Haftanın Çevirisi | Solun krizine karşı koymak – Jon Bloomfield

Sosyal demokrasi yabancı düşmanlığı güden sloganlarla kendi seçmenlerinin desteğini elde etmeye çalışan popülistlerle birleşmeli mi? Solun krizi bunun yerine sosyal güvencesizliğe pozitif bir seçeneği talep ediyor.

Bunlar, Avrupa genelinde sol için zor zamanlar. [Sol] neredeyse her yerde oy ve entelektüel desteğini kaybediyor. Sosyal demokrat partiler açısından bu düşüş birçok örnekte katastrofik oldu, Polonya, Macaristan ve Yunanistan’da yok edildi; Hollanda genel seçimlerinde ve Fransa başkanlık seçimlerinde silindi; Almanya’da hızla zayıflıyor ve İtalya’da çalışan sınıfların önemli bir bölümünün desteğini kaybediyor. Başlıca iki istisna, Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin ‘üçüncü yol’un tutuculuğu ile açıkça ilişkisini kestiği Birleşik Krallık ve Sosyalistlerin yalnızca politikalar açısından değil, siyaseten de kendilerinden daha solda olan iki parti ile koalisyon kurduğu Portekiz’dir.

‘Üçüncü yola’ dahil olan ABD Eski başkanı Bill Clinton ve İngiliz eski başbakanı Tony Blair’in felsefe ve düşüncesi sosyal demokrasinin yeni, daha sağ kanat bir versiyonu değil, ondan net bir kopuş idi. Geç dönem 1990’ların kendine has küresel koşulları –soğuk savaşın bitmesi, Çin ve eski-Sovyet pazarlarının ticari dünyaya açılması ve bilgi teknolojileri devriminin etkisi- bu düşüncenin belirli bir inandırıcılık kazandığı bir dönemi sahneye koydu. Kapitalizmin kendi çelişkilerini yok ettiğine inanmak mümkündü.

Bununla birlikte 2008 finansal krizi bu inancı yerle bir etti. [Kriz] İşçi Partisi ve onun ‘üçüncü yolcu’ Avrupalı destekçilerinin modern kapitalizmin iktisadını yanlış anladığını, geçici bir olgu ile kalıcı olanı birbirine karıştırdığını gösterdi. Avrupa Birliği içindeki çoğu sosyal demokrat Maastricht anlaşmasının ordoliberalizmine ve Büyüme ve İstikrar Paktı’na bağlı kalırken “Yeni İşçi Partisi” projesine dahil olanlar bunu kabullenmekte yavaş davrandı.

Alternatif açıklamalar

Sosyal demokrat partilerin kendi eksiklikleri ile baş edememesi ile birlikte alternatif açıklamalar moda oldu. Solun geleneksel emekçi-sınıflar içinde neden destek kaybettiğini değerlendirirken bazı analistler yeni bir çerçeveyi moda haline getirdi.

Birleşik Krallık ve Avrupa’nın büyük bölümünde son 20 yıl, emekçi hanelerin karşı karşıya olduğu maddi gerçekliğin kötüleşmesine tanıklık etti: reel gelirlerde düşüş, düşük vasıflı, geçici işlerin çoğalması ve kamusal hizmetlerin gerilemesi. Bununla birlikte, bu yorumcular bu sorular yerine, yerli beyaz nüfusun sözde ‘kültürel’ endişelerine ve ‘kaygılarına’ odaklandı.

Kimlik siyaseti yürütenlerin ırk, din, cinsiyet veya cinsel kimliğe odaklanan soldaki yansımaları ‘beyaz’ kimlikten bahsediyor ve daha küçük kasabalarda ve sanayi merkezlerinde yaşayanları büyük şehirlerdekilere karşı konumlandırıyor. Siyaseti şekillendirmenin bu yeni yolu iktisadi veya toplumsal kimlikler yerine kültürel kimliklere öncelik veriyor. Britanya’da David Goodhart uzun zamandır, artık Eric Kaufman ve Matthew Goodwin’in de desteklediği bu düşüncenin taraftarı.

Bu yazarların siyasi bir tartışmaya çerçeve çizmek için kullandığı kavramların standart bir tekrarı bulunuyor: geniş kapsamlı siyasette standart referans noktaları haline gelen ‘şehirli seçkinler’, ‘seçkin çalışan sınıf’ ve ‘sosyal muhafazakarlık’. Bu [kavram] seçkisinin hiçbiri dikkatli bir incelemeye dayanmıyor.

Hiçbir gerçek içeriği olmayan bir kötüleme kavramı olan ‘şehirli seçkin’ durmadan tekrarlanıyor. [Bu kavram] bazen üniversiteye giden herhangi bir kişi için kullanılıyor. Ancak, zaman zaman Goodhart daha dikkatli davranıyor ve uluslararası olarak yaşayan ve çalışan, küreselleşme süreçlerinin tam ortasındaki insanlar, yani ‘küresel köylüler’den bahsediyor. Bunun nüfusun yüzde 3’ü oranında –küreselleşmiş ekonomideki gidişatın en önemli belirleyicileri olan İşgal Et hareketi tarafından tanımlanan ‘yüzde 1’e yakın- olduğunu tahmin ediyor. Ancak böylesi bir tanımlama Goodhart ve diğerlerinin çalışan nüfusu ayrıştırıcı şekilde kısımlandırmasını reddediyor. Bu nedenle, ‘beyaz işçi sınıfı’na karşı küçümseyici ‘şehirli seçkin’ yerine yinelenen ‘küresel kasabalıyı’ kullanıyor.

30 yıl süren hafıza kaybından sonra çalışan sınıflar yeniden moda oluyor – ama yalnızca belirli dar bir anlamda. Bu yazarların gözünde çalışan sınıflar hiçbir zaman siyah veya Asyalı değildir. Aslında, onların ‘beyaz işçi sınıfı’ İrlandalı, Polonyalı veya Letonyalı gibi de görünmez. Dahası bu sınıfın gerçekten hangi işyerlerinde var olduğu hiçbir zaman açık değildir.

Otomobil fabrikalarına, ambarlara, ofislere, hastanelere ve fast-food restoranlarına gittiğinizde sadece beyaz değil karma bir emekçi sınıf bulacaksınız. Daha büyük şehirlerin bakımsız kısımlarındaki toplu konutlarda veya daha küçük eski sanayi kentlerindeki belirli bölgelerde ağırlıklı olarak beyaz işçi sınıfı mahalleleri vardır ama bunların ayıcalıklı bir ‘beyaz’ kimliği ne derece tanıttığı çok açık değildir.

İngiltere’nin iç kesimlerindeki, Enoch Powell’in Muhafazakar Parti’den tek seferliğine milletvekili olduğu, büyük bölümü ‘Brexit’ yönünde oy kullanan, Wolverhampton’u ele alalım. Powell’in Commonwealth göçünden kaynaklanan ırksal felaketi öngören meşhur ‘kan nehirleri’ konuşmasından elli yıl sonra Wolverhampton Wanderers İngiliz Futbol Premier Ligi’ne yükseldi. Takım altı Portekizli, altı Afrikalı, çok sayıda Avrupalı ve ikisi siyah ve biri Pencap Sihleri kökenli bir avuç İngiliz oyuncudan oluşuyordu. Otuz bin bölge sakini, takımlarının geçmiş 50 yıllık ‘beyaz’ kimliğine yönelik bu meydan okumadan rahatsız olmadan onlara tezahürat yaptı.

Üçüncüsü, büyük şehirler (ve üniversiteye gidenler) “sosyal olarak liberal” iken bu yerlerin “sosyal olarak muhafazakar” olduğu ileri sürüldü. Bulgular yine yetersizdir. Son kırk yıl içinde cinsiyet, ırk ve cinsel kimlik ile ilgili muazzam toplumsal değişiklikler oldu. Bu dönem boyunca toplumun geniş kesimleri tutumlarını değiştirdi. En yavaş değişim oranı en yaşlılar arasında oldu. Önemli olan belirleyici sınıf, eğitim veya coğrafya değil yaştı. Doğum kontrol hapı ve boşanmanın kolaylaşması çalışan sınıflara mensup kadınların ötesinde kadınların yaşamlarının maddi koşullarını değiştirdi. Büyük şehirlerin yanı sıra küçük şehirlerde de “sağ duyularını” ve “doğal” ufuklarını değiştirdiler.

Bu şehirlerde daha az boşanma mı oluyor? Buralardaki kadınlar ücretli bir işte çalışmaya daha mı az istekli? Evlilik öncesi cinsel ilişki daha mı az? Kasabalılar Hint veya Çin restoranlarına gitmiyor mu? Farklı ırklar arasında daha mı az ilişki var? Goodwin “mavi yakalı işçilerin, eğitim almayanların ve küçük kent ile taşra sakinlerinin toplumsal olarak muhafazakar olmaya meyilli olduğunu, ama yine de toplum içindeki günlük ırkçılığın düşüşte olduğunu ileri sürüyor. Argüman basitçe tutarsız.

Aksine, Wigan ve Walsall, Rochdale ve Rotherdam’ın –ve Avrupa’nın herhangi bir yerinde olduğu gibi çok sayıda eski İngiliz sanayi kentlerinin- başını ağrıtan konular bu hiper-küreselleşme modelinden ve tarihsel olarak işçi haklarını savunan ve kapitalizmin en kötü aşırılıklarını ıslah etmeye çalışan asıl siyasal parti ile olan ihtilafından kaynaklanmaktadır. İşçi Partisi ve onun Avrupalı benzerleri bu rolü bir kere terk ettiğinde alan, kendi seçeneklerini desteklemek ve yorumcuların bu değişimin ‘kültürel’, ‘ırksal’ ve ‘milliyetçi’ açıklamalarını bulmaları için her türlü aşırı sağ popüliste açıldı.

Kültür savaşları değil, sosyal demokrasi

Bu partiler ne yapmalı? Goodwin onların ‘kültürel’ konulara öncelik vermesini ve göç üzerine zorlu bir yolu takip etmelerini istiyor. Kaufmann daha sarih bir ‘beyaz’ göç politikasını savunuyor. Goodhart, ‘Blue Labor’ grubu gibi 1950’lerin altın çağını anımsayarak daha geniş kapsamlı bir ‘toplumsal muhafazakarlık’ gündemini savunuyor. Herhangi bir ilerici hareket için hepsi bir çıkmazı öneriyor. Bunun yerine üç şeye ihtiyaç vardır.

Birincisi sosyal demokrat ve sosyalist partilerin çok akılsızca sahiplendiği hiper-küreselleşme fikrini açıkça reddetmeleri gerekiyor. Yeniden güçlenmeleri için hayati önemde olan ilk adım budur. Bu, Avrupa genelinde kemer sıkma politikalarından ve Avrupa Komisyonu ve avro bölgesinin maliye bakanlarından oluşan Avro grubunun anti-Keynesçi ortodoksluklarından vazgeçmek anlamına geliyor. Eğer o deli gömleği içinde kalmaya devam ederlerse Avrupa sosyal demokrasisinin bitmeyen düşüşü devam edecek.

İkincisi, bu partilerin işgücü piyasasında ve küreselleşme dünyasının yanından geçip gittiği kentlerdeki en güvencesiz konumda bulunanların iktisadi ve sosyal kaygılarına işaret eden özel olarak düşünülmüş politikalar sunması gerekiyor. Bu, yüksek bir asgari ücreti destekleyen, işyerinde işçi haklarının etkin bir şekilde korunmasını teşvik eden ve sendikacılığı destekleyen iktisadi politikalar ile birlikte eşitsiz kalkınma ile baş edebilmek için bölgesel politikalar anlamına gelir.

Üçüncüsü, solun göç ile ilgili olumlu bir vizyon sunmak zorunda olmasıdır. Bu modern dünyanın bir gerçeğidir. En azından Avrupa kentlerinde 1950’lerin tek kültürlü dünyasına geri dönüş mümkün değil. Birmingham’daki göçmen deneyimi üzerine olan kitabım Our City, magazin basını ve Goodhart gibi yazarların kötümser fikirlerini çürütüyor. Göçmenlerin varlığı Britanya’nın ikinci kentini yeniden şekillendirdi. Bu, göçmenlerin buraya yerleştiğini, Birmingham’ı kendi evleri gibi gördüğünü ve kent ve ülke ile ilgili yakınlık ve ilgileri olduğunu gösteriyor. [Göçmenlerin] entegre edilmesi nadiren anlatılan olumlu bir hikayedir.

Bu, Berlin’den Barcelona’ya kadar Avrupa’nın kentlerinde geçerli, geleceğin sosyal-demokratik bir vizyonudur. Bu, ilericilerin ve sol partilerin, popülist milliyetçiliğin karşısında eklemlenmek için korkmamaları gereken bir hikayedir.

[Bu metin socialeurope.eu’daki orijinalinden Türkçe’ye Ekin Değirmenci tarafından PolitikYol için çevrilmiştir.]