Haftanın Çevirisi | Schumpeter’in iki emperyalizm teorisi – Branko Milanovic

Bir süre önce Thomas Hauner ve Suresh Naidu ile birlikte, Hobson-Lenin-Luxemburg’un emperyalizm teorisindeki sayısız bağlantıyı ampirik olarak inceleyen ortak bir makalenin taslağını yayınladık (buradan ve buradan erişebilirsiniz). Bu makaleyi burada ele almayacağım (ilgilenen okurlar makalemizin ilk bölümüne bakabilir) çünkü burada bir başka çağdaş emperyalizm teorisine, Schumpeter’inkine odaklanmak istiyorum.

Schumpeter’in teorisi birkaç sebeple ilginç. Lenin ve Luxemburg’unki ile aynı dönemde formüle edildi ve yazarın ikisinin de bilgisine sahip olduğu kesin. Onlarınki ile aynı olaylara karşılık olarak yazıldı ancak onlardan farklı ve Schumpeter yaşamı boyunca bu görüşü korudu. Schumpeter’in teorisi açısından anahtar metin, 1918-19’da yayınlanan “The sociology of imperialisms” (“Emperyalizmler sosyolojisi”, çoğul ekine dikkat) makalesidir. İngilizce tercümesinde 80 sayfalık sıkışık baskısı ile çok uzun bir makaledir. 1942’de yayınlanan (ve o zamandan bu yana birçok kez tekrar basılan) “Capitalism, socialism and democracy”de de (“Kapitalizm, sosyalizm ve demokrasi,” CSD) tekrarlandığı şekliyle görüldüğü üzere, Schumpeter teorisinde (en azından önemli sayılabilecek) hiçbir değişikliğe gitmemiştir.

Schumpeter’in söylediği aşağı yukarı şu: emperyalizm, en öz tanımı ile, “amaçsızdır,” yani, birinin çıkarına aykırı gibi görülebilecek bir şeye veya bir kimseye karşı değildir. Dolayısıyla rasyonel değildir: salt bir güç istencidir. Bunun doğal örnekleri Schumpeter’e göre Asurlular, Persliler, Araplar ve Franklardır. Dördü de son derece ayrıntılı şekilde ele alınır ve ardından alabildiğine materyalist bir analizle Schumpeter bunlara, emperyalizmin üst tabakanın sınıf çıkarlarını yansıttığı Roma’yı ekler. Roma konusunda söylediği özellikle esaslı şeyler var ama yer olmadığı için bunları geçiyorum.

Buna bağlı olarak emperyalizm atavistiktir ve rasyonel ve bireyci olan ve amaçlarına barış şartlarında ve barış yoluyla daha iyi ulaşılabilen “normal” kapitalizm ile çelişir. Dolayısıyla kapitalizm güçlendikçe emperyalizmin ortadan kalkması beklenir. En az emperyalist olanlar ABD gibi en kapitalist ülkelerdir.

Bunun, Schumpeter’in teorisinin olağan okuması olduğunu ve Montesquieu’nun doux commerce’inden (tatlı ticaret) Doyle’un demokratik barışına kadar benzer teorilerle ilişkilendirilebileceğini düşünüyorum (ancak Schumpeter gerçekten de kapitalist barıştan söz eder).

Fakat Schumpeter’in kendi yazılarına ve kapitalizm anlayışına dayalı alternatif bir okumasının mümkün olduğunu düşünüyorum.

“Emperyalizmler…”de Schumpeter, kapitalist toplumlarda emperyalizmin görülebileceğini kabul eder. Ancak orada “[emperyalist eğilimleri] kapitalizm dünyasına dışarıdan taşınan, modern yaşamın kapitalist olmayan faktörlerince beslenen yabancı unsurlar olarak görmemiz gerektiği açıktır.” (s.194)

Ama (ve bu önemli bir “ama”) kapitalizm tam rekabet ve serbest ticaret değil de tekeller kapitalizmi ise, o zaman Schumpeter, “bunun sonucu olarak ortaya çıkan artık değer (benim vurgum) yurtdışına gönderilebiliyorsa, örgütlü sermayenin, faiz oranının serbest rekabet seviyesi üzerinde tutulabileceğini pekâlâ keşfedebileceğini” kabul eder. (s.200) “Örgütlü sermaye” sömürgelere sahip olmanın epey getirisi olduğunu fark edebilir. Schumpeter şöyle devam eder: “ucuz yerli işgücünü kullanabilirler…; ürünlerini sömürgelerde bile tekel fiyatlarıyla pazarlayabilirler; yurtiçinde ancak kârı bastıracak olan ve diğer medeni ülkelerde de çok düşük faiz oranlarına yatırılabilecek olan sermayeyi en sonunda yatırım yapabilirler.” (s.201-2)

Dahası, bunun gibi koşullarda “[metropol], genellikle, yeni ülkelere çok yüksek sermaye akışı gerçekleştirir. Burada başka benzer sermaye dalgaları ile karşılaşır ve keskin, maliyetli bir mücadele başlar ama asla son bulmaz… Böyle bir mücadelede ise, belirli bir demiryolunu kimin inşa ettiği, bir madene veya bir sömürgeye kimin sahip olduğu artık önemsiz bir şey olmaktan çıkar.” (s.201-2)

Schumpeter, tekel sermayesinin sömürgeciliği ve emperyalizmi beslemedeki rolüne dair bu açıklamasında, Lenin ve Luxemburg’dan olsa olsa kıl payı farklıdır. Belki de bu yüzden, bunların, Schumpeter’e göre, yine de tekelci (“tröstleşmiş”) kapitalizmin, “normal” veya “olağan” serbest piyasa kapitalizmi ile özdeşleştirilemeyecek olan özel koşulları olduğu iddia edilebilir.

Fakat CSD’de Schumpeter’in söylediği bu değildir. Orada, kapitalizmin (onun büyümesini sağlayan) kilit özelliğinin inovasyon olduğu ve bunun yalnızca kapitalizm tekelci ise mümkün olduğu, değilse, inovasyonun kendisinin tekellere yol açacağı (ki bugün gerçekten de görebildiğimiz bir şey) etkileyici bir şekilde anlatılmaktadır.

“Yeni üretim yöntemlerinin ve yeni malların piyasa sürülmesi, en başından tam rekabet koşullarında makul değildir. Bu, ekonomik ilerleme dediğimiz şeyin büyük oranda bununla uyumsuz olduğu anlamına gelir. Nitekim, ekonomiye ne zaman yeni bir buluş veya uygulama dahil olsa tam rekabet daima askıya alınır ve hep askıya alınmıştır… en mükemmel rekabet koşullarında dahi.” (Bölüm VIII)

Dahası, tekelci rekabet, kitaba uygun serbest piyasa kapitalizminden dinamik olarak daha etkili olduğundan, bunların ilki hâkim hale gelecektir ve gerçekten de kapitalizmin var olduğu ve geliştiği normal form haline gelir.

Fakat kapitalizmin normal formu tekelci ise, o zaman bu kapitalizmin “normal” davranış formu, “Emperyalizmler…”de aynı ölçüde etkileyici şekilde açıklanmıştır: sömürgelere sermaye ihraç ederek yurtiçi kâr oranını “doğal” seviyenin üzerinde tutmaya çalışmak, ucuz işgücünü ve kaynakları denetim altına almayı amaçlamak ve muhtemelen diğer tekelci ulusal kapitalizmlerle mücadele ve çatışma içine girmek. Dolayısıyla bu, Schumpeter’e göre kapitalizmin normal işleyiş tarzıdır.

Tam rekabetin ve serbest piyasanın emperyalizm ile uyumsuz olacağı görüşü, gerçekten de alakasız hale gelir: bu iddia geçerli olsa bile, Schumpeter’in daha dinamik ve inovatif bir tekelci kapitalizme kaybetmeye ve yerini bırakmaya mahkûm olduğunu söylediği kitabî bir kapitalizm tanımına gönderme yapmaktadır.

Bu iki şey bir araya geldiğinde, Schumpeter’in emperyalizm teorisinin, klasik Marksist emperyalizm teorilerine fazlasıyla yakınlaşan, hatta düşük yurtiçi getiri oranına vurgusunda dahi pratik olarak aynı olan yeniden formüle edilmiş bir versiyonunu verir. Schumpeter bundan şok mu olurdu yoksa bunun farkında mıydı, bu tarihçilerin bilebileceği bir iş. Ama bana öyle geliyor ki bu iki teorinin mantıksal yakınlığı inkâr edilemez.

[glineq.blogspot.com’daki orijinalinden Serap Şen tarafından Dünyadan Çeviri için çevrilmiştir.]