Haftanın Çevirisi | Üç Şehrin Hikayesi – David Harvey

David Harvey, kullanım değeri kenti, değişim değeri kenti ve spekülatif kazanç kenti aracılığıyla konut ile değişen ilişkimizin izini sürüyor.

Bir ev yeterince basit bir şeydir. Ama Marx’ın bir zamanlar söylediği gibi, konut, aynı zamanda bir metadır, bu, onun “metafizik safsatalar ve teolojik süslerle” dolu olan bir şey olduğu anlamına gelir. Ben, 1945 sonrasında Britanya’da güvenli ve saygın bir emekçi sınıf mahallesinde büyüdüm. O ev bir kullanım değeriydi – kendi sıradanlığı içinde ruhsuz [bir evdi]. İçinde yemek yemenin, uyumanın, sosyalleşmenin, hikayeler okumanın, ödev yapmak veya radyo dinlemenin güvenli, buna rağmen oldukça baskıcı bir mekan; bir ailenin tüm iç karmaşıkları ve gerilimleriyle çok fazla dış müdahale olmaksızın ikamet edebileceği ve ilişki kurabileceği bir yer oluşturdu. Komuşularla olan ilişkiler samimi ve destekleyici idi ama sıkı fıkı değildi. Bu, kullanım değeri kentiydi.

Bununla birlikte ev kredisi borcunun tamamının ödendiği günü hatırlıyorum. Küçük bir kutlama oldu. Sonra, evin, benim gibi gelecek nesillere aktarılabilecek bir değişim değerine sahip olduğunu farkettim. Ama bu, asla bir konuşma konusu olmadı. Çok uzak olmayan bir yerde sosyal konutlar vardı. Benim için bir sorun yoktu ama oradan bir kızla flört etmeye başladığımda annem güçlü bir şekilde karşı çıktı – bana onların güvenilmeyen sorumsuz insanlar olduklarını söyledi. Ama onların da çok kötü olmayan bir yaşam alanında güvenli bir konutu var gibi görünüyordu. Aynı radyo programlarını dinliyorduk ve çocuklar sokakta aynı oyunları oynuyorlardı. Ancak seçim döneminde onlar İşçi Partisi’ni destekledi. Benim mahallemde bazıları İşçi Partisi’nin, ama bazıları da Tory’lerin olan az sayıda afiş vardı. 1890’lardan itibaren Britanya’da emekçi sınıfların konut sahipliğinin desteklenmesi her zaman bir sosyal kontrol ve Bolşevizme karşı bir savunma aracı oldu. Birleşik Devletler’de şunu söylerler: “Borç yükü altına girmiş konut sahipleri grev yapmaz.”

1980’lerde vurgu değişti. Margaret Thatcher sosyal konutları tasfiye etti ve insanlar konutlarının değişim değeriyle daha tutkulu bir şekilde ilgilenir oldu. Konut sahipliğini teşvik eden inşaat şirketleri yerel emekçi sınıf kuruluşları olmayı bıraktı ve daha çok bankalar gibi davranmaya başladı. 1981’de Britanya’daki evlerin neredeyse üçte biri kamudaydı ama 2016 yılında bu, yüzde 7’nin altına düştü. İdeal bir neoliberal dünyada sosyal konut olmamalıdır. Colin Crouch’un ileri sürdüğü gibi, “sosyal konut sakinleri neoliberalizm öncesi geçmişin istenmeyen kalıntılarıdır.” Mülk sahiplerinin demokrasisi olmaya hazırdık. Konutlar kira veya tamir edilmesi karşılığında takas edildi. Böylece insanlar daha yüksek statülü mahallelere taşınabilecekti. Vurgu, bir değişim değeri olarak, bir tasarruf biçimi ve kişisel zenginliği arttırmak için bir yer olarak konutu geliştirmek üzerine oldu. Konut sahipliğinde bireysel zenginlik genel bir konuşma konusuydu. Mahallenin mülk değerinin korunması için (siyahi insanlar veya göçmenler gibi) ayaktakımı uzak tutulacaktı. Ayrımcılık sertleşti ve etrafı çevrili güvenlikli yaşam alanları gelişti. Mekanlar çitlendi ve kentsel müşterekler azaldı.

Yüzyılın sonundan itibaren vurgu yeniden değişti. Konut sermaye birikiminin ve spekülatif kazancın bir aracı olarak görüldü. Konut, insanların konut kredilerini yeniden ipotek ederek zenginlik elde edebilecekleri bir ATM makinesine dönüştü. Konut piyasaları aracılığı ile, konut fiyatlarını bir arttıran bir düşüren kredi ve likidite çalkalanması oldu. Fakat bu değişimin arkasından çok daha korkunç bir güç ortaya çıktı. Üzerinde durulan şey konut değil, konutun dikili olduğu arsa oldu. Arazinin mevcut değeri ile en yüksek ve en iyi kullanım değeri arasındaki fark yatırımcıları cezbetti. Bu spekülatif kazancı gerçekleştirmek için ya mevcut kullanımlar yerinden edilmek ve [oranın] mevcut sakinleri tahliye edilmek zorundaydı, ya da mevcut sakinlerin bulundukları yerden ayrılmama ayrıcalığı karşılığında yüksek arsa kiraları ödemesi gerekiyordu.

Dünyanın bütün büyük metropol bölgelerinde dramatik örnekler bulunabilir. Çin örneğini ele alalım. 2004 ve 2015 yılları arasında Çin’de arazi fiyatları beş kat arttı. 2008’den önce arazi fiyatları Pekin’deki konut fiyatlarının ortalama yüzde 37’si kadardı. 2010’dan sonra bu, yüzde 60’a yükseldi. Her yerde, düşük gelirli insanlar ya evlerinden ayrılmaya zorlandı ya da hızla yükselen kira yükü altına sokuldu. Dinny McMahon, China’s Great Wall of Debt kitabında “Milyonlar, yaşadığı kentlerdeki konutlara piyasanın çok üzerinde fiyat biçti ve durum sadece daha da kötüye gidiyor” diye yazıyor.

Marx şaşırmazdı. “Yoksulluk, ev kiraları için, Potosi madenlerinin sahipleri için olabildiğinden daha kazançlı bir kaynaktır” demiştir. “Muazzam güç”, “ücret mücadelesi veren emekçileri oturulacak bir yer olan yeryüzünden kovmakta bir araç olarak kullanılabilen” toprak mülkiyetine geçer. Marx’ın incelemeyi sürdürdüğü ‘spekülasyonun gerçek amacı konut değil toprak rantıdır.”

Birçok mahallede, lüks yatırım fırsatlarına, pahalı apartman daireleri ve Airbnb gibi yeni kullanımlara dönüştürmenin yolunu açmak için düşük gelirli insanlar tahliye edildi. Artık konut piyasası faaliyetini sürükleyen yalnızca değişim değeri değil, konut piyasalarının manipülasyonu yoluyla sermaye birikimi arayışıydı. Gayrimenkul fiyatlarındaki hızlı artış ev sahiplerine fayda sağlar gibi görünür ama aslında asıl yararlananlar bankalar, kredi kuruluşları ve spekülatif oyuna dahil olan büyük şirketler ve hedge fonlarıdır.

 

Çöküş başladığında bu belirgindi. Bankalar kurtarıldı ve konut sahipleri borsanın köpekbalıklarına yem edildi. 2007-2010 arasında ABD’de milyonlar haciz yoluyla evlerini kaybetti, kira sektöründe ise düşük gelirli insanların tahliye edilme hızı, yıkıcı sonuçlarıyla birlikte her yerde arttı. Hedge fonları ve özel sermaye şirketleri hacizli evleri haraç-mezat satış fiyatlarından satın aldı ve finansal işlemleri üzerinden bir servet elde ediyor. Kamu sektörünün kalıntıları içinde kemer sıkma politikalarının konut stoğunun ertelenmiş bakımına ve çürümesine yol açtığı noktada bize, sadece özelleştirmenin durumu iyileştireceği anlatılıyordu. Özelleştirmecilerin tahliye uzmanları olduğu ortaya çıktı, dolayısıyla düşük gelirliler için erişilebilir konut edindirmenin yüksek getirili piyasa-temelli konut edindirmeye dönüşmesi hızlandı.

Bu, spekülatif kazanç kentidir: bir evde oturmak istikrarsız ve geçici hale gelir, toplumsal dayanışmalar ve mahalle müştereklikleri parçalanır, ve halkın gayrimenkul markaları çoğu zaman seçkin bir yaşamın kurgusal niteliklerini içeren etrafı çevrili güvenlikli mahallelere dönüşür. Bu bile tam zamanlı bir mesleğe dönüştü: Buna “kentsel imaj mühendisliği” diyorlar. Gerçek olan toplumsal ilişkilerin korkunç sonuçlar [yaratarak] yıpranmasıdır. Glyn Robbins suç dalgasının Londra’da şiddetle ilerlediğini belirtiyor: “Neoliberal ve kar güdümlü kentsel politikalar birçok genç insanın gerçek anlamıyla hiçbir yerleri olmadığını hissettiği şehirler üretti. [Gençler] doğdukları toplumda maddi güçlerinin yeteceği bir ev bulmanın neredeyse imkansız olduğunu düşünüyor, bu, onların bağımsız bir hayat geliştirme yeteneklerini engelliyor. Toplumsal ilişkileri, aidiyet duygusu ve yetişkin dünyada saygı görme duyguları kopma noktasına geldi. Hiçbir şey genç insanların ne kendi hayatlarıyla ne de başkalarınınkiyle ilgilenmediği bir durum yaratmak için daha mükemmel bir şekilde planlanamazdı. Bu benim yetiştiğim dünyadan farklı bir dünya. Ama ev hala bir ev.

Değerin faklı biçimleri meta formu içinde her zaman uyum içinde var olmaz. Konut piyasası içinde [farklı biçimlerin] birlikte evrimi, arazi ve varlık piyasaları üzerinde sermayenin hegemonik gücü nedeniyle dünya nüfusunun yarısından daha fazlasının yaşamak için insan onuruna yaraşır bir çevrede insan onuruna yaraşır bir yer bulamadığı spekülatif değerleme kurallarının mevcut kördüğümüyle son buldu. Bu böyle olmak zorunda değil. Geçenlerde çalışmamı gözden geçirirken 1978’de New York Kent Konseyi tarafından yayınlanmış bir kitapçık ile karşılaştım. Başlığı Kamu Mülkiyetinde Konut Edinme: Tek Çözüm idi. 1978’de ABD Konut ve Kentsel Gelişme Departmanı’nın (KKG, çev notu) bu çözümü gerçekleştirmek için 83 milyar dolarlık bir bütçesi vardı. Başlıca birçok şehirde sınırlı hisse kooperatifleri ve ortak kullanım alanları piyasa dışı çözümler önermek üzere yaygınlaştı. 1983’e gelindiğinde KKG bütçesi, 1990’larda Clinton yıllarında kaldırılmak üzere 18 milyar dolara düşürüldü. Kırk yıl sonra, kendimi bariz bir çözümün –kamu mülkiyetinde konut edinme- peşinden kararlılıkla gitmemenin dünya çapındaki yıkıcı sonuçlarını açıklarken buldum. Kullanım değeri önce gelmelidir.

David Harvey, Graduate Center of the City University of New York’ta antropoloji ve coğrafya profesörüdür. En son kitabı Marx, Capital and the Madness of Economic Reason (Profile Books, 2017)’dir.

[Bu metin tribunemag.co.uk’deki orijinalinden Türkçe’ye Ekin Değirmenci tarafından PolitikYol için çevrilmiştir.]