Haftanın Çevirisi | Perdeleri Yırtmak: Komünist Manifesto – Marshall Berman

Bugün, yirmi birinci yüzyılın başlarında, Komünist Manifesto geçmişe kıyasla çok daha az okunuyor. Gençlerin, yirminci yüzyılın büyük bir kısmında Komünist iktidarların dünyanın büyük bir kısmına hâkim olduğu dönemi kavrayabilmeleri hayli zor. Bu dönemde Komünist eğitim sistemleri birçok yönden güçlü ve başarılıydı. Ancak Marx ile Engels’i resmi koruyucu azizler olarak kabul etmeleri yönünden çarpıktı. Koruyucu azizler olmaksızın büyüyen –Amerikalılar kendilerini bu gruba dâhil etmek konusunda çok aceleci olmamalı– insanların bu fikri anlayabilmeleri güç. Ancak on yıllar boyunca, dünyanın her yerinde, herhangi bir Komünist örgütte ilerlemek isteyen bir adayın, Marx’ın eserlerinin belirli bölümlerini ve ana fikirlerini ezbere bilmesi ve bunlardan akıcı bir şekilde alıntı yapması beklendi. (Ve diğer pek çok Marksist fikrin bilinmemesi beklendi: yabancılaşmış emek, devlet tahakkümü ve özgürlük.)

Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılmasının ardından komünist siyasi sistem çok büyük bir hızla parçalandı. Orta ve Doğu Avrupa’nın her yerinde Marx ve Engels heykelleri yıkıldı. Bunu yapan insanların resimleri bir süre için birinci sayfa malzemesi oldu. Bazıları, kamuya açık alanlardaki bu heykellerin yıkılmasının ciddi bir örgütlenme gerektirdiğini şüpheci bir biçimde ifade etti ve bu örgütlenmeyi kimin yaptığını öğrenmek istedi. Cevaplar ne olursa olsun şurası kesin ki, yirminci yüzyılın sonunda, Komünist polis devletlerinin eski vatandaşları arasında, Marx’sız hayatın özgürleşme olduğunu hissedenlerin sayısı hayli fazlaydı.

Bu heyecanı Marx’a en çok bağlı olan insanların da paylaşması ironikti. Yazarları seven okuyucular, onları Pazar Okulu bilgeleri olarak heykelleştirilmiş biçimde görmek istemezler. Bu kutsallık yitiminden ancak heyecan duyabilirler –duyabiliriz demeliyim–. Marx’ın, 1917’yi izleyen yıllarda Komünist hükümetler tarafından kanonlaştırılması bir felaketti. Bir düşünürün ihtiyaç duyacağı en son şey kutsanmaktır!

Dünyanın dört bir yanından entelektüeller, yüzyılın sonundaki bu çöküşü hayırlı bir düşüş olarak memnuniyetle karşıladılar. Doğu Avrupa’daki Komünist rejimlerde büyümüş olan City College’daki eski patronlarımdan biri, Duvar yıkıldığı için artık Marx öğretmeme izin verilmemesi gerektiğini söyledi, çünkü “1989, Marksizm derslerinin eskimiş olduğunu kanıtlamıştı”. Ona, polis devletlerinin yokluğundaki bugünün Marx’ının, dünün koruyucu azizinden çok daha heyecan verici olduğunu söyledim. Bundan böyle, bizi kapitalist yaşamın dinamikleri ve çelişkileri konusunda yönlendirebilecek bir düşünüre dolaysız biçimde erişebilirdik. Patronum güldü. Ne var ki yüzyılın sonunda heyecan yayılmış gibiydi. New Yorker dergisinin finans muhabiri John Cassidy, 1997’de bize, Wall Street’in kendisinin Marx’ın yazılarını inceleyen ve eserlerinin merkezinde yer alan fikirlerin çoğunu kavramaya ve sentezlemeye uğraşan çalışma gruplarıyla dolu olduğunu söyledi. Bu fikirler “küreselleşme, eşitsizlik, politik yozlaşma, modernleşme, yoksulluk, teknolojik ilerleme … modern varoluşun zayıflatıcı doğasıydı. …” Marx, Wall Street’in “en büyük düşünürüydü”.

Bu konular hakkında Komünist Manifesto’dan öğrenebileceklerimiz, şimdiye kadar yazılmış başka herhangi bir kitaptan öğrenebileceklerimizden çok daha fazladır. Yarattığı heyecanın büyük kısmı, muazzam sayıda modern fenomenin birbiriyle bağlantılı olduğu fikrinden kaynaklanmaktadır. Marx zaman zaman bu bağlantıları açıklamaya çalışır; zaman zamansa bazı şeyleri başka bazı şeylerle ilişkilendirir ve çözümünü bize bırakır.

Marx’ın bağlantıları nasıldır? Birincisi –ve buna hazırlıklı olmadığınız zaman şaşırtıcı olanı–, kapitalizm övgüsü çok abartılı, hayranlığın sınırlarını aşan bir derecededir. Kitabın çok başında, “Birinci Bölüm: Burjuvalar ve Proleterler” kısmında Marx, kapitalizmin maddi inşa süreçlerini ve buna eşlik eden duyguları anlatır. Marx’ın, tarihsel süreçler ile duygular arasında bağlantı kurma noktasında özgün bir tarzı vardır. Büyülü ve esrarengiz bir şeye kapılmış olma hissini vurgular:

Burjuvazi, önceki nesillerin bütününden daha devasa ve daha muazzam üretici güçler yarattı. Doğanın güçlerinin insana boyun eğmesi, makineler, kimyanın sanayi ve tarıma uygulanması, buharlı deniz taşımacılığı, demiryolları, … tüm kıtaların tarıma açılması, nehirlerde kanallar inşa edilmesi, neredeyse sihirli denilebilecek bir nüfus artışı… Daha önceki yüzyıllarda, toplumsal emeğin bağrında bu üretken güçlerin yattığı düşünülebilir miydi?

Ya da, bir önceki sayfada, kapitalizmin maddi olduğu kadar ruhani de olan içkin dinamizmi üzerine yazdıklarına bakalım:

Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte tüm toplumsal ilişkileri sürekli olarak devrimcileştirmeksizin var olamaz. … Üretimin sürekli devrimcileştirilmesi, tüm toplumsal koşulların durmaksızın örselenmesi, bitmek bilmeyen belirsizlik ve çalkantı, burjuva çağını daha öncekilerden ayırır. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler, arkalarından sürüklenen eski ve kıymetli önyargılar ve fikirlerle birlikte silinip gider; yenileri ise kemikleşmeye fırsat bulamadan eskir. Katı olan her şey buharlaşıyor; kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar gerçek hayat koşullarıyla ve ilişkileriyle karşı karşıya bırakılıyor.

Manifesto’nun bu ilk bölümü, yüksek tonlarla ifade edilen bunlara benzer birçok pasaj içerir. Marx’ın çağdaşları bu pasajların anlamını kavrayamadı ve Proudhon ile Bakunin gibi bazı radikal yoldaşları, kapitalizmin takdir edilmesini sistemin kurbanlarına yapılmış bir ihanet olarak gördü. Bu suçlama bugün hâlâ duyulmakta ve ciddi bir yanıtı hak etmektedir. Marx kapitalizmden iğrenir, ama aynı zamanda onun maddi ve manevi muazzam menfaatler sağladığını düşünür; bu menfaatlerin küçük bir yönetici sınıf tarafından tekelleştirilmesi yerine topluma yayılmasını ve herkesin bunlardan yararlanılmasını arzu eder. Bu, her şeyi tarumar etmek isteyen radikallerin sahip olduğu totaliter öfkeden çok farklıdır. Nefret ettikleri bazen, Proudhon’da olduğu gibi, sadece modern çağlardır: bütün erkeklerin yerlerinde (ya da bütün kadınların, erkeklerin hemen arkasındaki yerlerinde) mutlu bir şekilde yaşadığı altın çağ köylerinin hayalini kurarlar. Vahiy Kitabı’nın yazarından Thomas Müntzer’e, Joseph Conrad’ın Verloc’una ve Unabomber’a kadar diğer radikaller için öfke kontrolden çıkmış ve gerçekliğe, insan yaşamının kendisine karşı öfkeye dönüşmüştür. Kıyamet öfkesi dolaysız ve sansasyonel ucuz heyecanlar sunar. Marx’ın bakış açısı daha karmaşıktır, daha inceliklidir ve eğer yetişkin değilseniz kabul etmeniz zordur. Öte yandan yetişkinseniz ve karmaşıklık ve belirsizliklerle dolu bir dünyaya uyum sağlamışsanız, Marx, düşündüğünüzden daha da fazla size göredir.

Marx, kapitalizmin yaratıcılığına hayranlık duyan ilk komünist değildi. Bu tavır, kendisinden önceki neslin Robert Owen ile Saint-Simon gibi bazı büyük “ütopik sosyalistlerinde” ve onların parlak takipçilerinde de gözlemlenebilir. Ancak Marx, yirminci yüzyılın başlarından önce, bu yaratıcılığı gün ışığına çıkaracak bir tarz türeten ilk yazardır. (Fransızca’da, Baudelaire ile Rimbaud’un şiir dili bundan birkaç on yıl öndeydi.) T.S. Eliot, Ezra Pound ve ardıllarının çağında yetişmiş okurlar açısından, Manifesto’nun nasıl harika bir şiir olduğunu görmek kolay olmalı. Manifesto, daha önce kimsenin bir araya getirmeyi düşünmediği çok çeşitli şeyleri ve fikirleri bir araya getirmiştir. Marx’ın ufku hakkında bir fikir edinebildiğiniz durumda, Manifesto, modern dünyanın anlamlandırılmasına yardımcı olacaktır.

Manifesto’nun tarzının, bir tür dışavurumcu lirizm olduğunu söyleyebiliriz. Paragraflar, bizi, darbesiyle sarsan ve düşünceleriyle ıslatan dalgalar misali kuşatır. Bu nesir, nefes kesen bir momenti çağrıştırır; kılavuzlar veya haritalar olmaksızın ileri atılır; sınırları aşar; şeyleri, fikirleri ve deneyimleri biriktirir ve katmanlara ayırır. Kataloglar, çağdaşları Dickens ve Whitman için olduğu gibi, Marx için de oldukça önemliydi. Marx’ın tarzının sahip olduğu büyünün bir kısmı; listelerin asla tükenmediği, katalogların bugüne ve geleceğe açık olduğu, kendimize ait şeyleri, fikirleri ve deneyimleri biriktirebileceğimiz, hatta bir yolunu bulabildiğimiz durumda kendimizi biriktirebileceğimiz hissine dayanmaktadır. Bununla birlikte yığındaki öğeler genellikle çatışıyormuş gibi görünür ve zaman zaman, bütün toplam çökebilirmiş gibi hissedilir. Her bir paragrafta Marx, okurlara, en sert ve en tehlikeli on dokuzuncu yüzyıl arazisinde, en hızlı ve en görkemli on dokuzuncu yüzyıl trenine bindiğimizi hissettirir ve orada, muhteşem parlaklıkta bir ışığımız olsa da, yolun olmadığı yere doğru ilerlemekteyizdir.

Modern kapitalizmin Marx’ın en çok hayran olduğu niteliği, küresel ufku ve kozmopolit dokusudur. Bugün pek çok insan, küresel ekonomi hakkında sanki yeni var olmuş gibi konuşmakta. Marx ise, küresel ekonominin var olduğu günden bu yana nasıl işlediğini görmemize yardımcı oluyor.

Ürünleri için durmaksızın genişleyen bir pazara gereksinim duyması, burjuvaziyi dünyanın dört bir yanına salar. Burjuvazi her yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek, her yerle bağlantı kurmak zorundadır.

Burjuvazi, dünya pazarını sömürerek, bütün ülkelerdeki üretim ve tüketime kozmopolit bir karakter kazandırdı. … Tüm eski ulusal sanayiler yerle bir edildi veya günden güne yerle bir edilmekte. Bunların yerini, tüm uygar uluslar açısından bir ölüm kalım meselesi haline gelen ve ürünleri sadece ülke içinde değil, dünyanın her köşesinde tüketilen … yeni sanayiler aldı.

Marx, bu küresel yayılmanın, tarihin ironilerinin muhteşem bir resmini sunduğuna inanıyordu. Modern burjuvalar, arzuları konusunda genellikle bayağılardı; ancak durmak bilmez kâr arayışları, onlara büyük romantik kahramanların, Don Giovanni’nin, Childe Harold’un ve Goethe’nin Faust’unun doyumsuz dürtü temelini ve sonsuz ufkunu dayattı. Düşünebildikleri yalnızca tek bir şeydir, ancak dar odakları en geniş bütünleşimlere açılır; sığ perspektifleri en derin dönüşümleri başlatır; barışçıl ekonomik faaliyetleri, en ilkel kabilelerden SSCB gibi kudretli ülkelere kadar bütün toplumları bir bomba misali harap eder. Marx, kapitalist gelişmenin insani maliyeti karşısında dehşete düşmüştü; ancak yarattığı dünya ufkunun, sosyalist ve komünist hareketlerin üzerine inşa edilmesi gereken büyük bir insani başarı olduğuna daima inandı. Manifesto’nun son cümlesi olan büyük birleşme çağrısının, “bütün ülkelerin işçileri”ne hitap ettiğini unutmayın.

Modern zamanların en önemli olaylarından biri, ilk dünya kültürünün ortaya çıkmasıdır. Marx, kitle iletişim araçlarının yeni yeni gelişmeye başladığı bir tarihsel anda yazıyordu. Vefatından önceki yıl Eckermann ile yaptığı konuşmada bunu “dünya edebiyatı” olarak tanımlayan Goethe ile benzer bir anlayışla çalıştı. Bundan yüz elli yılı aşkın süre sonra yazarken, söz konusu yeni şeye “dünya kültürü” dememin meşru olduğunu düşünüyorum. Marx, bu kültürün dünya pazarının içinden nasıl geliştiğini gösterir:

Ülkenin kendi üretimiyle karşılanan eski ihtiyaçların yerini, tatmin edilmeleri için uzak ülke ve iklimler gerektiren yeni ihtiyaçlar alır. Eski yerel ve ulusal kendine yeterlik, yerini, her alanda var olan ilişkilere ve ulusların evrensel karşılıklı bağımlılığına bırakır. Ve bu sadece maddi üretimde değil, aynı zamanda entelektüel üretimde de gerçekleşir. Tekil ulusların entelektüel yaratımları ortak mülkiyet haline gelir … ve sayısız ulusal ve yerel edebiyattan, bir dünya edebiyatı doğar.

Marx, modernitenin doğduğu çağda yazan Shakespeare’in, dünyanın tam anlamıyla modern sayılabilecek ilk yazarı olduğuna inanıyordu. Öğrenciliğinde çok sayıda Shakespeare oyunu ezberlemişti. 1840’larda İngilizce’yle ne kadar derinlemesine ilişki kuracağının henüz farkında değildi. Almanya’daki 1848 Devrimi’nin başarısız olmasının ardından hayatının yaklaşık yarısını Londra’da sürgünde geçirdi. Yıllar boyunca, özellikle New York Daily Tribune için “Avrupa Muhabirimiz” olarak yüzlerce makale kaleme aldı. Makaleleri başlarda Engels çeviriyordu, ancak sonraları git gide daha çoğunu İngilizce olarak yazdı.  Ve her sayfasında farklı dil ve kültürlerden dipnotların yer aldığı bir kitap olan Kapital üzerinde çalışmayı hiç bırakmadı. Eşi Jenny Londra’da, Alman gazetelerine Londra sahneleri hakkında yazı yazan bir drama eleştirmeni oldu. Flaubert’in Madame Bovary’sini ve Ibsen’in Bir Halk Düşmanı’nı İngilizce’ye çeviren ilk tercüman ve “topluluk örgütlenmesinin” yaratıcılarından biri olan kızı Eleanor, bütün aile ile birlikte Hampstead Heath’de, pazar günleri Shakespeare’i canlandırarak büyüdüğünü anımsıyordu. Bu arada beş parasızlardı, çaresizlerdi, evlerinden tahliye edilmişlerdi ve kıyafetlerinin çoğu rehinci dükkânında olduğu için kışın dışarı çıkamıyorlardı. Ama dünyayı keşfetmeye devam ettiler.

Marx’ın dünya kültürü vizyonu birkaç karmaşık fikri bir araya getirir. Birincisi, insan ihtiyaçlarının genişlemesidir: giderek karmaşıklaşan dünya pazarı, insanların arzularını şekillendirir ve genişletir. Marx, yemek, kıyafet, din, aşk ve en mahrem fantezilerimiz ve kamusal görünürlüğümüz açısından bunun ne anlama geliyor olabileceğini hayal etmemizi ister. İkincisi, “ortak mülkiyet” olarak kültür fikridir: herhangi bir yerde herhangi biri tarafından yaratılan her şey, her yerde herkese açıktır ve herkes tarafından erişilebilirdir. Girişimciler para kazanmak için kitaplar (ve e-kitaplar) yayınlar, oyunlar ve konserler üretirler, görsel sanatlar sergilerler ve Marx sonrası yüzyıllarda sinema, radyo, televizyon ve bilgisayarlar için donanım ve yazılım yaratırlar. Yine de, burada da tarih insanların parmaklarının arasından kayıp gider, böylelikle insanlar kültüre sahip olamasalar da onu ellerinde tutabilirler –bir fikir, şiirsel bir imge, müzikal bir ses, Platon, Shakespeare, bir zenci ruhani müziği (Marx’ın ailesi bunları 1860’larda öğrendi)–. Modern kültürü “ortak mülk” olarak kavrayabilirsek ve popüler müzik, film, edebiyat ve televizyonun bizi dünya üzerinde nasıl daha çok evimizde hissettirdiğini düşünebilirsek, bu, dünyanın her yerinden insanların bir gün dünyanın kaynaklarını nasıl paylaşabileceğini hayal etmemize yardımcı olabilir.

Bu, nadiren tartışılan bir kültür vizyonudur, ancak Marx’ın şimdiye kadar yazdığı en kapsamlı ve umut verici şeylerden biridir. Geçtiğimiz yüzyılda sinemanın, televizyonun, videonun ve bilgisayarların gelişimi, dünya kültürü fikrini evlere her zamankinden daha fazla yaklaştıran küresel bir görsel dil yarattı ve dünyanın ritmi, müziklerimizin ve kitaplarımızın en iyisinden yayılmakta. Bu iyi haber. Kötü haber ise, kültür konusundaki en sol yazıların oldukça kekre ve acı hale gelmiş olmasıdır. Zaman zaman kültür, kendi içinde parlak veya değerli hiçbir şey içermeyen bir Sömürü ve Zulüm Bakanlığı imiş gibi görünür. Diğer zamanlardaysa insanların zihinleri, içine konulan Kapitalin dışında hiçbir şeyin bulunmadığı boş kaplarmış gibi gelir. “Hegemonik/karşı hegemonik söylem” üzerine birkaç makale okuyun veya okumaya çalışın.

Kapitalizm pek çok açıdan bir zaferse, sorunu nerede? Kapitalizmi, Marx’ın yaptığı gibi hayatınızı onunla savaşmaya çalışarak harcamaya değer kılan şey ne? Yirminci yüzyılda Marksist hareketler, en ayrıntılı biçimiyle Kapital’de incelenen, burjuva toplumundaki işçilerin yoksullaştırıldığı ya da yoksullaştırılmakta olduğu argümanına yoğunlaştı. Bu iddiayı reddetmenin saçma olduğu zaman ve mekânlar (örneğin Büyük Buhran) vardı. Diğer zaman ve mekanlar açısındansa (gençliğimin Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’sı) argüman, oldukça zayıftı. Birçok Marksist iktisatçı, sayıların bunu ortaya koyması için diyalektik salınımlar yaptı. Ne var ki bütün bu tartışmaların sorunu, insan deneyiminin sorunlarını sayı sorunlarına dönüştürmesiydi; bunlar, Marksizm’i tam olarak kapitalizm gibi düşünmeye ve konuşmaya itti.

Manifesto’da yer yer bu iddianın farklı bir yorumu sunulur. Ama dikkatimi çok daha fazla çeken keskin itham, burjuvazi ve onun savunucuları memnuniyet ve kayıtsızlık içindeyken, iş döngüsünün en tepesinde bile geçerli olandır. Bu itham, Marx’ın, modern burjuva toplumunun insanları ne olmaya zorladığına dair görüşüdür: insanlar soğuk bir dünyada kendilerine bir yer bulmak için, birbirlerine karşı duygularını dondurmak zorundadırlar. Burjuva toplumu “insanla insan arasında katıksız kişisel çıkardan, duygusuz nakit ödemeden başka bir bağ bırakmadı”. “Bütün manevi değerleri bencil hesapların buzlu sularında boğdu.” “Kişisel değeri mübadele değerine dönüştürdü.” Özgürlük fikirlerini “o tek, vicdansız özgürlüğe, ticaret yapma özgürlüğüne” indirgedi. “Aile ilişkisinin manevi örtüsünü yırtıp attı ve onu bir para ilişkisi haline getirdi.” “Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli işçisi yaptı.” “Kısacası, dini ve politik yanılsamaların ardına gizlenen sömürünün yerini, çıplak, utanmaz, dolaysız, acımasız sömürü aldı.” İnsanları, hayatta kalmak için alçalmaya zorladı.

Marksist geleneklere ait yirminci yüzyıl eserleri, süper kontrol güçlerine sahip bir burjuvazi hayal etme eğilimindeydiler: gerçekleşen her şey, burjuvazinin “daha fazla sermaye biriktirebilmesi” içindir. Marx’ın burjuvaziye ilişkin vizyonunun çok daha esnek olduğunu fark etmek önemlidir. Burjuvaziyi, “büyüleriyle çağırdığı cehennem güçlerine artık söz geçiremeyen bir büyücüye” benzetir. Marx bize Goethe’nin Faust’u yanında, mesnet sahiplerini olağanüstü ölçüde zenginleştirmesi beklenen kadim büyü geleneklerini de hatırlatıyor. Elbette ki sihir asla işe yaramadı. Gerçekte olan, Marx’a göre, sadece “daha maliyetli ve daha yıkıcı krizlerin yolunu açtı ve krizlerin önlenmesini sağlayan araçların etkisini azalttı”. 2008 mali krizini atlatanlar, milyonlarca insanı sahip olduklarından daha fazlasını vermeye iten büyülü güç hissini hatırlayacaklardır. İnsanların, Madoff gibi isimlerin delalet ettiği tekinsiz pratiklerden bir şeyler öğrenip öğrenmediğini görmek oldukça ilginç olacak. Marx, öğrenmeyeceklerinden endişe ediyordu: modern kapitalizm koşullarında en gelişkin zihinler bir gecede ilkelleştirilebilirdi; dünyayı yeniden inşa etme gücüne sahip olan insanlar, hâlâ kendilerini yapıbozuma uğratmak zorunda görünüyorlar. Marx büyük umutlarla hareketlenmişti, ancak ciddi endişelerle yol alıyordu.

150 yılı aşkın süredir, vahşet konusundaki memnuniyeti en yüksek olanların başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğu bir sınıfın bu vahşetine saldıran devasa bir edebiyat mevcut. Ama aynı toplumsal güçler, Marx’ın “modern işçi sınıfı” olarak adlandırdığı bu muazzam grubun üyelerine de baskı yapmakta. Bu sınıf başından beri bir yanlış kimlik tespiti durumu ile karşı karşıya kalmıştır. Marx okurlarının çoğu “işçi sınıfının” daima ve yalnızca botlu adamlar demek olduğunu düşünmüştür: fabrikalarda, sanayide, mavi yakalı, nasırlı elleri olan, zayıf ve aç. Daha sonra bu okurlar, işgücünün değişen doğasına dikkat çekmişlerdir: giderek daha eğitimli hale gelen, beyaz yakalı, beşeri hizmetlerde çalışan (gıda ürünü yetiştirmek veya bir şeyler yapmak yerine), orta sınıfa dâhil veya bunun yakınında. Ve aynı okurlar bundan Öznenin Ölümü sonucunu çıkarmışlar; işçi sınıfının yok olduğu ve ona yönelik tüm umutların söndüğü sonucuna varmışlardır. Marx, işçi sınıfının küçüldüğünü düşünmüyordu: sınıf, tüm sanayi ülkelerinde hâlihazırda “muazzam çoğunluğu” oluşturmaktaydı veya oluşturma sürecindeydi. Marx, işçilerin artan sayılarının, “demokrasi savaşımlarını kazanmalarını” sağlayacağını düşünüyordu. Siyasi aritmetiğinin temeli hem oldukça basit hem de çok kapsayıcı bir fikirdi:

Ancak iş bulabildiği sürece yaşayabilen ve ancak emeği sermayenin büyümesini sağladığı sürece iş bulabilen bir işçi sınıfı … gelişti. Kendilerini parça parça satmak zorunda olan bu işçiler, diğer bütün ticari mallar gibi metadırlar ve rekabetin bütün kararsızlıklarına ve piyasanın bütün dalgalanmalarına sürekli olarak maruz kalırlar.

Marx için can alıcı faktör bir fabrikada çalışmak, ellerle çalışmak ya da yoksul olmak değildir. Tüm bunlar, teknoloji ve siyasetteki dalgalı arz ve taleplerle değişebilir. Can alıcı gerçeklik, yaşamak için emeğinizi satmak zorunda olmanız, kişiliğinizi satmak üzere parçalara ayırmanız, aynada kendinize bakıp “Bugün satabileceğim neyim var?” diye düşünmeniz ve bugün iyi olsanız bile, yarın sahip olduğunuz veya olduğunuz şeyi satın almaya istekli kimseyi bulup bulamayacağınıza dair bitmek bilmez bir korku ve endişe duymanız; değişen piyasanın sizi (pek çok kişiye hâlihazırda yaptığı gibi) değersiz ilan etmesi; kendinizi hem fiziksel hem de metafiziksel olarak açıkta kalmış hissetmenizdir. Arthur Miller’ın, Amerikan yazınının en büyük eserlerinden biri olan Satıcının Ölümü (1949) oyunu, belki de modern zamanlarda işçi sınıfının çoğu üyesinin içinde bulunduğu tüketen korkuyu canlandırır. Yarım asır öncenin, büyüdüğüm çağın varoluşçu yazını, bu geleneği muhteşem bir derinlik ve güzellikle oyunlaştırır; yine de bakış açıları tuhaf bir şekilde bedensiz olma eğilimindedir. Yazarlarının, modern ızdırabın üzerine giden Manifesto’dan öğrenecekleri var.

Marx, işçi sınıfına mensup pek çok insanın gerçek adresini bilmediğini kavramıştır. Bunlar şık kıyafetler giyinmekte ve güzel evlere dönmektedirler çünkü bugün emeklerine yönelik büyük bir talep vardır ve iyi kazanıyorlardır. Sermaye sahipleriyle aralarında memnuniyetle özdeşlik kurabilirler; kazançlarının ne kadar olumsal ve geçici olduğu hakkında hiçbir fikirleri yoktur.  Geçici veya kalıcı olarak işten çıkarılıncaya, işleri taşerona devredilinceye veya vasıfsız hale getirilinceye ya da küçülmeye gidilinceye değin kim olduklarını ve nereye ait olduklarını keşfedemeyebilirler. Ve yeterlikten yoksun, çok güzel giyinmemiş diğer işçiler, onları itip kakanların çoğunluğunun gerçekten kendi sınıflarına ait olduğunu ve aksini düşünmelerine rağmen aslında kendi savunmasızlıklarını paylaştıkları hakikatini kavrayamayabilir. Söz konusu hakikat, bunu kavrayamayan veya buna tahammül edemeyen insanlara nasıl anlatılabilir? Bu fikirlerin karmaşıklığı, modern toplumun merkezinde duran yeni bir mesleğin yaratılmasına yardımcı olmuştur: örgütleyici.

İşçi kimliği Marx açısından büyük önem taşıyan grup, kendi sınıfıydı: entelektüeller.

Burjuvazi, bugüne değin onurlandırdığı ve huşu dolu bir saygı beslediği her mesleği çevreleyen haleyi söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli işçisi yaptı.

Bu, söz konusu mesleklerin anlamını veya değerini yitirdiği anlamına gelmez. Olan bir şey varsa, bu, kesinlikle daha anlamlı hale geldikleridir. Ancak insanların yapabileceklerini yapma özgürlüğü elde etmelerinin tek yolu, sermaye için çalışmaktır. Marx’ın kendisi bu şekilde yaşamak zorundaydı. Kırk yılı aşkın süre boyunca mükemmel bir gazete yazarıydı. Sadece zaman zaman bunlardan para kazanabiliyordu, çoğunlukla ödeme alamıyordu. Marx, işçilerin nasıl örgütlenebileceklerini ve örgütlenme kapasitelerinin on dokuzuncu yüzyıl yaşamını, 1840’larda, yani Manifesto’nun zamanında olduğundan çok daha insani hale getirebileceğini anlamak konusunda dâhiydi. Fakat o günlerde hiç kimse kültürün yaratıcılarının nasıl örgütlenebileceklerini anlamamıştı. Marx ve zamanın bütün diğer yazar ve sanatçıları sermayeye karşı çıkmakla birlikte, Marx yalnız yürüdü.

Kültürün ölçeği, yirminci ve yirmi birinci yüzyıllarda çok büyük oranda genişledi. Entelektüeller, sermayenin daha fazla sermaye biriktirmesine yardımcı olmak için daima yaratıcı becerilerini kullanarak ilaç şirketleri, film stüdyoları, medya holdingleri, sağlık hizmeti kuruluşları, eğitim kurulları, politikacılar vb. için çalışmalıdır. Bu, entelektüelleri, sadece tüm işçileri etkileyen streslere değil, aynı zamanda bir korku kuşağına da maruz bırakır. İşlerini ne kadar önemserler ve bunun bir anlam ifade etmesini isterlerse, kendilerini elektronik tabloların kullanıcılarıyla o kadar kalıcı bir çatışma içinde bulacaklardır. Kültürün yaratıcıları yirminci yüzyılda kültürün sahibi olmaya ve onu örgütlemeye başladı. Ancak kapitalist tarihte defalarca kez karşılaşıldığı gibi, teknoloji kendini çok daha geniş bir ölçekte örgütlemeyi öğrendi. Yirmi birinci yüzyılda İnternet tamamen yeni bir çatışma alanı açtı; yayınevleri, gazeteler ve dergiler çökmeye başladı. Entelektüeller bugün savaşmaya zorlanıyorlar; bugün görmekte olduğumuz şey, kalıcı bir “demokrasi savaşı” haline gelecek: entelektüeller kültürü yaşatmak için savaşıyorlar. Bu mücadelenin nasıl sonuçlanacağını bilmiyoruz. Çok sayıda entelektüel bağlantıları görmeye ve bizim işçi olduğumuzu anlamaya başladı, fakat yine çok sayıda entelektüelse henüz bunları kavrayabilmiş değil. Çoğumuz, yapmayı bundan daha fazla tercih edeceğimiz pek çok şey düşünebiliriz. Ne var ki Marx, örgütlenmeyi –ve örgütlü kalmayı– ve bu mücadelede savaşmayı öğrenmediğimiz durumda, bizim de başkalarının da artık bu güzel şeyleri yapamayacak olmasının oldukça yüksek bir olasılık olduğunu savunuyor.

Marx’ın çok geniş bir ufku vardı: bulunduğu her yerden binlerce mil uzaklıktaki yaşamların nasıl gelişebileceğini hayal edebiliyordu. O zamanlar dünyanın en dinamik ekonomisi olan Londra’da yaşarken, büyümenin belirsizliklerine özellikle duyarlıydı. Son yirmi yıldır, dünyanın en dinamik ekonomisi Çin ekonomisidir. Çin ekonomisi gücünün büyük bir kısmını, muazzam bir enerjiye sahip ve yine de çok yakın zamana kadar tam bir pasiflikle çalışan işçi sınıfından almaktadır. 2005 yılında Çin’de kafa karıştırıcı bir ay geçirdim. Hangzhou’daki Zhejiang Üniversitesi’nde bir konferansa katılmıştım. Birçok şehrin sokaklarında dolaştım, farklı yaşlardan entelektüellerle tanıştım. Sunumuma yaklaşık otuz Çinli ve üç Amerikalı katıldı; herhangi bir şeyi başardıkları için Çin Devrimi’ni takdir etmeye istekli olanlar sadece Amerikalılardı. Ülkelerinin tarihi hakkında konuşan Çinliler, Amerika-1950 düzeyine düşmüş gibilerdi. “Çinli Komünistler” kendi ebeveynleri, büyükanne ve büyükbabaları ve bazen kendileri değil, daha ziyade Marslılarmış gibi konuştular. Batı geleneğindeki okul ve kolejlerde Marx’ın adının söylenmesinin yasak olduğunu öğrendim. Marx’ın on dokuzuncu yüzyıl sonu İngiltere’sindeki hayatı ve çalışmaları hakkında konuştum ve İngiltere’yi bugünkü Çin ile karşılaştırdım. İngiliz işçi sınıfının dönüşümlerinden bahsettim ve dinamik bir modern toplumda sınıfsal pasifliğin uzun sürmesinin muhtemel olmadığını savundum. Bugün Çin’de var olan gibi bir anın, Manifesto’nun, hakkında şiddetli tartışmalar yapılan kısımlarının bu konuda bir kehanet olabileceği türden bir an olduğunu iddia ettim. Konuştuğum çoğu insan, Çin’de sınıf sistemi ve tabakalaşma olmadığını, bu yüzden Marx’ın kategorilerinin Çin açısından anlamsız olduğunu söyledi. Az sayıda kişi ise sınıf ve tabakalaşma olmadığı iddiasına kimsenin inanmadığını, ancak geçmişte olduğu gibi bugün de, Çin halkının, nasıl konuşması gerektiğini bildiğini belirtti.

Öğrenciler bana makalemin maalesef konferans tutanağının dışında bırakıldığını söylediler. Bazıları, ellerinden gelse, Marx’ı okumayı çok istediklerini anlattı. Cevabım şuydu: can alıcı fikir, kendilerinin de işçi sınıfının bir parçası oldukları ve işçi sınıfının örgütlenme kapasitesine sahip bulunduklarıdır. Onlara bazı başlıklar verdim, web siteleri önerdim ve başarılar diledim. Bugün, 2010’da, Çin’de, sadece benim değil, Marx’ın da dâhil olduğu bir koleksiyon mevcut. Bunu, Çinli işçilerin muhtemelen örgütlenmeye ve geniş ölçekte hareket etmeye başladıklarının bir işareti olarak yorumladım. Ne kadar başarılı olacağını kim bilebilir? Ancak “demokrasi savaşında” başka bir cephe daha açılmış olabilir.

Marx, modern işçi sınıfını sahneye çıkmayı bekleyen dünya çapında muazzam bir topluluk olarak görür. Böylesine büyük olasılıklar, örgütlenme tarihine daimi bir önem ve ihtişam kazandırır. Sendika oluşturma süreci sadece çıkar grubu siyasetinin bir ögesi değil, Lessing’in “İnsan Soyunun Eğitimi” olarak adlandırdığı şeyin hayati bir parçasıdır. İşçiler yavaş yavaş kim olduklarını öğrenmeye başladıkça, Marx’a göre, kendileri olmak için birbirlerine ihtiyaç duyduklarını anlayacaklardır. İşçiler bunu önünde sonunda anlayacak, çünkü burjuva toplumu, sürekli çalkantılarından sağ çıkabilmek için onları zeki olmaya zorluyor. Kendinizi sizden çok farklı görünen, ancak size derinlemesine benzeyen diğer işçilere vermeyi öğrenmek, ruhu korkudan kurtarır ve bir erkeğe veya bir kadına dünya üzerinde kalıcı bir adres kazandırır.

Bu, Manifesto’nun temelini oluşturan ahlaki vizyonun yaşamsal bir parçasıdır. Bununla birlikte farklı bir yoldan öne sürülen, ancak insani açıdan aynı derecede önemli olan başka bir ahlaki boyut daha var. Platon’dan başlayarak, tarihteki birçok komünist hareket, bireysel benliğin bir tür komünal bütün tarafından ezildiği toplumsal düzenleri hedeflemiştir. Marx’ın içinde yetiştiği 1840’ların radikal dünyası, bu şekilde düşünen insanlarla kaynamaktaydı. Buna karşılık Marx’ın kaleme aldığı ilk yazılar, “yavan, akılsız komünizm” dediği şeye yönelttiği reddiyelerle doluydu. Marx daima komünizmin benliğin kurtuluşu anlamına geldiğinde ısrarcı oldu. Ve bu, geleceğin Devrim’inin, sınıfları ve sınıf mücadelesini sona erdireceği ve “her bir kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu” bir dünyayı mümkün kılacağı anlamına geliyordu. Marx, komünizmi insanları mutlu etmenin bir yolu olarak tahayyül ediyordu. Marx’a göre mutluluğun ilk veçhesi “gelişim”di: kendini basitçe sonsuza kadar tekrarlamayan, aksine, bitmeyen değişim ve büyüme aşamalarına tabi olan bir deneyimdir. Mutluluğun bu formu belirgin bir şekilde moderndir; durmadan gelişen burjuva ekonomisi tarafından harekete geçirilir. Ancak modern burjuva toplumu, insanları piyasanın taleplerine uygun biçimde gelişmeye zorlar: satılabilenler gelişir; satılamayanlar bastırılır, ya da hiçbir zaman var olamaz. Marx, piyasanın dayattığı çarpık gelişmeye karşı, kişinin kendisinin yönetebileceği bir gelişme biçimi olan “özgür gelişme” için savaşır.

Piyasanın dayattığı gelişmeye karşı özgür gelişme yönündeki ısrarı, Marx’ın, on dokuzuncu yüzyılın en zeki ve en soylu liberali John Stuart Mill ile paylaştığı bir temadır. Marx gibi Mill de “özgür gelişmeyi” temel bir insani değer olarak görüyordu. Ancak yaşlandıkça, kapitalist modernliğin –kıyasıya rekabet, toplumsal uyum ve kaybedenlere yönelik acımasızlıkla karakterize edilen– insanın en iyi potansiyelleri önünde engel oluşturduğuna ikna oldu. Dünyanın en büyük liberali, yaşlılığında kendini sosyalist ilan etti.

İronik olarak, liberalizm ile sosyalizmin ortaklaştığı zemin her ikisi açısından da sorun teşkil edebilir. Ya Bay Kurtz ölmediyse? Ya esasında “özgür gelişme” insan doğasındaki korkunç derinlikleri ortaya çıkarırsa? Dostoyevski, Nietzsche ve Freud bizi bu korkularla yüzleşmeye zorladı. Marx ve Mill, toplumsal tahakkümün üstesinden gelmeden, içsel yozlaşmamızın ne kadar derine ulaşacağını bilebilmenin bir yolu olmadığını söylerlerdi. Raskolnikov’ların D Caddesinde çürümeyeceği ve Svidrigailov’ların binlerce beden ve ruh taşımayacağı bu noktaya ulaşmada kullanılacak yöntem, hepimize istikrarlı bir gayret sağlamaya yetmelidir. Ve o noktaya ulaştığımız ve içimizdeki kötü adamların asla çekip gitmeyeceğini gördüğümüz durumda bile, müşterek savunmamız için nasıl iş birliği yapacağımızı öğrenmiş olacağız. 1920’lerde Troçki, psikoterapinin bizi kendimizden koruyacak devrimci bir hak olduğuna inanmaya başlamıştı.

En sevdiğim Manifesto hikâyemi sona sakladım. Hikâye, Nazilerden kaçarak Amerika’ya gelen bir mülteci olan büyük uluslararası ilişkiler teorisyeni Hans Morgenthau’ya ait. Bunu, 1970’lerin başında City University of New York’ta anlatırken duydum. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Bavyera’da geçmiş çocukluğundan bahsediyordu. Morgenthau’nun babası Coburg kasabasının işçi mahallelerinden birinde (söylediğine göre, çoğunluğu madenciymiş) doktorluk yapıyordu ve oğlunu ev ziyaretlerine götürmeye başlamıştı. Hastalarının çoğu veremden ölüyordu; bir doktor o yıllarda hastalarının hayatlarını kurtarmak için pek bir şey yapamazdı, ama haysiyetle ölmelerine yardım edebilirdi. Coburg, vefat eden pek çok kişinin İncil’in kendileriyle birlikte gömülmesini istediği bir yerdi. Ancak Morgenthau’nun babası işçilere son isteklerini sorduğunda, çoğu kişi Manifesto ile gömülmek istediğini söylemişti. Doktordan kitabın yeni kopyalarını almasını ve rahiplerin gizlice gelip kitabı son anda değiştirmediklerinden emin olmasını rica etmişlerdi. “Morgenthau kitabı ‘almak’ için çok gençti”, dedi. Ancak işçi ailelerinin bunu almasını sağlamak onun ilk politik vazifesi olmuştu.

Yirminci yüzyıl, Marx heykellerinin kitlesel olarak yok edilmesiyle sona erdi. Bu çağın “postmodern çağ” olduğu söyleniyordu: büyük anlatılara veya büyük fikirlere ihtiyacımız olmayacaktı. Yirmi yıl sonra, kendimizi çok farklı anlatıların pençesinde bulduk: küçülmeye gitme ve vasıfsızlaştırma ile her zamankinden daha bir örnek, dinamik bir küresel toplumun hikâyeleri. Gerçek işler yok oluyor, böylece şirket hisseleri yükselebiliyor, böylece zenginler daha zengin olabiliyor ve dünyamıza yaptıkları şeyler için kendilerini tebrik edebiliyor. Bugün çok azımız Marx’ın, kapitalizme karşı açık bir alternatifin var olduğu hissini paylaşıyor. Ama çoğumuz onun radikal bakış açısını, öfkesini, modern zamanın erkek ve kadınlarının daha iyi bir dünya yaratma kapasitesine sahip olduğuna dair inancını benimseyebiliyor veya en azından hayal edebiliyoruz. Birdenbire ikonik, ironikten daha ikna edici görünebilir; o klasik sakallı varlığın, o ateist kâhinin söyleyecek hala çok fazla şeyi var. Yirminci yüzyılın şafağında, Komünist Manifesto ile ölmeye hazır işçiler vardı. Yirmi birinci yüzyılın şafağında, onunla yaşamaya hazır belki de daha fazla işçi vardır.

[dissentmagazine.org’daki orijinalinden Pelin Tuştaş tarafından PolitikYol için çevrilmiştir.]