Afrika yağmur ormanlarının kenarında, Cavally Nehri'ne bakan bir tepede, Kundi adında bir köy vardı. Pirinç ve manyok tarlaları ekerek hayatlarını sağlıyorlardı. Sığırlar nehrin yakınlarındaki çayırda otluyordu. Yuvarlak kil evlerin şöminelerinden çıkan dumanlar palmiye yapraklarından yapılmış çatılardan sızıyordu ve uzaktan bakıldığında bu belli belirsiz dumanlar köyün üzerinde havada belli bir noktada duruyor gibiydi. Erkekler ve oğlan çocukları nehirde ağlarla balık tutarken, kadınlar da evlerin önündeki tahta havanlarda tahılları dövüyorlardı.
Bu köyde, karısı ve çocukları ile birlikte Ogulasu adında bir avcı yaşardı.
Bir sabah Ogulasu evinin duvarında asılı olan silahını aldı ve avlanmak için ormana gitti. Karısı ve çocukları ise tarlalarını ekmeye gittiler ve sığırlarını otlatmak için dışarı çıkardılar. Gün sona erdi. Akşam yemeğinde manyok ve balık yediler. Karanlık çökmüştü, ama Ogulasu hâlâ geri dönmemişti.
Üzerinden bir gün daha geçti ancak Ogulasu hâlâ ortalarda yoktu. Ogulasu’nun karısı hamileydi ve kocasının gelmeyişinden endişe ediyordu. Ev ahalisi Ogulasu hakkında konuştu ve neden gelmediğini merak ediyorlardı. Bir hafta geçti, bir ay geçti. Bazen Ogulasu’nun oğulları, babalarının eve gelmediğinden bahsediyordu ama bir süre sonra unutuldu gitti... Aile olarak durumları fena sayılmazdı, mahsullere başak veriyor, oğlanlar da avlanıyordu, ancak bir süre sonra Ogulasu’nun ortadan kaybolması hakkında kimse konuşmaz oldu.
Sonra bir gün Ogulasu’nun karısının bir oğlu doğdu. Adını Puli koydular. Puli büyüdü, konuşmaya başladı ve ilk sorduğu soru “Babam nerede?” oldu.
Diğer kardeşler pirinç tarlalarına doğru baktılar.
“Evet” dedi içlerinden bir tanesi. “Babamız nerede?”
“Çok uzun zaman önce dönmüş olmalıydı” dedi bir diğeri.
“Başına bir şey gelmiş olmalı. Onu aramalıyız.” dedi üçüncü kardeş.
“Ormana gitmişti, peki ama onu nerede bulacağız?” diye sordu diğeri.
“Ben onu giderken görmüştüm” dedi içlerinden biri. “Şu tarafa, nehrin karşısına gitti. İzini takip edelim ve onu arayalım.”
Kardeşler silahlarını da alıp Ogulasu'yu aramaya başladılar. Ormandaki kocaman ağaçların ve asmaların arasına girince izlerini kaybettiler. Ama yola devam ettiler. Sonunda ağaçların arasındaki bir düzlüğe geldiler ve yerde Ogulasu’nun dağılmış kemiklerini ve paslı silahını gördüler. O zaman anladılar ki Ogulasu av esnasında hayvanların saldırısı sonucu ölmüştü.
Oğullarından biri öne çıktı ve şöyle dedi: “Ölen bir kişinin kemiklerini nasıl bir araya getireceğimi biliyorum”. Ogulasu’nun tüm kemiklerini topladı ve her birini doğru yere gelecek şekilde bir araya getirdi.
Kardeşlerden bir diğeri, “Ben de bir şeyler biliyorum. İskeleti kas telleri ve etle nasıl kapatacağımı…” dedi. İşe koyuldu ve Ogulasu’nun kemiklerini kas telleri ve etle kapladı.
Üçüncü kardeş dedi ki, “Benim vücuda kan koyma gibi bir gücüm var.” İlerledi ve Ogulasu’nun damarlarına kan koydu ve sonra kenara çekildi.
Oğullarından bir diğeri, “Bir vücuda nefes verebilirim.” dedi. O da dediğini yaptı ve işi bittiğinde Ogulasu’nun göğsünün inip çıktığını gördüler.
“Bir vücuda hareket etme gücünü verebilirim,” dedi bir diğeri. Babasının bedenine hareketin gücünü koydu ve Ogulasu kalkıp oturdu, sonra da gözlerini açtı.
Köy halkı, çocuğun ilk sözlerinin “Babam nerede?” olduğunu hatırladı. Ogulasu haklıydı...Çünkü bir adam unutuluncaya ölmediği aralarında hep söylenen sözlerdendi...
“Ona konuşma gücünü verebilirim,” dedi oğullarından başka bir tanesi. Vücuda konuşma gücünü verdi ve sonra bir adım geriye çekildi.
Ogulasu hayata dönmüştü, etrafına baktı, ayağa kalktı.
“Silahlarım nerede?” diye sordu.
Paslı silahları çimin üzerine bıraktıkları yerden aldılar ve ona verdiler. Daha sonra geldikleri yoldan evlerine doğru geri döndüler. Köye ulaşana kadar ormanın ve pirinç tarlalarının içinden geçtiler.
Ogulasu eve girdi. Karısı onun için bir banyo hazırlamıştı. Banyo yaptı. Onun için karısının hazırladığı yemeği yedi. Dört gün boyunca evden dışarı çıkmadı ve beşinci gün dışarıya çıkıp saçlarını kesti, çünkü geleneklere göre ölülerin ülkesinden döndüklerinde yapılması gereken şey buydu.
Ogulasu daha sonra büyük bir şölen için bir ineği kurban etti. İneğin kuyruğunu aldı Ogulasu ve ördü. Onu boncuklarla, deniz kabuklarıyla ve parlak metal parçalarla süsledi. Çok güzel olmuştu. Ogulasu ördüğü o güzel kuyruğu gittiği önemli yerlere beraberinde götürdü. Köy halkı bunun şimdiye kadar gördükleri en güzel inek kuyruğundan saç örgüsü olduğunu düşünüyordu.
Yakınlarda köyde bir kutlama yapılacaktı, çünkü Ogulasu ölümden dönmüştü. Herkes en güzel kıyafetlerini giydi, müzisyenler enstrümanlarını çıkardı ve büyük dans başladı. Davulcular davullarını çaldılar ve kadınlar şarkılar söyledi. Herkes mutluydu...
Ogulasu, inek kuyruğundan yaptığı saç örgüsünü her yere taşıyordu ve herkes buna hayran kalmıştı. Bazı erkekler Ogulasu’nun yanına gelip inek kuyruğu saç örgüsünü istedi ancak Ogulasu onu kimseye vermiyordu. Arada sırada bazıları onu aynı anda istediği için yaygara ve kargaşa çıkıyordu. Kadınlar ve çocuklar da onun için yalvarıyordu, ama Ogulasu hepsini reddetti.
Sonunda konuşmak için ayağa kalktı Ogulasu. İnsanlar Ogulasu’nun söylediklerini duymak için ona yaklaştı.
“Uzun zaman önce ormana girdim,” dedi Ogulasu. “Avlanırken bir leopar tarafından öldürüldüm. Sonra oğullarım beni bulmaya geldi. Beni ölümden geri getirdiler, ama onlara verecek sadece bir inek kuyruğum var. Beni eve getirmek için en fazla şeyi yapana vereceğim.” Böylece bir tartışma başladı.
“Bana verecek!” dedi oğullarından biri. “En fazla şeyi yapan bendim, çünkü kaybettiğimizde ormandaki izi tekrardan ben buldum!”
“Hayır, bana verecek!” dedi başka bir oğlu. “Kemiklerini bir araya getiren bendim!”
“Kemiklerini kas telleriyle ve etle kaplayan bendim!” dedi başka bir tanesi. “Bana verecek!”
“Ona hareket gücünü veren bendim!” dedi başka bir oğlu. “Onu en çok ben hak ediyorum!”
Başka bir oğlu, saç örgüsüne sahip olması gerekenin kendisi olduğunu söyledi, çünkü Ogulasu’nun damarlarına kanı o koymuştu. Bir diğeri kendisine verilmesi gerektiğini iddia etti çünkü vücuda nefesi o koymuştu. Oğullarının her biri muhteşem inek kuyruğundan saç örgüsüne sahip olması gerekenin kendisi olduğunu düşünüyordu.
Çok geçmeden sadece oğulları değil, diğer köylüler de bunu konuşuyordu. Bazıları Ogulasu'nun damarlarına kanı koyan oğlunun, diğerleri ise Ogulasu’ya nefesini veren kişinin onu alması gerektiğini savunuyordu. Bazıları oğullarının hepsinin eşit olduğuna ve paylaşmaları gerektiğine inanıyordu. Ogulasu sessiz olmalarını isteyene dek bu şekilde tartışıp durdular.
Ogulasu, “İnek kuyruğundan saç örgümü bu oğluma vereceğim, çünkü en çok ona borçluyum,” dedi.
Öne doğru geldi ve dizlerinin üzerine çöktü. Onu Ogulasu ormandayken doğan küçük oğlan çocuğu Puli'ye verdi.
Köy halkı, çocuğun ilk sözlerinin “Babam nerede?” olduğunu hatırladı. Ogulasu haklıydı...
Çünkü bir adam unutuluncaya ölmediği aralarında hep söylenen sözlerdendi... Evet, çünkü bir insan hatırlanıyorsa ölmemiştir. İyi hatırlanmanın tek yolu ardında bıraktığın şeylerdir. Zira insanlar yaptıkları, fikirleri, düşünceleri ve ortaya koyduğu şeylerle hatırlanır. Şayet bir yerden ayrıldığında veya ayrılacağında, güzel bir iz bırakmadıysan, şu sonucun farkında olmalısın: Hiç kimse seni iyi hatırlamayacak!