1920’li ve 1930’lu yıllarda yeni bir ulus devlet inşasına yönelen küçük burjuva radikalizmi olarak kemalizmin, şovenizmden kaçınmadığını ve Kürt nüfusa yönelik katliamların sebebi olduğunu söylemek yeterli olacak; ama kemalizmin temelindeki laiklik (aydınlanmacılık) ve bağımsızlık tutkusu en azından 1940’lara kadar baki kaldı.

Kimi marksist akademisyenler de kemalizmin bu aydınlanmacı veçhesine dikkat çekerler. Boratav’ın sözlerini aktarmalıyız: “O dönemin [1930 ve 1940’lı yıllar – bn.] gelişimine damga vuracak iki karşıt akımdan söz edebiliriz. Birincisi kemalizmin yenilikçi, dönüştürücü kanadıdır. Öncelikle aydınlanmacıdır ve bu nedenle demokrattır. … Avrupa aydınlanmasının … bilim, düşünce ve sanat akımlarıyla bütünleşmeye çalışır. … Türkiye’nin gelişimini etkileyen (ve 1946 sonrasında belirleyici olan) ikinci akım tutucudur. Tutuculuk … Kemalist devrimleri frenlemeyi hedefleyen bir savunma refleksidir. … [Bu yüzden – bn.] pozitif bir programdan yoksundur. ‘Tehlikeleri belirleme’ işlevini üstlenmiştir; antikomünizm öncelik taşır.”[12]

Kemalizm ve devletle ilgili klişeleri takip edenlerin diğer bir yanılgısı da şu: ne hakim elit, ne de egemen sınıfların en önemli kesimi, yani tekelci burjuvazi, bu kemalizmi resmi devlet ideolojisi olarak kabul etmiş değildir. Devlet görünürde Atatürkçü olarak kaldı, ama kemalizmle kesişen nitelikler zamanla tamamen tükendi. 12 Eylül faşist darbesinden sonra devlet ideolojisi olarak şekillenen Atatürkçülük, faşist unsurları da içeren ve islamcılıkla karışıp kaynaşmış bir devlet ideolojisiydi. Kemalizm ise ordu ve bürokraside kalmış bütün güçleriyle birlikte gene 12 Eylül’den sonra tamamen tasfiye edildi.

Dolayısıyla, bu tarihi hata, öyle bir dizi başka hatayı daha tetikliyor ki, bütün bunları temel alarak bugünkü devlet ve Erdoğan rejimini doğru analiz etmek mümkün değil. Örneğin, Erdoğan rejiminin kuruluşu esnasında ordu ve bürokrasi içinde yükselen bütün direnişler kemalizmle ilişkilendiriliyor;[13] keza bugün de iktidardaki her tahkimat sarsıntısında kemalistlerin izi aranıyor. Oysa gerçeğin bütün bunlarla hiç ilgisi yok.

2014’e kadar ordu ve bürokrasi içinde Erdoğan’a karşı direniş vardı. Bu direnişin nedenlerinden biri, devlet organlarının, 12 Eylül’den sonra şekillendirilmiş olan yapılarını korumaya çalışmalarıydı. AKP bu direnişi AB ve ABD’nin paha biçilmez yardımlarıyla aştı. Bununla birlikte direniş, hiç de sadece ideolojik değildi; direnişin başlıca odağı olan ordunun kurmayı, sınıf niteliği taşıyordu (ve hâlâ da taşıyor). Bu bağlamda (daha önce de başka yerlerde yazdığım gibi) 2016’daki darbe girişimini provoke eden sebeplerden birinin, kapitalist bir grup olarak orduyla yeni bir ittifak kurulması olduğunu ileri sürmek mümkün.[14] Benzer (ama çok daha zayıf) bir direniş de AKP’nin yüzde 34,3 oy aldığı 2002 seçimleriyle yüzde 46,6 oy aldığı 2007 seçimleri arasında TÜSİAD’dan geldi. Dolayısıyla ordunun zaptedilmesi ve onun kendi sınıf ittifakları arasına katılması, öte yandan TÜSİAD’ın da neoliberal politikalarda kararlılık yoluyla terbiye edilmesi ve uysallaştırılması AKP için daima büyük önem taşımıştı. Bu yüzden iktidardaki ilk devresinde temkinli bir “mevzi savaşı” yürüttü, bir önceki hükümetin Kemal Derviş tarafından hazırlanan neoliberal programını kararlılıkla tamamladı, laikliğe düşmanlığını ve yeni, islami bir toplum özlemini ifade edip sosyal çatışmayı körüklemekten elinden geldiğince uzak durdu. AKP, bu islami toplum projesi hakkında giderek daha büyük kararlılıkla ve kendine güvenle konuşmaya 2013’te liberallerle ittifakını dağıttıktan sonra başladı.

 

Sonuç

 

Kemalizm ve Atatürkçülük kavramları batı dillerine aynı şekilde tercüme ediliyor. “Ulusalcılık” ve “milliyetçilik”, hatta Avrasyacılık vb. bile aynı “milliyetçilik” torbasına sokuluyor. Oysa bu kavramlar arasında, siyasi mücadelede belirginleşen büyük farklılıklar var.

Mustafa Kemal, kendi çağının küçük burjuvazisinin en radikal kanadının karizmatik önderiydi. Onun iradesi, Türkiye’de burjuva devriminin motor gücü oldu. Siyasi kanaatleri ve dini inançları toplumun kanaat ve inançlarından köklü bir şekilde farklıydı; onun başarısı, devrim sırasında tayin edici bir faktör olarak devrimci iradenin önemini de gösterir. Pragmatistti, ancak şekilsiz değildi. Burjuva devrimcisiydi ve kapitalizmden yanaydı, ancak onun için ülkenin bağımsızlığı, en yüksek değerdi. Bükülmez bir jakobendi, devrimin dönüm noktasında, saltanatın ilgasının arifesinde, en yakınındaki çalışma arkadaşlarını şu sözlerle tehdit etti: “Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakereyle, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına vaziülyed olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir. Şimdi de Türk milleti, bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahis olan, millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes, meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”[15] Ondaki antikomünist eğilimlerin Almancılık yahut geleneksel Rus düşmanlığıyla ilgisi yoktu. Bunlar, onun kapitalizmden yana bir burjuva devrimcisi olmasından başka, neredeyse saplantılı bağımsızlık düşüncesiyle de akrabaydı. SBKP ile çok yakın ilişkiler kurarken ülke içinde komünist tevkifatına girişen Nasır vb. ile aynı dokudandı. Bir jakoben olarak, saltanatın ve genel olarak da otokrasinin milli iradenin gaspı olduğuna, dolayısıyla bunların hiçbir surette meşruiyetleri bulunamayacağına, cumhuriyetin de gasıp sultanlarla hiçbir ortak yanı olmadığına inanıyordu. Kemalizm, onun millet projesinin karşısına dikilen (ve ayrı bir etnisite olduğuna göre tek milleti kabul etmeyecek, edemeyecek) Kürt milliyetçiliğiyle karşılaştığında doğrudan doğruya şovenizm haline geliyordu. Kemalizmin dış siyasetinin, henüz Bandung yokken bir bağlantısızlar hareketi yaratmaya çalıştığını ileri sürmek mümkündür. Onun faşizm kavrayışı, faşizmde hem bir tehdit, hem de bir modernleşme projesi gördüğünü gösterir. 1838’den beri tecrübeler ve komprador sermayesi korkusu da mübadelede önemli bir rol oynamıştı. Altı asırdır dinin, toplumun tutkalı olduğu bir yerde yeni bir ulus projesinin mimarıydı. Kürt ulusunun ortaya çıkışı süreciyle eş zamanlı gelişen bu proje, halen süren ulusal gerginlik ve düşmanlıklar da yarattı. Öte yandan, kemalist devrim, sağ (devlet fetişisti) ve sol (devrimci) kemalizmler de üretti. Ancak bu her ikisinin de temel ilkeleri, bağımsızlık ve laiklikti; bu yüzden sağ kemalizm giderek bu temel ilkelerden uzaklaşarak kemalizm olmaktan çıkarken sol kemalizmi de tasfiye etti. Bu süreç 1940’ların sonlarında tamamlandı. Dolayısıyla kemalizm, en azından bu dönemden beri gerçekte muhalefettedir. Kemalizm ile Atatürkçülük arasında büyük bir fark vardır. Kemalizm, laiklik ve bağımsızlığı en büyük değerler olarak kabul eder, dolayısıyla tabiatı itibariyle soldur. 12 Eylül faşizminin resmi ideolojisi olarak Atatürkçülük ise devlet fetişizmini islamcılıkla tahkim etti. Her ne kadar örgütsüz bir güç olsa da, sol kemalizmin etki alanını ve onun paradoksal niteliğini kavramak, bilhassa bugün, bu akım yeni işçi sınıfının önemli bir bölümünü ülkenin islamileştirilmesine karşı şekillendirirken daha büyük önem taşıyor.

[1] Bozarslan H. Kemalism, Westernization and Anti-Liberalism // Turkey Beyond Nationalism: Towards Post-Nationalist Identities / ed. H.-L. Kieser. London, 2006. P. 28.

[2] Ibid. P. 29.

[3] Poulton H. Top Hat, Grey Wolf and Crescent. New York: New York University Press. P. 98.

[4] Ibid. P. 116.

[5] Milliyetçi düşmanlığın pekişmesinde İstanbul’u işgal eden İngiliz kuvvetlerinin de payını hatırlatmaya değer: 1919’da Taksim meydanına dikilen Ermeni Soykırımı Anıtı, genellikle iddia edildiğinin tersine Kemalistler tarafından değil, 1922’de İngilizler tarafından kaldırılmıştı. Bak. Greenhouse E. The Armenian Past of Taksim Square [electronic resource] // The New Yorker 2013. 28 June. URL: https://www.newyorker.com/culture/culture-desk/the-armenian-past-of-taksim-square (accessed 29.10.2018).

[6] Васильевна С.А. Влияние пантюркизма на идеологический процесс в Турецкой Республике // Теория и практика общественного развития. 2012. № 3. С. 210.

[7] Шлыков П.В. Евразийство и евразийская интеграция в политической идеологии и практике Турции // Сравнительная политика. 2017. т. 8, № 1. С. 59.

[8] Poulton H. Op. cit. P. 100.

[9] Kar. Hobsbawm E.J. Milletler ve Milliyetçilik. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. P. 90–101.

[10] Мозжухин А. Анкара смеется последней (Интервью с доц. П. Шлыковым) // Лента.ру. 2016. 14 апр. URL: https://lenta.ru/articles/2016/04/14/ankara/ (дата обращения 28.12.2018).

[11] Amin S. Kapitalizmden Uygarlığa. İstanbul: Yordam Kitap. P. 180–82.

[12] Boratav K. Dünyadan Türkiye’ye, İktisattan Siyaseti. İstanbul: Yordam Kitap. P. 39–40.

[13] Örneğin, bak.Васильев А.Д. Указ. соч. С. 68–69.

[14] 2018’de yayınlanan bir makalemde şöyle demiştim: “OYAK’taki bu sarsıntı ile 15 Temmuz darbe girişimi arasındaki korelasyonu kimsenin incelememiş olması tuhaf. Ancak bana göre, OYAK gibi dev bir tekeli hükümet kontrolü altına sokma girişiminin kaçınılmaz olarak generaller arasında huzursuzluk çıkaracağı ve onların da bu süreci durdurmak için mümkün olan her şeyi yapacakları açıktı.”

[15] Atatürk M.K. Nutuk. İstanbul: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü. Vol. II. P. 690–91.

PolitiYol Telegram'da

GÜNÜN YAZILARI

SOSYAL MEDYA

13,609BeğenenlerBeğen
10,450TakipçilerTakip Et
60,616TakipçilerTakip Et
9,284AboneAbone Ol

EDİTÖR ÖNERİSİ

HAFTANIN ÇEVİRİSİ

SON HABERLER